Nebîler ve Karşısındakilerin Seviyesizliği

439

İstihza ve alay, hakkı temsil eden insanlara karşı, başta Allah düşmanı münkirlerin, münafıkların ve Kur’an ve Sünnet’in ortaya koyduğu düsturlardan uzak yaşayan, Allah’tan (celle celâluhu) gerektiği gibi korkup sakınmayan cahil ve gafil insanların kendilerine huy edindikleri bir davranıştır.1 İnsanlık tarihine baktığımızda böylesi kimselerin zaman zaman başta peygamberler olmak üzere onlara tabi olan hakkın temsilcisi salih insanlarla ve onların sahip olduğu kutsal değerlerle alay ettiklerini görmekteyiz.

Daha vahyin inmeye yeni başladığı rislâletin ilk yıllarında, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşısında yer alan Mekkeliler O’nunla ve getirmiş olduğu mesajlarla alay ederek O’nun insanlar nezdindeki kıymetini düşürmeye çalışmışlardır. Cenâb-ı Hak bu hakikati “Senden önce gelip geçen milletlere de Biz, peygamberler gönderdik. Ama onlara hiçbir Resûl gelmedi ki onunla alay etmiş olmasınlar.’2 ifadeleriyle dile getirerek alay ve istihzanın köklü ve kötü bir âdet olduğunu bildirip bu menfi tavrın sürekliliğinden O’nu ve bizi haberdar etmiştir.

Şimdi Rabbimiz’in ayet-i kerimede ifade buyurduğu istihza ve alaya muhatap olan peygamberlerden birkaç örnek verelim:

Hazreti Nûh (aleyhisselâm)

Hazreti Nûh, uzun yıllar kavmine hakkı tebliğ etmiş, günlerini halkıyla beraber yaşayarak Allah’ın âyetlerini onlara hatırlatmış ve hep nasihat etmişti. Ancak O’nun verdiği öğütler, yaptıkları yanlışlıkları ve içine düştükleri şirkin çirkinliğini ortaya koymasından dolayı kavmine ağır gelmiş ve bundan rahatsızlık duymuşlardı. Nihayet Allah’ın emriyle ve gelecek bir tufandan kurtulma adına Hazreti Nûh, bir gemi inşasına başlayınca kavmi, içlerinde gizleyip de söyleyemedikleri nice sözleri sayıp dökme fırsatını da yakaladıklarını düşünerek sözlü tacizlerini artırmaya ve yanından her geçişlerinde O’nu alaya almaya başlamışlardır.3

İşte bunu Kur’ân-ı Kerim şu ayetlerle ebedileştirir:

“Nûh gemiyi yapıyor, halkından ileri gelenler her ne zaman yanından geçseler onunla alay ediyorlardı. Nûh da: ‘Siz, dedi; şimdi bizimle alay ediyorsanız, elbet bizim de sizinle alay edeceğimiz bir gün gelir. Artık rüsvay edecek azabın kime gelip çatacağını, ayrıca âhiretteki daimi azabın da kimin üzerine ineceğini yakında görüp öğrenirsiniz.’”4

Hazreti Hûd (aleyhisselâm)

Ad kavmine peygamber olarak gönderilen Hazreti Hûd (aleyhisselâm), insanları, yaratılış gayelerine uygun hareket etmeye davet etmişti.5 Buna karşılık kavmi O’nunla alay ederek şöyle demişlerdi:

“‘Yâ!’ dediler, Sen bize yalnız Allah’a ibadet edelim, atalarımızın taptıklarını ise bırakalım diye mi geldin? Eğer doğru söyleyenlerden isen haydi, bizi tehdit edip durduğun o felaketi başımıza getir de görelim!”6

Başka bir zaman da şu ifadelerde alay etmişlerdi:

“Ey Hûd! dediler, sen bize açık bir belge, bir mûcize getirmedin. Biz de senin sözüne bakarak tanrılarımızı bırakacak değiliz. Sana asla inanacak da değiliz. ‘Galiba tanrılarımızdan biri seni pek fena çarpmış!’ demekten başka bir şey söyleyemeyiz.”7

Hazreti Salih (aleyhisselâm)

Allah (celle celâluhu) Hazreti Salih’i Semûd kavmine göndermişti. Hazreti Salih de kavmini her peygamberin yaptığı gibi Hakk’a ve yalnız, bir ve tek olan Allah’a ibadete, öldükten sonra dirilmeye, haşre, hesaba.. ve kitaplara inanmaya davet etmişti. Ancak bütün bunlara karşı Semud kavmi de tıpkı kendilerinden önceki kavimler gibi sadece ret, inkâr ve alayla mukabelede bulunmuşlardı. Allah onları bir de deveyle imtihan etmişti ama Allah’ın dokunmalarını yasakladığı deveyi keserek O’na isyan etmişlerdi.8

Allah (c.c.) Kur’an’da onların Hazreti Salih ve O’na iman edenlerle nasıl alay ettiklerini şöyle haber vermektedir:

“Semûd halkı da Peygamberlerini yalancı saydılar ve: “Yani biz,” dediler, “içimizden bir adamın peşinden mi gideceğiz? Böyle yaparsak doğrusu sapıtmış ve çıldırmış oluruz! Ne o, yani bu kitap, içimizden bula bula onu mu buldu, o mu buna lâyık görülmüş? Hiç de öyle değil, bilakis o, yalancının, küstahın tekidir!”9

Peygamber gibi temiz bir fıtratın, söylenilen bu çirkin sözler karşısında rencide olmaması adına cevap olarak Cenâb-ı Mevlâ, Hazreti Salih’e şöyle seslenmektedir:

“Sen hiç üzülme! Asıl kimin yalancı ve küstah olduğunu yarın öğrenirler!” “Biz imtihan etmek için onlara bir deve göndereceğiz. Şimdi sen onların ne yapacağını bekle ve eziyetlerine sabret.”10

“Kavminden büyüklük taslayanlar, içlerinden zayıf görünen müminlere alay yollu: “Sahi, siz, Salih’in Rabbi tarafından size, elçi olarak gönderildiğini nereden biliyorsunuz?” dediler. Onlar da: “Elbette, biz onunla gönderilen her şeye inandık, iman ettik!” diye cevap verdiler. O kibirlenenler ise, “Doğrusu, biz sizin iman ettiğiniz şeyi inkâr ediyoruz.” dediler.11

Hazreti Lût (aleyhisselâm)

Hazreti Lût (aleyhisselâm) kavmine, ‘Siz, daha önce kimsenin yapmadığı pek çirkin bir işi yapıyor, kadınlara değil erkeklere gidiyorsunuz. Siz haddi aşmış müsrif bir milletsiniz.’12 dediğinde onun dediklerini ciddiye almamak bir yana alay vesilesi yapan kavmi;

‘Çıkarın bunları (Hazreti Lût’u ve etrafındakileri) memleketimizden; çünkü onlar çok temiz insanlar, yanımızda kirlenmesinler (!)’13 demek suretiyle çirkin işlerine ayrı bir ayıp daha eklemiş ve âdeta hâllerinin ıslahının mümkün olmadığını fiilen göstermişlerdi. Aynı zamanda bu, lâubaliliğin tavana vurmasının bir sonucuydu ve onların başlarına gelecek belâ ve musibetlere bu, belki de en büyük davetiyeyi oluşturuyordu.

Hazreti Şuayb (aleyhisselam)

Kur’ân’da Hazreti Şuayb’ın, kavmini Allah’tan başka tanrı olmadığına inanmaya, kendisinin peygamberliğini benimseyip sadece Allah’a kulluk etmeye14, ölçü ve tartıyı doğru yapmaya, insanlar arasında adaleti gözetmeye, haksızlıkta bulunmamaya, bozgunculuk yaparak yeryüzünde karışıklık çıkarmamaya15 davet ettigi; uyarıları dikkate almadıkları takdirde Nuh, Hud, Salih ve Lut peygamberlerin kavimlerinin başına gelenlerin kendi başlarına da gelebileceği konusunda onları uyardığı, özellikle Lut kavminin kendilerine çok uzak olmadığını hatırlattığı16 haber verilir.

Medyen ahalisine peygamber olarak gönderilen Hazreti Şuayb, kavmini şöyle uyarmıştı:

“Ey halkım!” dedi, “yalnız Allah’a ibadet edin! Çünkü sizin O’ndan başka tanrınız yoktur. İşte size Rabbinizden açık delil geldi. Artık ölçüyü, tartıyı tam yapın, insanların haklarını eksiltmeyin, halka haksızlık etmeyin, ülkede düzen sağlanmışken fesat çıkarıp huzuru bozmayın.Böyle yapmanız sizin için daha iyidir. Tabiî eğer inanırsanız! Hem öyle tehditler savurarak, yol başlarını tutup, Allah’a iman edenleri Allah’ın yolundan çevirmeyin ve bu yolun eğri büğrü olduğuna dair, şüpheler verip halkı yanıltmayın!”17

Onlar da “Şuayb!” dediler, “atalarımızın taptıkları tanrılarımızı terk etmeyi yahut mallarımızı dilediğimiz gibi kullanmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor? Aferin, amma da akıllı, uslu bir adamsın ha!”18 diyerek O’nunla istihza ediyorlardı.

İnançtan nasibi olmayan insanlar, namazı faydasız bir uğraş gördüklerinden, namaz kılanlarla alayı öteden beri âdet edinmişlerdir. Hazreti Şuayb’ın toplumu hayata kavuşturan mesajlarını, doğrudan doğruya reddedemediklerinden, dolaylı yoldan onları geçersiz kılmak niyeti ile bütün bunları onun kıldığı namaza bağlayarak akılları sıra değersiz göstermeye çalışmışlar, O’nun peygamberliği ile alay etmek kasdıyla namazı ile alay etmişlerdir.

Hazreti Mûsâ (aleyhisselam)

Ulu’l-Azm peygamberlerden olan Hazreti Mûsâ, İsrailoğullarına gönderilmiş bir resûldür.19 O’nun Firavun ve İsrailoğullarıyla mücadelesi Kur’ân-ı Kerim’de uzun uzun anlatılmaktadır. O da tıpkı kendisinden önce gönderilmiş olan peygamberler gibi kavmini ve kavmine zulmedip ilâhlık iddiasında bulunan20 Firavun’u Allah’a imana davet etmişti. Bu uğurda bütün peygamberlerin karşısına çıkan güçlükler ve engeller, O’nun da karşısına çıktı. Hak ve hakikatı anlatmak üzere Firavun’un yanına gittiğinde hem inkar edildi hem de alaya alındı:

“Firavun: “Sahi, şu bahsettiğin Rabbülâlemin de ne?” dedi. Hazreti Mûsâ: “Eğer işin gerçeğini bilmek isterseniz söyleyeyim: O, göklerin, yerin ve ikisi arasında olan her şeyin Rabbidir.” Firavun alaycı bir şekilde çevresindekilere: “Bu adamın dediklerini işittiniz değil mi? (Aklısıra cevap veriyor!)” Mûsâ onu hiç duymamış gibi sözüne devam ederek: “O sizin de, sizden önceki babalarınızın da Rabbidir.” Firavun: “Dikkat edin! Size gönderilen bu elçi kesinlikle bir deli!” Mûsâ: “O doğunun da, batının da, doğu ile batı arasındaki her şeyin de Rabbidir. Aklınız varsa bunu anlarsınız!”21

Ve Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)

Başta Mekkeli müşrikler ve hicretten sonra münafıklar ve Yahudiler, Peygamber Efendimiz’e ve müminlere karşı aynı tutum ve tavrı sergilemişler, Allah Resûlü ve diğer Müslümanların şahıslarını, inanç ve değerlerini, ibadet ve yaşayışlarını22 özellikle de Allah’ın âyetlerini23 sürekli alaya almışlardır.

Peygamber Efendimiz’le alay etmek, Mekkeli mutlu azınlığın başvurduğu yıldırma ve itibarsızlaştırma politikalarındandı. “Allah’ın, Resûl olarak gönderdiği bu şahıs mı imiş, bula bula bunu mu bulmuş?”24 diyerek hem ilâhi tercihi tenkit ederler hem de O’nun elçisiyle alay ettiklerini sanıp kendilerince mutlu olurlardı. O’nu gördüklerinde, ‘Bu mu sizin ilâhlarınızı diline dolayan adam?’25 der, yandaşlarına, sözde kendi haklılıklarını empoze etmeye çalışırlardı.

Başta Ebû Cehil olmak üzere, Velid İbn-i Mugîre, Ümeyye İbn-i Halef ve diğer imandan nasipsiz Mekkeli müşrikler her fırsatta Efendimiz’le, göz kırparak, kaş ve gözlerini veya ağız ve yüzlerini oynatarak alay etmişlerdi.26 Çok geçmeden şu ayetler inmişti:

“Yazıklar olsun! Vay haline insanları arkadan çekiştiren, küçük düşüren, kaş göz hareketleriyle eğlenenlerin!”27

Ayetle Kur’ân, böyle bir davranışın nasıl bir sonuca davetiye çıkardığını açıkça ortaya koyuyordu.

Tebûk Seferi’ne iştirak eden münafıklar, ‘Bu adam, Rum (Şam) kalelerini ve saraylarını fethedeceğini mi sanıyor!?’ şeklinde hafife alarak Allah Resûlü’yle alay ediyorlardı. Allah Teâlâ, onların bu hâllerinden Resûlünü haberdar etti. Bunun üzerine Nebiler Serveri, bu münafık gürûhun huzuruna getirilmesini emretti. Arkasından onların söz ve davranışlarını yüzlerine vurdu. Bunun üzerine onlar, ‘Ya Resûlallah! Biz sadece şaka yapıp eğleniyorduk.’ dediler.

Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu:

‘Eğer onlara, (niçin alay ettiklerini) sorarsan, elbette ‘Biz, sadece lâfa dalmış şakalaşıyorduk.’ derler. De ki, ‘Allah ile, O’nun âyetleriyle ve O’nun Peygamberi ile mi alay ediyordunuz?’28

Ardından da Cenâb-ı Hak, onların bu davranışlarının kendileri için neye mal olacağını ve yaptıklarının cezasız kalmayacağını bildirdi:

“(Boşuna) Özür dilemeyin; çünkü siz iman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz. Sizden (tevbe eden) bir grubu bağışlasak bile, bir gruba da suçlu olduklarından dolayı azap edeceğiz.”29

Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), karşılaştığı eza, cefa, alay, istihza ve yalanlamaya hep sabırla mukabelede bulunmuş, her türlü sıkıntıyı teenni ile karşılamış, insanlara hak ve hakikati anlatmaya devam etmiştir.30 Müşriklerin söyleyip durduklarından Efendimiz’in canının sıkılıp göğsünün daraldığı bir zamanda şu ayetler nazil olmuştur:

“Şimdi sen, sana ne emredilmişse onu açıkça onlara söyle! O müşriklere aldırma! Seninle alay edenlerin haklarından gelmeye Biz yeteriz. Onlar Allah’tan başka tanrı uyduruyorlar ama yaptıklarının sonucunu yakında öğrenecekler! Onların bu kabil iddialarından ötürü senin canının sıkıldığını çok iyi biliyoruz. Ama sen Rabbini hamd ile tenzih et ve secde edenlerden ol! Sana ölüm gelip çatıncaya kadar da Rabbine ibadet et.”31

Onlar, Peygamber Efendimiz’in şahsıyla alay ettikleri gibi aynı zamanda O’nun vesilesiyle insanlığa ilân edilen âyetlerle de alay ediyorlardı.

Meselâ Ebû Cehil, ‘Muhakkak ki, zakkum ağacı günahkârların yiyeceğidir.’32 meâlindeki âyet nâzil olduğunda kendince bir akıllılık (!) yapmayı plânlamıştı. Gitmiş, hurma ve kaymak getirmiş ve ‘Gelin, zakkum yiyin. Muhammed bizi neyle tehdit ediyor, bakın.’ diye sözde kendince alay etmişti ama kendisinin alay konusu olduğunun farkında bile değildi. Zira o, zakkum ağacıyla, hurma ve kaymaktan yapılan zakkum yemeğini aynı şey zannediyor veya kasten böyle bir kompozisyonla ortamı sulandırmaya çalışıyordu.33

Ahiret inancıyla alay

Hazreti Habbâb İbnü’l-Eret’in (radıyallahu anh), Âs İbn-i Vâil’den alacağı vardı ve Âs ibn-i Vâil bir türlü vermeye yanaşmıyordu. Borcunu tahsil etmek için yanına her gittiğinde:

– Muhammed’i ve dinini inkar etmediğin sürece sana borcunu ödemem, diyor ve hakkı olanı talep ettiğinde bile bunu, dinsizliği adına malzeme olarak kullanıyordu. Yine böyle bir gün Hazreti Habbâb:

– Sen ölüp gitsen de haşir meydanında haşrolacağın zamana kadar asla O’nu inkar edecek değilim, demiş ve nasılsa alacağını tahsil edeceği bir günü hatırlatmıştı ona. Ancak bu inceliği anlamak için insanda akıl ve vicdan olmalıydı. Belki zekaları vardı ama şeytan gibi tek taraflı çalışıyordu. Onun için Hazreti Habbâb’a döndü ve:

– Hani ben, öldükten sonra dirileceğim ya, sen o güne kadar bana mühlet ver, sana olan borcumu o gün öderim; çünkü o gün benim, pekçok çocuğum ve malım olacak, diye alay etmeye başladı.34

Bu, semayı titretecek bir hadiseydi ve çok geçmeden huzur-u risalette yine Hazreti Cibril beliriverdi. Getirdiği ayetle Allah (celle celâluhû), mü’minlerin kuvve-i maneviyesini takviye ediyor ve Âs gibi küstahların akıbetlerinden haber veriyordu.35

Mü’minlerle Alay

Kur’an bize onların mü’minlerle nasıl alay ettiklerini de şu ayetlerle haber vermektedir:

“Günahlara ve suçlara batanlar dünyada iken, müminlerle alay edip onlara gülerlerdi. Yanlarından geçerken kaş göz hareketleriyle onları küçümserlerdi. Ailelerine döndüklerinde yaptıkları bu işlerle övünüp eğlenirlerdi. Onları gördükleri zaman: “Şunlar kaçık insanlar, anormal tipler!” derlerdi.” 36

Gerçekte inanmadıkları hâlde inandıklarını söyleyerek mü’minleri ümitlendirip arkasından yine eski hâl ve davranışlarına bürünerek sürekli bir alay konusu oluşturmak, bunların genel karakterleri olmuş, değişmez âdetleri hâline gelmişti.37 Bununla da yetinmiyor ayette ifade edildiği gibi – Ne zaman onlara: “Şu güzel insanların iman ettiği gibi siz de iman edin.” denilse “Yani o beyinsizlerin inandıkları gibi mi inanalım?” derler. Asıl beyinsizler kendileridir de bunu bilmezler. Bunlar iman edenlerle karşılaştıkları vakit ‘Biz de müminiz’ derler. Fakat şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında da: “Emin olun, biz sizinle beraberiz, biz onlarla alay ediyoruz.” derler. Allah da kendileriyle alay eder ve azgınlıklarında onlara mühlet verir; böylece onlar bir müddet başıboş dolaşırlar.38

Ehl-i küfrün, müşrik ve münafıkların yanında bir de Müslüman’ın şaka niyetiyle dahi olsa dinî değerlerle dalga geçmesi ve bunları espri konusu yapması, dinimizin asla tasvip etmediği bir durumdur. Dolayısıyla dinle ya da peygamberle alay etmek Müslüman’a yakışan bir tavır değil; münafık tavrıdır. Bu tür bir davranış iman etmiş bir kişiyi küfre götürecek tehlikeli bir durumdur. Çünkü Allah’a itaatle O’nun dinini alaya almanın kalpte bir arada bulunması mümkün değildir.

Alay karşısında mü’minin duruşu nasıl olmalı?

Gerek fiilen dinî hükümleri alaya alan tavır ve davranışlarla ilgili olarak, gerekse sözlü sataşmalarla muhatap olunduğunda bir mü’minin nasıl davranması gerektiğini ifade sadedinde Kur’ân bizlere şu tavsiyede bulunmaktadır:

“Âyetlerimiz hakkında alaylı tavırla münasebetsizliğe dalanları gördüğün zaman, onlar başka bir konuya geçinceye kadar kendilerinden yüz çevir. Eğer şeytan bunu sana bir an unutturursa, hatırına geldiği gibi hemen kalk, artık o zalimler topluluğu ile oturma!”39

Aynı zamanda Kur’ân’da mü’minlerin dinleriyle alay eden inançtan nasipsiz kimseleri dost edinmemeleri gerektiğini de şöyle ifade etmektedir:

“Ey iman edenler! Ne dininizi alay ve eğlence konusu yapan sizden önce kendilerine kitap verilenleri, ne de diğer kâfirleri veli edinmeyin. Mümin iseniz, Allah’ın bu buyruklarına karşı gelmekten sakının!”40

Zira bir mü’minin, kendi değerlerine hakaret edildiği yerlerde, konuya ilgisiz kalması mümkün olmadığı gibi zaten normal şartlarda bile onun, iyiliği emredip kötülüklerin kökünü kazıma gibi bir vazifesi vardır ve bu, İslâm’ın ortaya koyduğu ve herkesçe bilinen genel bir gerçektir.

Evet, hakkı temsil eden insanların karşılaşmış oldukları bu seviyesiz tavır ve davranışa karşı, mü’min’e düşen, “Cahiller kendilerine laf atarsa ‘Selâmetle!’ derler.”41, “Boş söz ve işlere rastladıklarında vakarla oradan geçip giderler.”42 esaslarına riayet etmektir. Kur’ân’ın tebcil ettiği bir cemaat olarak o kendini bilmez, ne idüğü belirsizlerin yanından geçerken; âlicenabâne, kerîmâne tebessüm ederek geçmeli ve hakikî Müslüman’ın gerçek ufkunu göstermeli ve onların düştüğü seviyesizliğe düşmemelidir.


Dipnot:

  1. Bkz.: Mü’minûn sûresi, 23/107-111; Mutaffifîn sûresi, 83/29-31.
  2. Hicr sûresi, 15/10, 11; Benzer âyetler için bkz. En’am sûresi 6/10; Ra’d sûresi, 13/32; Enbiya sûresi, 21/41; Zuhruf sûresi, 43/6, 7, 47; Ra’d sûresi, 13/32; Yasin sûresi, 36/30; Mü’min sûresi, 40/83; Mutaffifîn sûresi, 83/29.
  3. Bkz.: Hûd sûresi, 11/32-49.
  4. Hûd sûresi, 11/38-39.
  5. A’râf sûresi, 7/65-72; Hûd sûresi, 11/50-60; Şuâra sûresi, 26/123-140; Ahkâf sûresi, 46/21-25.
  6. A’râf sûresi, 7/70.
  7. Hûd sûresi, 11/53-54.
  8. A’râf sûresi, 7/73-79; Hûd sûresi, 11/61-68; Şuâra sûresi, 26/141-159; Neml Sûresi, 27/45-53; Kamer sûresi, 54/23-32; Şems sûresi, 91/11-15.
  9. Kamer sûresi, 54/23-25.
  10. Kamer sûresi, 54/23-26.
  11. A’râf sûresi, 7/75-76.
  12. A’raf sûresi, 7/80-84; Neml sûresi, 27/55; Şuarâ sûresi 26/165-166.
  13. A’raf sûresi, 7/82; Neml sûresi, 27/56; Şuarâ sûresi 26/167.
  14. Şuara sûresi, 26/176-179; A’raf sûresi, 7/85.
  15. A’raf sûresi, 7/85-86, 90; Hud sûresi, 11/84-86; Şuara sûresi, 26/181 -183.
  16. Hud sûresi 11/89.
  17. A’râf sûresi, 7/85-86; Hûd sûresi, 11/84-86; Şuâra sûresi, 26/181-184; Ankebût sûresi, 29/36.
  18. Hûd sûresi, 11/87.
  19. “Kur’ân’da Mûsâ’yı da an. Çünkü o ihlâs sahibi idi ve İsrailoğulları’na gönderilmiş bir peygamber idi.”(Meryem sûresi, 19/51).
  20. Bkz.: Nâziat sûresi, 79/24.
  21. Şuarâ sûresi 26/23-28.
  22. “Ey iman edenler! Ne dininizi alay ve eğlence konusu yapan sizden önce kendilerine kitap verilenleri, ne de diğer kâfirleri veli edinmeyin. Mümin iseniz, Allah’ın bu buyruklarına karşı gelmekten sakının! Siz ezan okuyarak namaza dâvet edince, bunu alay ve eğlence konusu yaparlar. Onların böyle yapmalarının sebebi, akıllarını kullanmayıp bu güzelliği anlamamalarıdır.” (Mâide sûresi, 5/57-58); bkz.: Sâffat sûresi, 37/12.
  23. Bkz.: Sa’d sûresi, 37/14.
  24. Furkan sûresi, 25/41.
  25. Enbiya sûresi, 21/36.
  26. Bkz. İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2/51.
  27. Bkz. Hümeze sûresi, 104/1-9.
  28. Tevbe sûresi, 9/65; Ayrıca sebeb-i nüzûl için bkz.: Taberi, Camiu’l-Beyan, 10/220, 223.
  29. Tevbe sûresi, 9/66.
  30. Zira gelen Kur’ân âyetleri, herhangi bir kötülük veya zulümle karşılaşıldığında ancak yaşanan kadar mukabeleye izin olduğunu ifade etmekte, ancak yine de af yolunun tutulmasının doğru olduğunu söyleyerek sabır tavsiye etmekteydi. Bkz. Bakara Sûresi 2/194; Şûrâ Sûresi 42/39-43; Nahl Sûresi 16/126; Mâide Sûresi 5/45; İbn İshak, İbn Hişam, Sîretü’n-nebî, 2/50.
  31. Hicr sûresi, 15/94-99.
  32. Duhan sûresi, 44/43, 44.
  33. Taberi, Camiu’l-Beyan, 25/185.
  34. İbn Sa’d, Tabakât, 3/164, 165.
  35. Baksana şu âyetlerimizi inkâr edip: “Mutlaka malım mülküm de olacak, çoluk çocuğum da olacak!” diyen adamın haline! Ne o! Bu adam gaybı öğrenmenin yolunu mu buldu, yoksa Rahman’dan kesin bir söz mü aldı? Meryem sûresi, 19/77-78.
  36. Mutaffifîn sûresi, 83/29-32.
  37. Bkz.: Bakara sûresi, 2/14.
  38. Bakara sûresi 2/13-15.
  39. En’am sûresi, 6/68.
  40. Mâide sûresi, 5/57.
  41. Furkân sûresi, 25/63.
  42. Furkân sûresi, 25/72.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.