Taif’te Kuşatmanın Kaldırılması

355

Taif kuşatmasının üzerinden yirmi1 günden fazla zaman geçmişti ve bir gün Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbına dönüp de rüyasını anlatırken, kendisine içi süt dolu bir kabın hediye edildiğini, ancak onu bir horozun gagaladığını, daha sonra da onun döküldüğünü gördüğünü aktarıyordu. Belli ki, kâsenin içindeki sütü bütünüyle dökmemek için daha hassas davranmak gerekiyordu.

Risaletin kırk küsur parçasından birini ifade eden sadık rüyalar, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) açısından elbette çok ayrı bir mana ihtiva ediyordu. Allah Resûlü de mutlaka mesajını almıştı ve stratejisini ona göre yeniden belirleme yoluna gidecekti. Ancak bunun için ashâbını da işin içine çekmek gerekiyordu ve bir aralık Hz. Ebû Bekir’e dönerek ondan, gördüğü rüyayı yorumlamasını istemişti.

– Bugün Senin, Tâif konusunda maksadına nâil olabileceğini sanmıyorum, diye cevaplıyordu Hz. Ebû Bekir. Bunun üzerine Fahr-i Kâinat Efendimiz de:

– Ben de, diye mukabelede bulundu. “Ben de bunun olacağını sanmıyorum!”

Ardından Nevfel İbn Muâviye’ye döndü ve:

– Yâ Nevfel! Kuşatmayı devam ettirip ettirmeme konusunda ne düşünüyorsun, diye sordu. Belli ki, mesajını alan Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri, konuyu yeniden istişareye açıyordu! Nevfel:

– Yâ Resûlallah, diye başladı sözlerine. “Onlar şu anda, inine sıkışmış tilki gibiler; şâyet üzerine gidersen onu yakalarsın; bırakıp da geri dönersen onun sana verebileceği bir zarar da söz konusu olamaz!”

Bu arada Osman İbn Maz’ûn’un hanımı Havle Binti Hakîm, Allah Resûlü’ne gelmiş ve Tâif’in fethi müyesser olduğunda kendisine Bâdiye Binti Gaylân veya Fâria Binti Akîl’in mücevherlerini vermesini talep etmişti; zira dillere destan bir mücevherata sahiplerdi ve bir kadın olarak Hz. Havle de, şöhretini duyduğu bu mücevherlere sahip olmak istiyordu! Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ona:

– Sakîf üzerine gidip de kalelerini fethetme konusunda bize izin verilmemişse ne olacak ey Havle, diye sormuştu. O da şaşırmıştı; bir taraftan kuşatma devam ediyor, diğer yandan da Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), bu kuşatma konusunda izn-i ilahinin olmadığını söylüyordu! Dışarı çıkar çıkmaz hemen Hz. Ömer’in yanına gelip duyduklarını ona anlattı. Hz. Ömer’in de kafası karışmıştı; bir çırpıda Efendimiz’in yanına geldi ve:

– Yâ Resûlallah, dedi. Havle’nin anlattıkları da ne öyle? Bunları ona, Senin söylediğini zannediyor!

– Evet, diye cevapladı Allah Resûlü: “Onu Ben söyledim!”

– Yani onlara karşı savaşmaya izin yok mu, diye yeniden sordu Hz. Ömer. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Hayır, diyordu. Bunun üzerine Hz. Ömer:

– Öyleyse, geri dönmek için insanlara sesleneyim mi, diye izin istedi. Buna da:

– Evet, diye mukabele ediyordu Allah Resûlü.

Henüz kimsenin muttali olamadığı bir iş dönüyordu ve Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) ashâbına, sabahın erken saatleriyle birlikte muhasaranın kaldırılacağını ve geri çekileceklerini bildiriyordu. Bu hâl, bazılarına çok ağır gelmişti; yüze yüze ucuna kadar gelmişlerdi ama şimdi hiç sebepsiz yere Taif kuşatmasını kaldıracak ve elleri boş döneceklerdi! Bazıları:

– Yani burayı fethetmeden geri mi gideceğiz, diye soruyor ve Tâif’i fethetmeden geri gitmeyeceklerini söylüyorlardı.2 Buna rağmen Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbına binek develerini bırakmamalarını ve sabahın erken saatlerinde geri döneceklerini ilan etmeye devam ediyordu.

Sabah olup da devesine bindiğinde Efendimiz’in yanına yaklaşan Hz. Câbir gibi insanlar, günlerdir kendilerine acı çektiren ve ashâbdan bazılarının da şehit3 olmasına sebebiyet veren Sakîf halkı için kendisinden beddua etmesini talep edecek, ancak Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bu taleplere de müspet cevap vermeyecekti. Aksine Tâif kalelerine doğru yönelen Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) ellerini açacak ve:

– Allah’ım! Sakîflilere de hidâyet nasip et ve onların geçim sıkıntılarını da başlarından gider; onları da aramıza getir, diye daha düne kadar savaştığı insanlara dua edecekti. Ashâbından da şunları söylemelerini istiyordu:

– O Allah ki, kendisinden başka ilah yoktur ve şeriki de söz konusu olamaz; vaadini yerine getirmiş ve verdiği sözü gerçekleştirmiş, kuluna da yardım ederek ordusunu aziz kılıp karşı duran Ahzâb ordusunu da tek başına hezimete uğratmıştır!

Yola koyulup da Ci’râne’ye doğru ilerlerken de onlardan:

– Şimdi bizler dönüyoruz; inşâallah bizler tevbe edicileriz ve Rabbimize kullukla temenna durur, hamd ile de iki büklüm oluruz, diye niyazda bulunmalarını isteyecekti.


Dipnot:

  1. Tâif kuşatmasının on küsur, on beş ve yirmi gün ile yirmi küsur, otuz veya kırk gece devam ettiğine dair farklı bilgilere de rastlanmaktadır. Muhtemelen bu farklılık Tâif’in, Mekke’nin fethi ve Huneyn’in devamı olmasından ve bunları ifade edenlerin her birinin, sadece kendi katıldığı kadarıyla müşahedelerini anlatmasından kaynaklanmaktadır. Bkz. Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 5/388
  2. Hatta, “Burayı fethetmeden geri dönmeyiz” diyen bir gruba Allah Resûlü (s.a.s.), “Öyleyse haydi savaşın!” buyuracak ve onlar da büyük bir hevesle fetih gayreti içine gireceklerdi. Ancak mesele, hiç de bekledikleri gibi çıkmamıştı; Sakîfliler de şiddetle kendilerini müdafaa ediyor ve üzerlerine gelenlere ağır zayiat verdiriyorlardı. Bunu gören Efendimiz (s.a.s.) tebessüm edecek ve kuşatmayı kaldırma talebini yenileyecekti.

    Bunun üzerine kuşatmanın devamı istikametinde fikir beyan edenler de bu fikirlerinden vazgeçmiş ve Resûlullah’ın davetine hızla icabet eder olmuşlardı. Bkz. Buhârî, Sahîh, 4/1572 (4070), 5/2259 (5736), 6/2719 (7042); Müslim, Sahîh, 3/1402 (1778); Said b. Mansûr, Sünen, 2/360 (2863); İbn Ebî Şeybe, Musannef, 7/410 (36952)

  3. Tâif kuşatmasında Urfuta İbn Hubâb, Yezîd İbn Zem’a, Abdullah İbn Ebî Bekr es-Sıddîk (Hz. Abdullah, kuşatma sırasında aldığı yaranın tesiriyle Medine’de vefat etmiştir), Abdullah İbn Ebî Ümeyye, Abdullah İbn Âmir, Sâib İbn Hâris veya Abdullah İbn Hâris, Cüleyha İbn Abdillah, Sâbit İbn Ceza’, Hâris İbn Sehl, Münzir İbn Abdillah ve Rukaym İbn Sâbit olmak üzere toplam on bir kişi şehit olmuştu. Bkz. Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 5/388-389. İbn Hişâm bu rakamı on iki kişi olarak verir. Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 5/159-160
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.