Aile İçi Problemlerin Çözümünde Nebevî Metod

1.496

Peygamber Efendimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) en ince detaylarına kadar bize intikal eden model bir aile hayatı vardır; karşılıklı sevgi ve saygının, ilgi ve alakanın, samimiyet ve içtenliğin, hayır ve faziletin, vefanın ve her türlü güzelliğin zirvede yaşandığı bir yuvadır bu. Benlik ve bencilliğin asla yer bulamadığı bu yuva, “sen” ve “ben”in yok olup, “biz”in var olduğu fazilet dolu bir yuvadır.

Hazreti Hadîce

Hatta O’nun bu fazilet dolu yuvası, risâlet vazifesi verilmeden önce de farklı değildir; yaklaşık 25 yıl birlikte aynı yastığa baş koyduğu Hazreti Hatîce (radıyallahü anhâ), hayatı boyunca unutamadığı en vefalı eşidir! Bu sürenin 15 yılına tekabül eden risâlet öncesi yıllarda bile O’na (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber gibi muamele etmiş, o günün şartlarında uluslar arası ticaretini, dillere destan servetini ve hatta hayatını ortaya koymuş ve bütün sıkıntı, zorluk ve travmalara rağmen insanlık tarihinin şahit olmadığı, bundan sonra da olamayacağı kadar huzuru ve mutlu bir aile hayatı yaşamıştır. Peygamberlik öncesinde sıklıkla gittiği Hira’da Efendimiz’e azık taşımış, birileri kötülük yapar endişesiyle Cebel-i Nûr’un etrafındaki dağların başlarına adamlar yerleştirerek onlara, Muhammedü’l-Emîn’e kimsenin zarar verememesi için bekçilik yaptırmıştır!

Buna mukabil o, Fahr-i Kâinat Efendimiz’in gönlünde çok müstesna bir yer edinmiş, son on yılını Medîne’de geçirmiş olmasına rağmen ne zaman Mekke yâdına düşse ondan bahsetmiş, kendisine gelen hediyeleri onun akraba ve arkadaşlarına göndermiş, yakınlarına izzet ü ikramda bulunmuş ve bunun sebebini soranlara da hep Hazreti Hadîce’nin fazilet dolu hayatını anlatmıştır. Mekke fethi gibi en önemli bir hâdisede, önce onun kabrini ziyaret etmiş ve ikizi sayılan Kâbe’ye ondan sonra yürümüş, hayatının ilk ve tek haccı olan Vedâ Haccı’nda, Arafat’a adım atmadan önce yine onun mezarı başına gelmiş ve ona dua edip vedalaştıktan sonra gitmiş ve Arafat’ta ashabının bütünüyle helalleşmiştir![1]

Diğer Ezvâc-ı Tâhirât

Allah Resûlü’nün, diğer annelerimizle yaşadığı hayat da farklı değildir; peygamberlik gibi dünyanın en ciddi vazifesini deruhte ediyor olmasına rağmen Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem), eşleriyle oturup sohbet eder, onlarla istişare edip şakalaşır, yakından ilgi gösterip değer verir, hem kendilerine hem de yakınlarına itibar eder, zaman zaman karşılaştığı farklı durumları bazen görmezden gelir, yanlışın yanlış olduğunu muhatabının anlamasını ister ve bu süreye karşılık sabreder ve her halükarda muhataplarına iyi muamelede bulunurdu.[2] Hatta, 23 yıl gibi kısa bir zamana sıkışan onca yoğunluk arasında, ev işlerinde onlara yardım ettiği bile olurdu.[3]

Şüphesiz bu evde, her birisi itibariyle farklı konumda 9 tane Ezvâc-ı Tâhirât vardı. Âdeta her birisi, bir kabile, bir şehir veya bir ülkeyi temsil eden vezir mesâbesindeydi! Kadınların temsilcileri, hak ve hukukun da öncelikli uygulayıcılarıydı. Kadın ve aileyle ilgili problemlerin dönüşümünde işin merkezini tutanlar da yine onlardı! Aynı zamanda onlar, İslâm’a düşmanca tavır alan her bir kabile veya şehre açılan pencere ve kapı mesâbesindeydi; böylelikle çözüme kavuşturulan problemlerin diğer kabile ve şeherlerden de temizlenmesi hedeflenmiş ve bu sürecin ilk taşıyıcıları, sözünü ettiğimiz Ezvâc-ı Tâhirât olmuştur.

Aile İçi Problemlerin Çözümünde Nebevî Metod

Her birisi farklı bir kültür ortamından gelen Ezvâc-ı Tâhirât’ın, meselenin özüne vâkıf olacakları âna kadar hem bizzat Efendimiz hem de bir diğerleriyle belli başlı problemleri yaşamaları tabiiydi. Burada garipsenecek hiçbir durum söz konusu değildir; olamaz da! Zira O (sallallahü aleyhi ve sellem), herkese örnek olabilecek bir hayat yaşıyordu. Ailelerinde problem yaşayan insanlar, karşılaştığı problemleri O’nun nasıl çözdüğünü görerek kendilerine model alabilmeleri için bunda zaruret vardı. Dolayısıyla Efendimiz’in aile hayatında da belli başlı problemler oldu. Ancak O (sallallahü aleyhi ve sellem), hiç bir problemin üzerine tehevvürle gidip onun daha da büyümesine zemin hazırlamadı. Aksine yer yer görmezden gelerek, yer yer de şaka ve latifeyle karşılayarak, iz bırakmalarına bile müsaade etmeden kökten çözüverdi.

Şu da bir gerçekti ki Ezvâc-ı Tâhirât, Resûlullah’ın kendilerine bu denli yakın durup kıymet vermesini istismar etmez ve onlar da O’nu baş tâcı yapar, bir dediğini iki etmedikleri gibi bakışlarından bile anlam çıkarıp taleplerine cevap vermek için adeta birbirleriyle yarışırlardı. Maddeye bakan yönüyle belki bu hânede, sınırlı bir hayat yaşanıyordu; hatta bu, Habîb-i Ekrem’in iradi olarak tercih ettiği bir durumdu ve annelerimizin de maddeye karşı aynı duruşu sergilemelerini arzu ediyordu. Ancak yine de onlar, fiziki şartların aksine kendilerini, dünyanın en bahtiyar ve mes’ûd insanları olarak görürlerdi!

Resûlullah’ın ev işlerini Ezvâc-ı Tâhirât yapardı; el değirmeninde alın teriyle ve büyük meşakkatlere katlanarak un öğütürler,[4] imkân olduğu zamanlarda yemeği de onlar pişirirdi.[5] Minder, yatak ve sergilerini kendileri serip kaldırır[6] ve Allah Resûlü’nün abdest suyunu da yine onlar hazırlardı.[7] Yeri geldiğinde Resûlullah’ın kurbanlık develeri için gerekli olan ipi eğirir,[8] Habîb-i Kibriyâ Hazretleri’nin giysilerini de onlar yıkardı.[9] Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) mübarek saçlarını bile tarar,[10] O’na güzel kokular sürerlerdi.[11] Habîb-i Kibriyâ Hazretleri’nin ağız ve dişlerini temizlemek için kullanacağı misvağı yumuşatıp hazır hale getirmek, onlar için bir zevk,[12] onu temizleyip muhafaza etmek de haz duydukları önemli bir vazifeydi.[13]

Onlar da insandı; istek ve talepleri, his ve duyguları vardı. Resûlullah’la birlikte acı-tatlı birçok hâdise yaşadılar; ancak bunların hiçbirisi, onlarda kalıcı iz bırakmamış, meselenin künhüne vâkıf olur olmaz geri adım atmışlar ve ortada bir yanlışlık varsa onu da hemen düzeltmenin yarışı içine girmişlerdir.

Olabildiğince hakperestlerdi; hiç bir zaman duygularının esiri olmaz, hep hakikatın yanında yer alırlardı. Onların rekabetleri bile hayırda yarış şeklinde tezahür ediyordu; birisi ibadet adına bir adım atınca diğerleri de arkasından gelir ve âdeta birbirleriyle kullukta derinlik yarışı yaparlardı. Ramazan ayında Resûlullah’la i’tikâf yapabilmek için ardı ardına Mescid’e yerleşme istekleri, bunun en çarpıcı örneğidir.[14]

İnsaf duygusu, annelerimizin yanında şekillenmiş gibiydi; gönüllerinin kırıldığı gün hiç beklemez, onu hemen tamir etmesini bilir ve bir daha da bunu unutuverirlerdi![15]

Aralarından birisinin, biraz öne geçtiği yerde duyguları harekete geçebiliyor ve buna göre hareket edebiliyorlardı. Ancak bu da, işin künhüne vakıf olacakları âna kadardı; zira onlar, meselenin gerçek yönüne muttali olduktan sonra konuyu olduğu gibi kabullenir ve bir daha itiraz etmezlerdi.[16]

Karşılıklı vefanın, sevgi ve saygının, bütünleşmenin, yaşatma arzusuyla şahsî beklentilerini bir kenara bırakıp sade bir hayat yaşamanın, dertleri paylaşarak yok etmenin, sıkıntılarına ortak olmanın, sıcaklık ve içtenliğin, muhtemel problemleri tabii ortamlarında çözüme kavuşturmanın ve bir ailede yaşanabilecek her türlü güzelliğin merkezi olan bu ailede samimiyet, ihlas, fedakârlık, karşılıklı güven ve faziletten başka ne olabilir ki!

Onca yoğunluğuna rağmen Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), annelerimizin içinde bulundukları hâli yakından takip eder ve onların kullandıkları kelimelerde bile memnuniyetlerini okurdu; Hazreti Âişe ile aralarında geçen şu diyalog bunun en güzel örneğidir:

– Ben, senin Benden hoşnut mu yoksa Bana kızgın mı olduğunu hemen anlıyorum.

– Bunu nereden çıkarıyor ve nasıl anlıyorsun?

– Benden hoşnut olduğun zamanlarda, “Muhammed’in Rabbi’ne yemin olsun ki!” ifadesini kullanırken kırgın olduğun demlerde, “İbrâhîm’in Rabbi’ne yemin olsun ki!” demeyi tercih ediyorsun!

– Gerçekten de doğru! Vallahi de Sen, doğruyu söylüyorsun yâ Resûlallah! Ancak Sana söz veriyorum; bundan böyle Senin isminden başkasını ağzıma almayacağım!”[17]

Makama Uygun Keyfiyet

Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) gibi birisiyle evli olmak kolay değildi; âyetin de ifadesiyle[18] bunun artıları olduğu gibi meşakkat ve sıkıntılı yönleri de söz konusuydu. Zaten genel olarak yaşadıkları hayatın şartları çok ağırdı; risâlet gibi ağır bir yükle serfirâz kılınan ve dünya nimetlerinden istifadeyi iradî olarak bir kenara bırakan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ile yürümenin elbette bir bedeli vardı. Zira bu hâne, herkese örnek ve kılın kırk yarılarak yaşandığı bir mektepti; burada cereyân eden en küçük bir mesele dahi, yeri ve zamanı geldiğinde büyüklerden daha büyük hâle gelebiliyordu. Aynı zamanda bir kadın için kıskanma, kadın olma fıtratının bir gereğiydi ve annelerimiz de kadındı. Ancak bu hâne o kadar nezihti ki bu kadarcık bir kusur bile orada büyük bir kabahat olarak görülecek, harem hukukunun bir gereği olarak telakki edilecekti. Zira sultana yakınlığın kazandırdıkları kadar kaybetme riski de büyüktü.

Aslında bunlara kusur demek de mümkün değildi; zira henüz teşriin devam ettiği bir dönemde onlardan zuhûr edecek bu türlü farklılıklar, meselenin gerçek yönünün ortaya çıkmasında önemli bir dinamik olarak görülüyordu. İşte üst üste gelen iki hâdise, onlar açısından çok şey ifade ettiği gibi arkadan gelenler için de çok yönlü mesajlar ihtiva etmektedir; sonuçta tercihlerini Allah ve Resûlullah’ın murâdı istikametinde kullanan annelerimiz kazanırken bizim için aynı imtihan, olanca şiddetiyle devam etmektedir.

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), özellikle ikindi namazından sonra Ezvâc-ı Tâhirât’ın yanına giderek onların hâl ve hatırını sormayı, onlarla birlikte belli bir süre geçirerek gönüllerini almayı itiyâd edinmişti. Böylelikle her birisi için ortak bir zaman tayin etmiş oluyor ve zevceleri arasındaki adâleti de tesis ediyordu! Çoğunlukla tekrarlanan bu ziyaretler annelerimizde beklenti oluşturmuş ve her ikindi vaktinden sonra yanlarına Allah Resûlü’nün geleceğini intizar eder olmuşlardı.

Bir gün yine oturmuş Resûlullah’ı bekliyorlardı. Ancak zaman ilerlemiş olmasına rağmen O’ndan haber alınamıyordu. Her geçen dakika onları meraklandırıyor, Fahr-i Kâinat Efendimiz’le geçirdikleri müşterek bir zamanlarının olmayacağından endişe duyuyorlardı.

Derken Habîb-i Kibriyâ Hazretleri çıkageldi. Yeniden heyecanlanmışlardı. Hemen istikbâl ettiler. Geç de olsa dolunay misâl çehre yine üzerlerine doğmuş, Allah’ın en sevgili kulu meclislerini şereflendirmişti. Ancak içlerinde bir şüphe vardı. Annelerimiz adına Âişe Validemiz söz aldı ve İnsanlığın Emîni’ne, bu gecikmenin sebebini sordu. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), “Zeyneb’in kavminden bir kadın, hediye olarak ona bir kap bal getirmiş!” buyurdu.

Anlamışlardı; demek ki gecikmesinin sebebi Zeyneb Validemiz’di! Bir kadın olarak fıtratları gereği harekete geçti ve aralarında konuşarak anlaştılar; kimin yanına gelirse, “Sen ne içtin? Bu koku da ne?” diyeceklerdi! Cevap olarak, “Bal şerbeti içtim!” dediğinde ise, “Herhalde bu arı, çiçeklerini kötü kokulu ağaçlardan toplamış!” diye de ilave edeceklerdi. Zira Resûlullah’ın, hoş olmayan kokulardan uzak durduğunu ve kerih kokuyu sevmediğini biliyorlardı.[19]

Gerçekten de öyle oldu. Hangisinin yanına gelmişse aynı tepkiyle karşılaşıyordu. Her defasında, “Hayır! Ben, sadece Zeyneb Bint-i Cahş’ın yanında bal şerbeti içtim!” buyurmuştu buyurmasına ama Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), annelerimizin bu tavrından alınmıştı. Hatta bundan dolayı yemin etmiş ve onlara, bir daha bal şerbeti içmeyeceğini söylemişti.[20]

Böyle bir söz ve böyle bir yemin herhangi bir insandan sudûr etmiş olsaydı, belki değişen bir şey olmazdı. Ancak Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) herhangi bir insan değildi; hâlâ devam etmekte olan vahyin biricik muhatabıydı! Din, O’na gelen vahyin ışığında şekilleniyor, Resûlullah da (sallallahu aleyhi ve sellem) toplumda onun temel taşlarını yerleştiriyordu. Dolayısıyla O’nun dudaklarından dökülen her cümleye bir hüküm bina edilecek, böyle bir tercih, arkadan gelenler için de örnek teşkil edecekti.

Yine çok geçmedi ve huzura, Cibrîl-i Emîn geldi; yine vahiy getiriyordu! Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) boncuk boncuk ter döküyor, omuzlarına inen yükün ağırlığı altında beli kırılırcasına ıztırap duyduğu görülüyordu.

Derken bu hâl açılmış ve Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yüzüne yeniden tebessüm gelmişti. Zira Yüce Mevlâ O’na, “Ey Nebî!” diye seslenmişti. “Eşlerini memnun etmek için kendini sıkıntıya sokup da, Allah’ın Sana helâl kıldığı şeyleri niçin nefsine haram kılıyor, âdeta kendini onlardan mahrum bırakıyorsun? Bilirsin ki Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir. Gerektiğinde yeminlerinizi çözmek için Allah (celle celâluhu), size keffaret yolunu göstermiştir. Allah (celle celâluhu), sizin yardımcınız, sahibinizdir. Ve aynı zamanda O (celle celâluhu), her şeyi mükemmelen bilen, tam hüküm ve hikmet sahibidir.”[21] İfadelerde, kurbiyette zirveyi yakalamış olmanın sıcaklığı hissediliyor ve Resûlullah’ın şahsında insanlığa yeni mesajlar sunulmak suretiyle birkaç mesele çözüme kavuşturulmuş oluyordu. Bunların ilki, Allah’ın helal kıldığını insanın, kendi için haram telakki etmemesi gerektiğiydi. İkinci mesele ise, şayet böyle bir haram kılma söz konusu olmuşsa bu, af ve mağfireti gerektiren bir duruştu ki ancak Allah’ın Gafûr ve Rahîm sıfatlarına sığınmakla sahil-i selâmete çıkılabilirdi. Diğer mesele de, yemin edip de helali kendine haram kılanların, yemin keffâreti ödeyerek yeniden helale dönüş kapılarının açılmasıydı.

Aile İçi Problemlerin Çözümü

Ezvâc-ı Tâhirât’la ilgili beyanlar bununla da sınırlı değildi; Cibrîl-i Emîn’in getirdiği beyanlarda daha keskin ifadeler de yer alıyordu. Zira bu sıralarda Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), kimseye söylememesi kaydıyla Hafsa Validemiz’e bir sır vermişti.[22] Ancak meselenin bu denli ciddi olduğunu henüz fark edemeyen Hafsa Validemiz de onu, kendisine daha yakın bulduğu Âişe Annemiz’le paylaşmıştı.
Olacak ya, üst üste gelmişti!

Derken bu durumdan Allah (celle celâluhu), Resûlü’nü haberdâr etmiş ve O da (sallallahu aleyhi ve sellem), kendisine bildirilenin bir kısmını Annemiz’le paylaşmıştı. Bir anda tedirgin oldu ve hemen Resûlullah’a, “Bunu Sana kim bildirdi?” diye sorunca Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) da, “Her şeyi bilen Alîm ve her hadiseden haberdar olan Habîr bildirdi!” cevabını verdi.

Çok mahcup olmuştu. Fahr-i Kâinat Efendimiz’e ait en küçük bir mesele, demek ki büyüklerden daha büyüktü ki Cibrîl-i Emîn geliyor ve meseleye müdahil oluyordu! Nübüvvet medresesinde yeni bir ders daha alıyorlardı. Demek ki ‘ser verilmeli ama sır’ verilmemeliydi. Zira bu, nedâmetle Yüce Dergâh’a yönelmeyi gerektirecek bir eksiklik, kalbin rotasını değiştirecek bir durumdu. Esas yürek hoplatan ifadeler bundan sonra kendini gösteriyordu:

“Şimdi ikiniz de ey Peygamber eşleri, diyordu Yüce Mevlâ. “Eğer kalplerinizin matlup olan durumdan kayması sebebiyle Allah’a tövbe ederseniz ne âla![23] Yok eğer hislerinize mağlub olup Peygambere karşı birbirinize arka çıkarsanız bilin ki Allah, O’nun yardımcısıdır; Cebrâil, sâlih mü’minler ve melekler de ayrıca O’nun yardımcılarıdır! Eğer O sizi boşayacak olursa, iyi bilin ki Rabbi O’na, sizden daha hayırlı, Allah’a teslimiyet gösteren, mü’min, gönülden itaat eden, tövbekâr, ibadet neşvesiyle dolu, oruca düşkün, dul veya bâkireler olarak başka eşler de nasib eder.”[24]

Evet, onlar Allah Resûlü’nü başkalarından kıskandıkları için şaka yollu böyle bir işe tevessül etmişlerdi; ancak Yüce Mevlâ’nın, O’nu ne kadar sevdiğini ve O’nun hakkında ne kadar gayûr olduğunu şimdi daha iyi anlıyorlardı. Aynı zamanda bu ifadeler, Resûlullah’ın Hakk katındaki konumunu bir kez daha tescil ederken, böyle bir makamın sahibine eş olmanın da ne kadar mes’ûliyetli bir iş olduğunu da göstermiş oluyordu. Öyleyse has daireye alınanların, burada bulunuyor olma keyfiyetine halel getirecek davranışlar içine girmesi olmazdı ve annelerimiz de bu davete icabet ederek bundan böyle daha dikkatli bir hayat yaşayacaklardı.

Bu ailede, bundan daha ağırı da oldu; insanların elindeki imkanlar bir miktar genişleyince aynı imkanlardan onlar da istifade etmeyi düşündüler ve bu taleplerini Allah Resûlüne de taşıdılar. Dünya adına küçük bir talepti; ancak Resûlullah gibi iradi olarak dünyaya mesafe koyan bir Nebi’ye yakın olanlar için uygun bir talep değildi ve bu talebin ardından Fahr-i Kâinat Efendimiz’in aldığı tavır ve ardından aynı istikamette gelen âyetler,[25] annelerimizi perişan etmiş, hemen geri adım atarak Allah ve Resûlullah’ı herşeye tercih edeceklerini söylemiş[26] ve bir daha hayatlarının sonuna kadar çizgilerini değiştirmemeye, Resûlullah’ın hassasiyetini hayatlarının gayesi bilmeye ahdetmişlerdir.[27] O kadar ki dünya ayaklarının altına serildiği dönemlerde bile ellerine geçen imkanları hemen ihtiyaç sahiplerine dağıtacak, kendileri ise yine zaman zaman aç kalma pahasına bu duruşlarını asla değiştirmeyeceklerdir.[28]

Gerginlikleri Bitiren Bir Latife

Bazen annelerimizin arasında da kırgınlık olabiliyordu. Hatta bazen mesele, sadece sözle sınırlı kalmıyor, karşılıklı hamlelere bile dönüşebiliyordu! Bu türlü durumlarda yine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) araya giriyor, işi ciddiyetle ele almak yerine lâtifeleriyle yumuşatıyor ve böylelikle onları barıştırıyordu. Bir gün Âişe Validemiz, süt veya su karışımlı bir un yemeği pişirmiş ve Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) ikram etmişti. Bu sırada Sevde Validemiz de aynı mekânı paylaşmakta, Resûlullah’ın hemen yanında durmaktaydı. Efendimiz’e yemekten ikram eden Hazreti Âişe, Sevde Validemiz’i de aynı yemeğe davet etti. Ancak o, gönlündeki kırıklık sebebiyle bu davete icabet etmiyor, yemeğe gelmek istemiyordu. Bunun üzerine Âişe Validemiz, “Ya sen de gelir bu yemekten yersin veya bu yemeği yüzüne gözüne sürerim!” diyerek onu zorlamak istedi. Ancak cevap yine müspet değildi; belki de akran arasında olması muhtemel bir kırgınlık söz konusu idi. Eğer durum böyle ise bu zemin onun gönlünü almak için çok önemliydi ve meseleyi mülâtefenin zeminine çekip kaynaştırıcı bir hamle yapılması gerekiyordu. Derken Âişe Validemiz, eline aldığı bir miktar yemeği Sevde Validemiz’in yüzüne bulayıverdi!

Allah Resûlü’ne de tebessüm ettiren bir davranıştı bu. Annelerimiz arasında zaman zaman baş gösteren gönül yaralarının sarılması adına ortamı değerlendirmek isteyen Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), bu tabloyu da vifaka vesile yapacaktı. Yemeği, mübarek eline aldı ve Sevde Validemiz’e uzatarak, “Sen de onun yüzüne aynı şeyi yap!” buyurdu.

Efendimiz’in dediği olmuş ve Sevde Validemiz de Âişe Validemiz’in yüzünü un yemeğiyle buluşturmuştu. Ortada tebessümü gerektiren bir manzara vardı ve Nûr Cemâl de, bu tabloyu tebessümle seyrediyordu.

Bu sırada dışarıda Hazreti Ömer’in gür sesi duyuldu; “Ey Abdullah! Ey Abdullah!” diyor ve muhtemelen oğlu Abdullah İbn-i Ömer’i yanına çağırıyordu.

Resûlullah’a sesini duyuracak kadar yaklaşan Ömer, huzura gelmeden geri dönmezdi ve Allah Resûlü de (sallallahu aleyhi ve sellem), onun içeri gireceğini düşünerek annelerimize, “Haydi kalkın ve yüzünüzü yıkayın!” buyurdu.

Temelinde şaka bile olsa her hâdise bir hakikati ifade ediyordu. Demek ki aile içinde yaşanan meselelerin dışarıdan üçüncü şahıslar tarafından bilinmesi doğru değildi. Aynı zamanda sesin sahibi Hazreti Ömer’di ve Allah Resûlü nezdinde onun ayrı bir yeri vardı. Annemiz de buradan bir sonuç çıkarmıştı; şöyle diyordu:

“Resûlullah’ın, Ömer karşısındaki tavrını gördüğüm o gün bugündür ben, onun heybetinden hep çekinirim!”[29]

Naz Makamı

Aynı ortamı bir aile çerçevesi içinde paylaşıyor olmanın bir sonucu olarak bazen annelerimizden bazılarının, Efendimiz’e karşı naz yaptıkları, hatta yeri geldiğinde seslerini yükselttikleri de olurdu. Bunlar tabiiydi; olmalıydı ki benzeri bir durumda nasıl tavır alacaklarını Resûlullah’tan öğrenebilsinler! Başta Mekke müşrikleri olmak üzere başkalarıyla münasebetlerinde bile setliğe karşı sertlikle mukabele etmeyen Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem), annelerimizin bu duruşları karşısında da ortamı yumuşatıp meseleyi gerginliğe götürmeden çözecek bir yol izlerdi.

Bunalıp sıkıldığı, biraz da evde sesini yükselttiği günlerden birisinde Âişe Validemiz’in evine babası Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh) gelmişti. Resûlullah’a canını kurban etmeye hazır olan Hazreti Ebû Bekir, kızı Âişe’nin O’nun bulunduğu yerde sesini yükseltmesinden oldukça rahatsız olmuş ve bir kenara çekerek Hazreti Âişe’yi itâb etmeye başlamıştı. Bu arada elini de kaldırmış, aksi halde neler yapacağına dair tehditler savuruyordu. Resûlullah’ın da bu manzaraya şahit olduğunu görünce elini indirmiş, toparlanmış ve utancından yerin dibine girecek gibi olmuştu; zira O’nun olduğu yerde ve yine O’nun ailesine karşı bu yapılamazdı! Çareyi, sessizce orayı terk etmekte buldu.

Hazreti Ebû Bekir’in ardından bir süre bakan Habîb-i Kibriyâ Hazretleri, Âişe Validemiz’in yanına geldi ve onu göstererek, “Bak!” dedi. Adamla aranıza nasıl girdim de seni onun hışmından nasıl kurtardım!”

Çok geçmedi; bir süre sonra Sıddîk dost yine kapıdaydı. Ancak bu sefer açılan kapıda mütebessim ve sürurlu bir çehre vardı. Hemen Resûlullah’a nazar etti; aynı hâl O’nda da nümâyandı. Önceki manzarayı da hatırlatarak sevincini şu cümlelerle paylaştı:

“Aranızdaki gerginlik ve muharebeye beni ortak ettiğiniz gibi sevinç ve muhabbetinizi de benimle paylaşsanız ya!”[30]

Bir gün Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), yanında bir esirle gelmiş ve onu, Âişe Annemiz’in hücresine bırakıp dışarı çıkmak zorunda kalmıştı. Bu sırada hücrede, Annemiz’le birlikte birkaç kadın daha vardı; konuşuyorlardı. Konu konuyu açmış ve zaman bir hayli ilerlemiş, âdeta esiri unutmuşlardı. Durumu fark edip fırsatını bulan adam ise aradan sıvışıp kaçıvermişti.

Bir müddet sonra Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) tekrar çıkageldi; ancak, adamın yerinde yeller esiyordu! Çok celâllendi ve Âişe Validemiz’e dönerek, “Ey Âişe! Esir ne oldu? Nerede?” diye sordu. Annemiz’in diyebileceği bir şey yoktu; boynunu büktü ve üzülerek, “Kadınlarla birlikte ben de dalıp gitmişim!” diyebildi. Dikkat kesildiğinde Resûlullah’ın, “Vah senin bu haline! Hay elleri kırılasıca!”[31] dediğini duydu. Bin pişmandı. Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu söylediğine göre hali perişandı!

Bu arada Fahr-i Kâinat Hazretleri de çıkmış ve ashabıyla birlikte esiri tekrar yakalamışlardı. Eve geldiklerinde Hazreti Âişe’yi, ellerini evirip çevirirken buldu ve sordu:

“Hayırdır, ne oldu? Yoksa abdest mi alman gerekiyor?”

Makam, yine naz makamıydı ve Annemiz de bu makamın hakkını verecekti; şöyle dedi:

“Bana beddua ettin ya; ellerimden hangisi yerinden kopup gidecek diye onlara bakıp duruyorum!”

Böylelikle o, hem Resûlullah’ın beddua etmesinden korktuğunu söylemiş oluyor hem de bu bedduayı hakkında duaya çevirmek istiyordu. Zaten Resûlullah da onu yapacaktı; ellerini açtı ve sena dolu cümlelerin ardından, “Allahım!” dedi. “Ben de bir beşerim; ve bir beşer gibi Ben de celâllenirim! Erkek veya kadınlardan hangi mü’mine beddua etmişsem onlar için bunu Sen, onları maddi ve manevi kirlerden arındıracak bir temizlik vesilesi kıl!”[32]

Resûlullah’ın irtihaline yakın günlerden birisinde Hazreti Âişe’nin de başı ağrımış ve ağrıyan başını tutarak “Vah başım!” diye söylenmişti. Bunu duyan Habîb-i Kibriyâ Hazretleri ona döndü ve “Bilakis, vah Benim başım!” diye mukabelede bulundu. Ardından da ilave etti:

“Benden önce ölsen ne çıkar ki? Seni Ben yıkar, Ben kefenler, namazını Ben kıldırır ve mezarına da seni Ben emanet ederim!”

Hiç beklemediği anda Resûlullah’tan bunları duyan Hazreti Âişe, önce endişe dolu gözlerle Habîbullah’a baktı; bedenine akseden tavırları yumuşak ve oldukça şefkat doluydu. Belli ki şaka yapıyordu! Öyleyse şakaya şaka ile mukabelede bulunabilirdi; döndü ve Allah Resûlü’nü de tebessüme sevk edecek olan şu cümleyi söyledi:

“Tabii, ben öleyim ve beni teçhiz ü tekfin ettikten sonra Sen, diğer hanımlarınla birlikte arkamdan istediğini yap, öyle mi?”[33]

Benzeri örnekler çoğaltılabilir; ancak sonuç değişmemektedir: Ciddiyet gerektiren konumuna rağmen Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), ailesi ve çocukları dahil etrafındakileri ciddiyetten çatlatmıyor, bilakis onlarla sade ve çok tabii bir hayat yaşıyordu. Hatta zaman zaman onları eğlendirmek istiyor ve muhtemelen böylelikle belli aralıklarla rahatlamalarını temin ediyordu.[34] Bir bayram münasebetiyle Âişe Validemiz’i omuzuna alıp Mescid’de gösteri yapan Habeşlileri seyrettirdiği herkesin malumudur![35]

Aile Fertlerini Rahatlatma ve Meşru Eğlence

Ancak şu da bir gerçek ki Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ölçünün dışına çıkılan yerde hemen müdahale ediyor ve meşru eğlencenin sınırlarını da çizmiş oluyordu. Huzur-u Nebevî’ye bir gün çalgıcı kadınlardan birisi gelmişti. Belli ki maharetini sergilemek istiyordu. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Âişe Annemiz’e seslenerek, “Ey Âişe!” dedi. “Bunu tanıyor musun?”

Efendiler Efendisi’nin gösterdiği kadına baktı; tanımıyordu ve “Hayır ey Allah’ın Nebisi!” diye mukabelede bulundu. Bunun üzerine Habîb-i Kibriyâ Hazretleri, “Bu, falan kabilenin çalgıcısı olan kadın; senin için de çalgı çalmasını ister misin?” deyince Annemiz de, “Evet!” diye mukabelede bulundu.

Eline malzemelerini alan kadın, ortaya çıkıp hünerlerini sergilemeye başlamıştı ki Resûlullah’ın yüzünde hoşnutsuzluk emâreleri kendini hissettirmeye başladı. Âişe Validemiz’in bu konuda tecrübesi vardı; daha önce de benzeri bir durumla karşılaşmış, hücresinde oyun oynayan iki kızın hareketlerinden Allah Resûlü’nün hoşnut olmadığına şahit olmuştu. Eğlence adına çizilen alanın dışına çıkılınca ikaz geliyordu! Bugün de benzeri bir durumla karşı karşıyaydı; gerek seslendirilen nağmeler gerekse bunu yaparken kadının ortaya koyduğu tavır, mü’min ciddiyetiyle bağdaşmayacak durumdaydı. Zaten Resûlullah’ın ikazı da gecikmedi; Annemiz’e döndü ve rahatsızlığının sebebini de izah edercesine şunu söyledi:

“Bu kadının ses tellerine Şeytan nüfûz etmiş!”[36]

Hazreti Âişe ile Efendimiz’in, hedef belirleyip koşu yapmaları da, aile efradını rahatlatma ve o günün toplum telakkisindeki kadın algısını fiilen yok etmeye matuf bir tercihtir. Üstelik herkesin gözü önünde cereyan eden bu hâdise iki kez vuku bulmuş ve bunlardan ilkinde Âişe Validemiz hedefe ilk varan olurken, ikincisinde Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) onu geride bırakmış ve böylelikle, öncekinin rövanşını aldığını ifade etmiştir![37]

Ahlâk-ı Âliyenin Baş Talebeleri

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), çok hassas bir hayat yaşıyordu. Zaten O (sallallahu aleyhi ve sellem), güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilmişti ve bu ahlâkın en güzelini insanlara da talim buyuruyordu. Elbette bu talimden nasibini alanların başında annelerimiz geliyordu. Gerek sözlü yönlendirme ve beyanlarına gerekse hareket ve davranışlarıyla örnek oluşuna bakarak ahlâkın en doğru olanını Allah Resûlü’nden (sallallahu aleyhi ve sellem) alıyor ve bunu başkalarıyla da paylaşıyorlardı.

Her fırsatta yeni bir hüküm, ahlâk-ı âliye adına da yeni bir yol öğreniyorlardı. Hâne-i saâdetlerine gelen her bir insan, getirilen her bir hediye veya o gün cereyan eden her bir hâdise, Kur’ân ahlâkının mücessem ve mükemmel temsilcisi Habîb-i Kibriyâ Hazretleri’nden yeni yeni hükümler öğrenmelerini netice veriyordu.

Habîb-i Kibriyâ Hazretleri’nin Âişe Validemiz’in hücresinde olduğu bir akşamdı. Annemiz O’na, arpa unundan küçük bir çörek hazırlamıştı. Ancak Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), hâne-i saâdetlerine girer girmez kapıyı kapatmıştı; belli ki istirahat etmek istiyordu. Zira böyle yaptığı zamanlarda O’nun, istirahat etmek istediğini biliyordu; uyumak istediklerinde kırbanın ağzını bağlar, kâsenin üzerini örter ve şayet varsa lambayı da söndürürdü.

O akşam da Annemiz, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) çıkıncaya kadar beklemeyi tercih etti. Ancak Efendimiz’in çıkışı uzun sürünce, üzerine bir ağırlık çökmüş ve o da uyumuştu.

Bu sırada Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), bir miktar üşümüş ve Annemiz’in yanına gelip durumunu arz etmişti. Derken yanağını Annemiz’in dizine koyup ısınmayı tercih etti ve ardından da aynı hâlde uyumaya başladı.

Bu sırada kapıdan içeriye komşularından birisine ait bir koyun girmiş ve orada duran küçük çöreği kaptığı gibi dışarı çıkmıştı. Annemiz’i telaşlandıran bir tabloydu bu; Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) için hazırladığı çörek gidiyordu! Olduğu yerden onu korkutmak istedi; ancak aldırdığı yoktu. Onun bu telaşına Resûlullah da (sallallahu aleyhi ve sellem) uyanmıştı ve O’nun uyanmasını fırsat bilerek Annemiz de kalktı; koyunun peşinden o da koşmaya başlamıştı. Onun bu hâlini gören Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), ardından şöyle sesleniyordu:

“Yetişirsen sadece çöreğini al; sakın ola ki koyununun yaptığından dolayı komşuna eziyet etme![38]

Yine Hazreti Âişe (radıyallahü anhâ), Efendimiz’in üzerinde oturması için üzerinde resim olan bir yastık satın almıştı. Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) eve geldiğinde bu yastığı gördü ve içeri girmekten imtina etti. Bu durum, Hazreti Âişe’yi endişelendirdi ve “Yâ Resûlallah!” dedi. “Allah’a tevbe edip Resûlullah’tan da affımı dilerim; bir günah mı işledim?” Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), “Bu yastığın hali de ne böyle?” diye mukabelede bulununca, “Onu, üzerine yaslanıp oturman için satın almıştım!” Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem), “Bu resimleri yapanlar, âhiret gününde azâba dûçâr bırakılacaklar ve onlara, ‘Haydi, bu yaptıklarınıza şimdi hayat verin bakalım!’ denilecek. İçinde bu türlü resimler olan eve melekler girmez!”

Mesele bu kadar net olunca o da kendine düşeni yaptı; kalktı ve Allah Resûlü’nü rahatsız eden, evlerine meleklerin girmesine mâni olan o resimli yastığı ortadan kaldırıverdi![39]

Allah’ın çok farklı maksat ve hikmetler için tanıdığı çok kadınla evliliğinin bir neticesi olarak aynı anda 9 annemizle evliliğini devam ettiriyor olmasına ve bu 9 annemizin de farklı muhitlerden geliyor olmanın tabii bir neticesi olarak fıtratlarındaki farklılığa rağmen Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), onların her birisine mahsus zaman ayırmış ve her birisiyle de imrenilecek zirve bir aile hayatı yaşamıştır. Hangi annemizin dünyasından bakılırsa bakılsın, en sevgili O’dur (sallallahü aleyhi ve sellem); ne onları incitmiş, ne de herhangi bir şiddet uygulamıştır! O’na en yakın ve ilim hususiyetine muttali olan Âişe Validemiz (radıyallahü anhâ), bunu bize aktarırken kesin bir dille şunu söylemektedir:

“Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), ne bir hizmetçiye ne de bir kadına asla el kaldırmadı, vurmadı! Hatta O (sallallahü aleyhi ve sellem), eliyle hiçbir şeye vurmadı!”[40]

Sonuç

Bütün bunların ifade ettiği anlam açıktır; istenir ve teşebbüste bulunulursa, şiddete hiç tevessül etmeden de her problem çözülebilir. Ancak bu, kendiliğinden olmaz; problemi çözmek için niyet ve gayret gerekmektedir. Efendimiz’in 23 yıllık tebliğ hayatında, çözülemeyecek problemin olmadığını bilfiil gösteren yüzlerce, hatta binlerce örnek vardır!

İslâm, ele aldığı her meseleyi, öncelikle bütünüyle kuşatmış ve bir tabib hassasiyeti içinde önce problemi teşhis ederek ardından probleme özel çözüm önerileri getirmiştir. Bugünkü problemlerimizi çözmeyi düşünüyor ve bu yolda Asr-ı Saâdet’in rehberliğine müracaat etmek istiyorsak, onu bütün yönleriyle mercek altına almamız gerekmektedir.

Yazar: Dr. Reşit HAYLAMAZ


Dipnotlar:
[1] Geniş bilgi için bkz. Burak, Bekir, Hz. Hatice, Rehber Yayınları, İstanbul, 2011
[2] Bkz. Canan, İbrahim, Aile İçi Eğitim, Gül Yurdu Yayınları, İstanbul, 2011, s. 211 vd; Haylamaz, Reşit, Mü’minlerin En Mümtaz Annesi Hazreti Âişe, Işık Yayınları, İstanbul 2011, s. 61 vd.
[3] Bkz. Buhârî, Cemâa 15 (644); Edeb 40 (5692); Tirmizî, Kıyâme 45 (2489); Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 6/49 (24272)
[4] Buhârî, el-Edebü’l-Müfred 1/55 (120)
[5] Müslim, Tevbe 56 (2770)
[6] Tirmizî, Şemâil 1/270 (330)
[7] Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 6/68 (24432)
[8] Buhârî, Hacc 105 (1609, 1611); Müslim, Hacc 359 (1321); Ebû Dâvûd, Menâsik 17 (1757); İbn-i Mâce, Menâsik 94 (3095)
[9] Buhârî, Vudû’ 64 (227); Ebû Dâvûd, Tahâre 142 (388)
[10] Buhârî, İ’tikâf 2 (1924); Müslim, Hayz 6 (297); Ebû Dâvûd, Sıyâm 78 (2467)
[11] Buhârî, Hacc 17 (1465); Müslim, Hacc 31 (1189); Tirmizî, Savm 77 (917)
[12] Müslim, Salâtu’l-Müsafirîn 139 (746); Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 6/53 (24314); İbn-i Mâce, İkâmetü’s-salât 123 (1191); Nesâî, Salât 67 (1315) İbn-i Huzeyme, Sahîh 2/141 (1078); İbn-i Hibbân, Sahîh 6/195 (2441); Beyhakî, Sünen 3/29 (4588); Nesâî, Kübrâ 1/173 (448)
[13] Ebû Dâvûd, Tahâre 28 (52); Beyhakî 1/39 (168)
[14] Bkz. Buhârî, İ’tikâf 6 (1928); Müslim, İ’tikâf 2 (1173); Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 6/84 (24588)
[15] Bk. Hâkim, Ebû Abdillah Muhammed b. Abdillah en-Neysâbûrî, el-Müstedrek ale’s-sahîhayn, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut 2006, 4/24; İbn Sa’d, Tabakât, 8/100; Zehebî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed b. Osman, Siyeru a’lâmi’n nübelâ, Müessesetu’r-Risâle, Beyrut 1993, 2/223; İbn Hacer, İsâbe, 7/653.
[16] Buhârî, Hîbe 7 (2442); İbn-i Sa’d, Tabakât 8/172; Nesâî, Işretü’n-Nisâ 3 (3950); Tirmizî, Menâkıb 63 (3879). Daha önce zikri geçen ve Allah Resûlü’nün, “Gördün mü? Adamın hışmından seni nasıl da kurtardım!” diyerek latife yaptığı hâdise de muhtemelen bu sırada gerçekleşmiştir. Bkz. Müslim, Radâ’ 46 (1462); Ebû Dâvûd, Edeb 92 (4999); Nesâî, Kübrâ 5/139 (8495); 5/365 (9155)
[17] Buhârî, Nikâh 107 (4930); Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe 80 (2439); Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 6/61 (24363)
[18] Bkz. Ahzâb 33/28-35
[19] Bkz. Buhârî, Hıyel 11 (6571); Talâk 7 (4967); Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 6/249 (26162)
[20] Bkz. Buhârî, Tefsiru Sûre 386 (4628); Talâk 7 (4966); Müslim, Talâk 21, (1474); Nesâî, Talâk 17 (3421)
[21] Tahrîm, 66/1, 2
[22] Bu sırrın kime verildiği ve onun da bunu kiminle paylaştığına dair Kur’ân herhangi bir tasrihte bulunmamakta, tafsilat Hadîs kitaplarında yer almaktadır. Buna göre kendisine sır verilen Hafsa Validemiz, onun bu sırrı paylaştığı isim de Âişe Annemiz’dir. Efendimiz’in Hafsa Validemiz’e verdiği bu sırla ilgili olarak da farklı yorumlar da yapılmıştır. Bunların en önemlileri şunlardır: 1. Bal şerbeti içmemeye yemin etmesi. Bkz. Buhârî, Tefsiru Sure, 386 (4628); Talâk 7 (4966); Müslim, Talâk 21, (1474); Nesâî, Talâk 17 (3421) 2. Zayıf senetli bir rivâyet olarak Hazreti Mariye’ye yaklaşmayacağına dair yemini. Bkz. Beyhakî, Sünen 7/353 (14854); Nesâî, Kübrâ 5/286 (8907); 6/495 (11607); Makdisî, el-Ehâdîsü’l-Muhtâra 5/69 (1694). 3. Hilafetin önce Hazreti Ebû Bekir, sonra da Hazreti Ömer’e geçeceği. Burada dikkat çeken bir diğer husus da, Kur’ân’ın ‘sır’ dediği meselenin yine ‘sır’ olarak kalması, vahyin aile içi bu sırrı ifşâ etmemiş olmasıdır. Bu yönüyle de Kur’ân, aile mahremiyetiyle ilgili olarak çok yönlü bir ders vermektedir.
[23] Âyetteki ifadeleri, “Şayet Allah’a yönelip O’na tevbe ederseniz bu mümkün ve çok kolaydır; zaten sizin kalpleriniz de böyle bir tevbeye meyillidir!” şeklinde anlamak da mümkündür. Hatta bu, Annelerimiz’in konumu düşünüldüğünde daha doğru bir tercihtir. Bkz. Nedevî, Sîretü Seyyideti Âişe 145, 146, 147
[24] Tahrîm, 66/3, 4
[25] “Ey Peygamber! Eşlerine de ki: “Eğer dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim ve sizi güzelce boşayayım. Yok, eğer Allah’ı, Resûlü’nü ve âhiret mülkünü isterseniz, haberiniz olsun ki Allah sizin gibi iyi hanımlara büyük mükâfat hazırlamıştır. Ey Peygamber hanımları! İçinizden kim, çirkinliği âşikâr bir günah işlerse, onun cezası, iki kat olur. Bu, Allah’a göre kolaydır. Ama kim Allah ve Resûlüne itaat eder, yararlı işlere devam ederse ona da mükâfatını iki misli verir ve ona cennette kıymetli bir nasip hazırlarız. Ey Peygamber hanımları! Siz herhangi bir kadın gibi değilsiniz. Takvâ sizin sıfatınız olduğuna göre, namahrem erkeklere hitap ederken tatlı ve cilveli bir eda ile konuşmayın ki kalbinde hastalık bulunan bir şahıs, şeytanî bir ümide kapılmasın. Ciddi, ölçülü konuşun! Hem vakarla evinizde durun da, daha önceki Cahiliye döneminde olduğu gibi süslenip dışarı çıkmayın! Namazı hakkıyla ifa edin, zekâtınızı verin, hülasa Allah ve Resûlüne itaat edin! Ey Peygamberin şerefli hane halkı, ey Ehl-i Beyt! Allah sizden her türlü kiri giderip sizi tertemiz yapmak istiyor. Oturun da evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve Resûlullah’ın hikmetlerini anın! Allah muhakkak ki Latîf ve Habîr’dir (ilmi en gizli şeylere bile nüfuz eder). Ahzâb, 33/28-35
[26] Bkz. Müslim, Talâk 29 (1478), 30 (1479)
[27] Bkz. Buhârî, Mezalim 26 (2336); Tefsîru Sûre 276 (4507); Müslim, Talâk 22 (1475)
[28] Bkz. Bkz. Buhârî, el-Edebü’l-Müfred 1/106 (280); İbn Sa’d, Tabakât 8/67, 165; Mâlik, Muvatta 2/997 (1810, 1811); Hâkim, Müstedrek 4/15 (6745); Beyhakî, Şuabü’l-Îmân 3/260 (3482); Zehebî, Siyer 2/187, 292; Hennâd, Zühd 1/337 (617); Ebû Nuaym, Hilye 2/47, 48; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef 2/352 (9820); Hennâd, Zühd 1/337 (619)
[29] Ebû Ya’lâ, Müsned 7/449; Ayrıca bkz. Tahmâz, es-Seyyidetü Âişe 42, 43
[30] Ebû Dâvûd, Edeb 92 (4999); Nesâî, Kübrâ 5/139 (8495); 5/365 (9155)
[31] Burada Allah Resûlü’nün kullandığı ifade, “Ellerinden birisi veya ikisini de Allah koparıp alsın!” anlamına da gelmektedir.
[32] Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 6/52 (24251). Bazı rivayetlerde Allah Resûlü’nün, söz konusu esiri Âişe Validemiz yerine Hafsa Validemiz’e (Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid 8/266) veya başka bir şahsa teslim ettiği de ifade edilmektedir. Bkz. Beyhakî, Sünen 9/89; Hanbelî, el-Ehâdîsü’l-Muhtâra 5/20
[33] Buhârî, Merdâ 16 (5342); Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 6/228 (25950); İbn-i Mâce, Cenâiz 9 (1465); Dârimî, Mukaddime 80; Beyhakî, Sünen 3/396 (5451)
[34] Bkz. Buhârî, Nikâh 63 (4868). Başka bir rivayette söz konusu olan nikâhın Ensâr’dan bir başkasına ait olduğu ve Annemiz’in yanında onu gördüğünde Efendimiz’in bu ifadeleri kullandığı bilgisi yer almaktadır. Bkz. Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 6/269 (26356); Taberânî, Evsat 5/351 (5527); İbn-i Hibbân, Sahîh 3/185 (5875); Heysemî, Mevâridü’z-Zam’ân 1/493 (2016)
[35] Buhârî, Îdeyn 2, 3, (907); Cihâd 81; Menâkıb 15; Fedâilü’l-Ashâb 46; Nikâh 82, 114; Müslim, Salâtü’l-Îdeyn 17 (892); 18 (892); İbn-i Mâce, Nikâh 21 (1900); Nesâî, Îdeyn 35
[36] Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 3/449 (15758); Taberânî, Kebîr 7/158 (6686)
[37] Ebû Dâvûd, Cihad 68 (2578); Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 6/39 (24164); Taberânî, Kebîr 23/47; Beyhakî, Sünen 10/17, 18
[38] Buhârî, el-Edebü’l-Müfred 1/54 (120)
[39] Müslim, Libâs 87 (2107); Nesâî, Zînet 111. Buhârî, Libâs 95 (5616); Müslim, Libâs 96 (2107). Bu hadisenin, Tebûk dönüşü gerçekleştiği ifade edilmektedir. Bkz. Buhârî, Libâs 91 (5610, 5611); Nesâî, Zînet 112 (5352). Bilgi farklılıkları nazara alındığında hâdisenin farklı zamanlarda gerçekleşmiş olması da muhtemeldir.
[40] İbn-i Mâce, Nikâh 51 (1984); Dârimî, Nikâh 2/147

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.