Ebû Tâlib’in Çabası
Gerçekten de bu, kendi lehlerine kamuoyunu oluşturabilmek için Kureyş’in kurguladığı, bugünkü mânâda medyatik bir plandı ve bu planla sonuç almak, o günkü şartlarda da kuvvetle muhtemel gözüküyordu. Onların bu planını duyar duymaz, yine amca şefkati –hem de bu sefer, sadece yeğeni için değil; içinde kendi oğlu Ca’fer’in de bulunduğu, yeğeninin Habeşistan’daki emanetleri adına– devreye girecek ve Mekke’deki Ebû Tâlib, şiirin gücünü kullanarak deniz aşırı Habeşistan’daki Necâşî’ye şöyle seslenecekti:
– Keşke bilseydim; uzakta Ca’fer, Amr ve akraba olduğu halde düşmanlıkta ilk sırayı alan insanlar neler yapmaktalar?
Acaba Necâşî, Ca’fer ve arkadaşlarını ihsanla kucaklayacak mı yoksa buna, şerri tahrik eden bir şey engel mi olacak?
Ey Melik! Bil ki sen, kötülük karşısında müteyakkız, onurlu ve kerim bir zatsın; senin yanına sığınan insanlar, senin hariminde huzur bulurlar.
Bil ki Allah sana, maddi-manevi büyük bir imkân vermiş; aynı zamanda sen, iyilik ve hayır yollarının hepsine de maliksin.
Ve sen, cömert ve ihsan sahibi birisisin; sakın ha bu ihsan ve cömertlikten o düşman olan akrabalar da faydalanıp sana bir kötülük yaptırmasınlar!
Görüldüğü gibi Ebû Tâlib, sadece yeğeni Muhammedü’l-Emîn’i koruyup kollamakla kalmıyor; aynı zamanda O’nun emanetlerine de sahip çıkarak deniz ötesi ülkelere sesini duyurmaya çalışıyordu. Sahip çıktıklarının arasında, kendi oğlu Ca’fer de vardı. Mekke, gidenleri geri getirme telaşına kapıldığı halde o, kendi oğlu bile olsa onun, Habeşistan’da daha güvenli olduğunu düşünüyor ve bir baba şefkat ve merhametini bir kenara bırakarak oğlunun da orada kalmasını istiyordu. Bu talebini de, o günün en etkin iletişim vasıtası olan şiirle dile getiriyor; kararını vermeden önce Necâşî’nin kulağına kar suyu akıtıyordu.