“Zâlim ve güç sahibi bir idareciye karşı hak sözü söyleyip adaleti dile getirmendir!” (11 Zilhicce 10 Hicrî)
Bugün, “yevmu’l-karr” de denilen ve Allah katında bayram gününden sonra en faziletli gün kabul edilen bayramın ikinci günü; bugünün en önemli işi, cemarâtın taşlanmasıdır.
Ashâbından bazıları izin alarak Mekke’de kalmış olsalar da Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), çoğunluğu oluşturan cemaatiyle yine Minâ’da bulunmaktaydı. Her ne kadar gecenin karanlığında Kâbe’ye gitmiş ve geç vakit dönmüş olsa da erken saatlerde kalkmış ve kulluk vazifesini yerine getirmişti! Şimdi Minâ’da yükselen ikinci ezan ise artık sabah namazı vaktinin girdiğini söylüyordu.
O da (sallallahu aleyhi ve sellem), sabah namazını kıldırmak için ashâbının arasına çıktı ve Mekke yıllarında kabile kabile dolaşıp herkesi davet ettiği Minâ’da, kimsenin tahmin edemeyeceği kadar kalabalık bir cemaate namaz kıldırdı.
Namazının akabinden tesbihâtını ve sabahları îtiyât haline getirdiği dualarını yapmıştı. Bu arada uzakda duran ve cemaate gelmeyen iki kişinin varlığından haberdar olmuş ve onları yanına çağırmıştı. Onlara “Sizi, bizimle birlikte namaz kılmaktan alıkoyan şey nedir?” diye soruyordu. İki sahâbe, “Namaza yetişemeyeceğimizi zannettik ve gelirken yolda kıldık!” cevabını verince onlara, arkadan gelenler için de ölçü olacak mahiyette şu tavsiyede bulundu:
“Siz geldiğiniz zaman imam namaz kıldırıyorsa onunla beraber siz de kılın. Şüphesiz bu, sizin için nafile olur!”
Resûlullah’a bu kadar yaklaşıp O’nunla konuşma şerefine ulaşan bu iki bahtiyar insan, bu beraberliği fırsat bilerek rahmet ve şefkat Peygamberi’nden, günahlarının affı adına istiğfarda bulunmasını talep ediyorlardı. O da bu talebi kırmadı onlar için Minâ’nın sabahında istiğfar talebinde bulundu.
Bu esnada ashâbdan birisi Allah Resûlü’nün yanına geldi ve “Yâ Resûlallah!” dedi. “Allah katında en faziletli, en sevimli, en makbul cihad hangisidir?”
Kendisini ibadete kilitlediği böyle bir zamanda sorulan bu soruya karşılık Efendimiz (sallallahu alehyi ve sellem) sükût etti ve birşey söylemeden mescidden ayrıldı. Fahr-i Âlem’in sükût ettiği böyle zamanlarda ashâbın genel tavrı, “Cevap vermediğine göre bir hikmeti vardır!” deyip ısrar etmemekti; ancak bu şahsın öyle bir niyetinin olmadığı her hâlinden anlaşılıyordu.
Öğle vakti tekrar yanına yaklaşan aynı şahısla beraber Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), “cemre-i suğrâ” denilen küçük şeytanın yanına kadar geldi. Etrafındaki ashâb da O’nunla birlikte hareket ediyordu. Yine elinde yedi tane taş vardı ve bunların her birisini, “Allahu ekber!” diyerek ona attı. Ardından cemre mahallinden bir miktar uzaklaştı ve uzun uzadıya dua etmeye başladı.
Dua sonrasında yeniden cemerâta yönelen Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bu sefer de “cemre-i vustâ”nın yanına geldi. Sabah namazından sonra soru soran şahıs, cevabını alacağının ümidiyle Resûlullah’ı adım adım takip ediyordu. Öncekilerde olduğu gibi ona da yedi tane taş attı ve her atışında yine “Allahu ekber!” deyip tekbir getiriyordu. Ardından, Cemre-i Akabe’ye doğru bir miktar ilerledikten sonra kıble istikametine döndü ve yine uzun uzadıya dua etti. Resûlullah’ın bu duası, öncekilerden daha uzundu.
Duasını bitirir bitirmez bu sefer de “cemre-i Akabe”ye geldi ve yine tekbirler eşliğinde ve ona da yedi tane taş attı. Bir farkla ki bu sefer dua için durmadı ve cemarât işini bitirir bitirmez yeniden Minâ’daki mescide geri dönmek için yola koyuldu. Hâlâ sorusuna cevap bekleyen ve bu niyetle Allah Resûlü’nü takip eden şahıs önüne çıktı ve “Yâ Resûlullah!” dedi. “Allah katında en faziletli, en sevimli, en makbul cihad hangisidir?”
Bu soruya mukabil, soran şahsa dönerek ve onun şahsında Kıyâmet’e kadar herkesi ilgilendiren şu hikmetli cevabı verdi:
“Zâlim ve güç sahibi bir idareciye karşı hak sözü söyleyip adaleti dile getirmendir!”1
Bu arada Resûlullah’ı gören koşuyor ve bir meselesini daha halletmeye bakıyordu ki Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bugünkü öğlen namazını hemen kılamadı ve bir hayli te’hîr etmek zorunda kaldı; ancak onu, vaktin son demlerinde kılabildi.
Gecenin ilerleyen saatlerine kadar Minâ’da kaldı; kalabalıklardan fırsat bulduğunda vaktini, hep ibadet ü taat, evrâd ü ezkâr ve tefekkürle geçiriyordu.
Minâ’da el-etek çekilip de gece karanlığı çöktüğünde, O’ndan hiç ayrılmayan birkaç kişiyle yeniden Kâbe’ye geldi. Kısmen yalnızlaşan ikiziyle yeniden buluştu ve Allah’ın matmah-ı nazarı olan bu mekânı tavaf etti; aynı zamanda namaz kılıyor ve uzun uzadıya dua ediyordu!