Yeniliğe Açık Olma Sünneti Ve Asimilasyon

1.861

Hicret edilen coğrafyalarda farklı inanç ve kültürlerle karşılaşılınca kendi inanç ve değerlerimizi koruyamama ve asimile olma adına içimizde belli endişe ve korkular oluşabilir. Bundan dolayı kendimizi ve nesillerimizi korumak için kapalı bir toplum oluşturmaya kalkışabiliriz. Halbuki hicret, kendi içene kapanmak değil yeni bir dünya ve yeni bir topluma açılmak demektir. Dolayısıyla hicret yurdunda, farklı kültürlere ve İslam’ın ruhuna ters düşmeyen yeniliklere açık olmadan o toplumun bir üyesi haline gelmek mümkün olmayacağı gibi hicret de kalıcı ve bereketli olmayacaktır. Aksi takdirde sırf asimile olmama adına tutucu bir tavır sergileyerek kendini toplumdan soyutlayan ve yeniliklere karşı tavır alan ya da onları önemsemeyen muhacirler, içinde yaşadığı çağı kaçırarak asıl o zaman asimilasyonla karşı karşıya kalacaklardır.  

Allah Resûlü, hayatında daima yeniliklere açık olmuş ve bu konuda ashabını/ümmetini de ferdî ve sosyal projeler geliştirerek iyi ve güzel çığırlar açmaya teşvik etmiştir: 

“Kim İslam’da iyi bir çığır açarsa açtığı çığırın ecri ve kendisinden sonra onunla amel edenlerin mükafatı, sevaplarından hiçbir şey eksilmeden ilk başlatana aittir. Kim de Müslümanlar arasında kötü bir çığır açarsa, açtığı bu çığırın günahı ve kendisinden sonra onunla amel edenlerin günahları, günahlarından bir şey eksilmeden yine ilk o kötü çığırı açana aittir.”1 

Bunun yanında Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bir başka hadislerinde, “Hikmetli söz, müminin yitiğidir. Onu nerede bulursa almaya daha hak sahibidir.”2 ve “İlim, Çin’de de olsa peşine düşünüz!”3 buyurmuş; ümmetini daima yeni hikmetlere ve bilgilere açık olmaya ve onu nerede, kimin yanında bulursa bulsun almaya yönlendirmiştir.

Bu manada müminlerin, hicret ettikleri beldelerdeki hak ve güzel olan söz ve pratikleri araştırmaları ve bulup hayatlarına taşımaları, maddi-manevi bir zenginlik kaynağıdır. Bu açıklık ve alış-veriş, Muhacirlerin o toplumla entegrasyonlarını hızlandırmada müspet anlamda katkı da yapacaktır. Kur’ân ve Sünnet’in belirlediği temel ölçülere riayetle alınacak yenilikler, muhacir toplumu daha da güçlü ve donanımlı hale getirecektir. 

Aşûre Orucu

Peygamber Efendimiz (aleyhissalatü vesselam), Medine’ye hicret ettiğinde Yahudi kabilelerinin, Muharrem ayının onuncu gününü bayram olarak kutlayıp oruç tuttuklarını öğrenince onlara bunun sebebini sormuştu. Onlar, “Bugün, Allah’ın Musa’yı düşmanlarından kurtardığı, Firavun’u cezalandırdığı gündür. Hz. Musa, şükür olarak bugünde oruç tutmuştur!” diye cevap vermişlerdi. Bunun üzerine Allah Resûlü, “Biz, Musa’ya sizden daha yakın ve dostuz. Onun sünnetini yaşamayı, sizden daha çok hak ediyoruz!” buyurarak oruç tuttu.4  “Aşure günü tutulan orucun, bir önceki yılda işlenen günahlara kefaret olmasını Allah’tan ümid ediyorum.”5 diyerek de  müminlere bu orucu tavsiye etti. Fakat bütünüyle onlara benzememek için “Siz, dokuz ve onuncu günleri oruçlu geçirin”6 buyurmuş ve bu orucun çift gün olarak tutulmasını tembihlemişti.

Görüldüğü üzere Efendimiz, hicret sonrası içine girdiği yeni toplumla kaynaşma adına İslam’a ters düşmeyen Aşûre orucunu tutmuş ve ashabından isteyenlerin tutmasında bir mahzur da görmemiştir. O, bu uygulamasıyla hem Hz. Musa ile irtibatını ortaya koymuş hem semavi dinlerin temel ibadetlerinden olan oruç ibadetine sahip çıkmış hem de hicret yurdunda farklı kesimleri birbirine kaynaştıracak sosyal bir hedef gözetmiştir.       

asimilasyon saatin akrep ve yelkovanı arasında kalan adam

Uluslararası Yazışmalarda Mühür Kullanımı

Allah Resûlü’nün, Medine’ye hicretinden sonra girişimlerinden birisi de bölgedeki kabile ve ülkelerin reis ve krallarına mektup göndererek onlarla diyaloga geçmek ve kendilerini İslam’a davet etmek olmuştur. Efendimiz, böyle bir diyaloga karar verdiğinde sahabilerden bazıları kendisine, “Eğer mektubunuz mühürsüz olursa onlar bunu kabul etmezler.” dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü, onların bu teklifini kabul etti ve gümüşten bir yüzük yaptırdı. Yüzüğün kaşına da (محمد رسول الله) yani (Muhammed, Allah’ın Resûlü’dür) ibaresini nakşettirdi.”7 Böylece Allah Resûlü, ashabına/ümmetine, devletler arası bu tür teamüllere riayet etmenin mahzurlu olmadığını ve bu hususlarda yeniliklere açık olmak gerektiği dersini de vermişti.    

Selman-ı Farisî’nin, Hendekle Medine’yi Koruma Teklifi

Hz. Selman-ı Fârisî‘nin tanınmasına sebep olan en önemli hadise Hendek savaşında Efendimiz’e yaptığı tekliftir. Ahzab ordusu, Medine’ye saldırmak ve Müslümanları kılıçtan geçirmek üzere yola çıkmışlardı. Bu olayı haber alan Allah Resûlü, ashabını toplamış ve durumu istişare etmeye başlamıştı. Hem askerî açıdan hem de silah ve teçhizat yönüyle İslam ordusundan kat kat güçlü olan bu orduya bir meydan muharebesiyle karşı koymak zor gözüküyordu. Yeni bir müdafaa stratejisine ihtiyaç vardı. Efendimiz, herkesin görüşünü alıyor ve dinliyordu. Derken Selman-ı Fârisî söz aldı ve: “Ya Resûlallah! Bizler İran’da düşman atlıların saldırılarına karşı etrafımızı hendekle çevirir kendimizi öyle savunurduk. Şimdi de böyle yapamaz mıyız?” diye o güne kadar Arap yarımadasında bilinmeyen yeni bir teklifte bulundu. Bu orijinal fikir hem Efendimiz hem de ashâb-ı kiram tarafından cazip görüldü ve vakit kaybetmeden Medine’nin giriş kısmı olan kuzey yönü boyunca hendek kazılmaya başlandı.

Görüldüğü gibi Hz. Selman’ın şehrin ve Müslümanların savunmasında İranlıların bir savunma tekniğini teklif etmesine, Allah Resûlü “Bu, Mecûsîlerin uygulamasıdır!” deyip karşı çıkmamış bilakis onu isabetli bulmuş, uygulamış ve muvaffak olmuştur. Zira bu yöntem, kendisine itikadî, amelî ya da ahlakî bir hüküm terettüp eden bir mesele değildi.  Şehir, nasıl savunulursa isabetli olacağına dair teknik bir konuydu. Dolayısıyla bu tür teknik meselelerde, farklı milletlerin uyguladığı taktik ve yöntemlere açık olmak, dinî ve ahlakî açıdan bir asimilasyon değil bilakis akıl, mantık ve muasır şartlara göre hikmet üzere hareket etmenin gereğidir.  

Mescide Çakıl Taşı Serilmesi

Mescid-i Nebevî inşa edildikten sonra tabanına bir şey döşenmemişti. Taban düzeltilmiş ve toprak olarak bırakılmıştı. Fakat yağmur yağdığında, çatı da olmadığından yerler ıslanıyor ve çamur oluyordu. Hatta bazen Allah Resûlü ve ashab-ı kiram, bu ıslak zemine secde etme mecburiyetinde kalıyorlardı. Yine bir gece çok yağmur yağmış ve mescidin tabanı çamurlaşmıştı. Sabah namazına gelen sahabiler durumu bildiği için çözüm üretmiş ve her gelen sahabi, eteklerinde bir miktar çakıl da getirmişti. Getirdikleri çakılları tabana sermiş ve onun üzerlerinde namazlarını eda etmişlerdi. Namazdan sonra Allah Resûlü, “Ne güzel olmuş!”8 buyurarak bu yeniliği takdirle karşılamıştı. Zira bu çözüm, ibadetlerin daha kolay yapılmasına katkıda bulunacak, zaman içerisinde Mescid-i Nebevî’nin daha da gelişmesine ve güzelleşmesine vesile olacak bir başlangıçtı. 

Mescid-i Nebevî’de Kandil Kullanımı 

Temîm İbn-i Evs ed-Dârî‘nin, Mescid-i Nebevî’yi aydınlatma projesi de bu çerçevede misal olarak verilebilir. Hicretin onuncu ayında hizmete açılan Mescid-Nebevî, dokuz yılı aşkın akşam olup hava kararınca yakılan hurma dallarıyla aydınlatılmaya çalışılmıştı. Daha yeni Müslüman olan Temîm ed-Dârî, bu tabloyu görünce Şam’da Hristiyanların mabetlerinde gördüğü aydınlatma sistemini Mescid-i Nebevî’ye taşımak istedi. Şam’dan ip ve yağ kandilleri sipariş verip getirtdi. Önce mescidin direkleri arasına ipler bağlattı ve üzerlerine kandilleri astırdı. Kandillerin asılma işlemi tamamlandıktan sonra içlerine yağ koydu ve fitillerini taktırdı. Güneş batıp hava karardıktan sonra her bir kandili yaktırdı. Efendimiz akşam namazı için çıktığında Mescid’in ışıl ışıl aydınlandığını gördü ve “Bunu kim yaptı?” diye sordu. Kendisine “Temîm, yaptı!” dediler. Bunun üzerine onu yanına çağırdı ve “Sen, İslam’ı aydınlattın, Allah da seni dünya ve ahirette nurlandırsın!” buyurarak iltifat ve dua etti. Aydınlatma çalışmasını birlikte yürüttükleri kölesinin “Feth” olan ismini de “Sirâç” olsun diyerek değiştirdi.9 Hatta bununla yetinmedi ve ona, “Şayet bir kızım olsaydı, onu seninle evlendirirdim.” buyurdu. Bu iltifatı ve takdiri duyan Nevfel İbn-i Hâris, bunu bir fırsat olarak değerlendirdi ve “Ya Resûlallah! Benim evlilik çağında bir kızım var. İstersen kızımı onunla evlendirebilirsin.” diye teklif etti. Efendimiz bu teklifi isabetli buldu ve Temîm’i, Nevfel’in kızıyla nikahladı.10

Allah Resûlü, asıl muhteva ve mana korunması şartıyla Mescidiyle ilgili her türlü değişim ve gelişime müsaade ederek bütün ümmetine, “yeniliklere açık olma” adına önemli bir ders vermişti. O’nun bu sünnetidir ki bugünkü Mescid-i Nebevî’yi, eski Medine’yi tümüyle içine alacak şekilde büyütmüş ve Kâbe’den sonra yeryüzünün en büyük ve canlı mabedi haline getirmişti. Yine bu sayededir ki müminler, asimile olmamış bilakis, sahip çıktıkları ve maddi-manevi aydınlattıkları Mescitleriyle, eski Yesrib’i bugün iki milyar Müslümanın nabzının attığı bir merkeze dönüştürmüştür.      

Cenaze Taşınmasında Tabut Kullanımı

Hastalığı esnasında Hz. Fâtıma (radıyallahu anhâ), yanında bulunan Hz. Esma Bint-i Ümeys’e kendisini çok düşündüren bir meseleyi açmış ve şöyle dertlenmişti: “Ey Esma! Öldükten sonra kadınlara defin işlemi öncesinde yapılan uygulamayı çok tasvip etmiyorum. Mevtanın üzerine bir örtü atılıyor ancak bu yeterli olmuyor. Örtünün altında yatan kimsenin uzuvları buna rağmen belli oluyor.”11 Bunun üzerine Hz. Esma, “Ey Resûlüllah’ın kızı! Ben sana, Habeşistan hicreti sırasında orada gördüğüm cenazenin teşyii için kullanılan bir yöntemi göstereyim mi?” diye sormuş12 ve Hz. Fatıma da “Olur!” demişti. 

Bunun üzerine Hz. Esma, orada bulunanlardan yaş hurma dalları getirmelerini istemiş ve onları yarım daire şeklinde bükerek sırasıyla yere batırmış ardından da kafes şeklinde duran dalların üzerine bir örtü çekmişti. Hz. Esma’nın tarif ettiği “tabut” uygulamasıydı. Bunu gören Hz. Fatıma (radıyallahu anha), o kadar sevinmişti ki Resûlüllah’ın vefatından sonra bu kadar tebessüm ettiği görülmemişti. Sonra da “Evet! Bu ne kadar güzel ve isabetli!” diye takdirlerini belirtmişti.13

O, bu tasvibi ve takdiriyle cenaze defin işlemlerinde bu yöntemin Habeşlilerden alınıp uygulanmasında bir beis görmemiş bilakis bunu vasiyet de etmişti. Böylece onun bu hassasiyeti sonrası cenazeyi tabutla taşınma geleneği, Müslümanlar arasında başlamıştı. Dolayısıyla dünyanın dört bir yanına dağılan ilim ve hikmeti, almak değil arayıp bulmamak ve bulup almamak, mümin toplumları asimilasyonla karşı karşıya bırakacak büyük bir mesuliyettir.  

Sonuç

Hicretle dünyaya açılan ve artık açık toplumların birer üyesi haline gelen muhacirler, modern dünyanın hayat anlayışı içerisinde asimile olup eriyip kaybolmak istemiyorlarsa bunu içe kapanarak başaramazlar. Bilakis İslam’ın koyduğu iman, amel ve ahlaki esaslara sadık kalarak kendilerini yenileyerek ve yeniliklere açık durarak muvaffak olabilirler.   Kendini yenileme ve her sahada öze bağlı kalarak yeniliklere açık olma, Müslüman toplumların maddi-manevi terakkilerini ve varlıklarını sürdürebilmeleri adına şarttır. Aksi takdirde çok hızlı ve baş döndürücü gelişmelerin yaşandığı çağımızda bu değişim ve inkişafı takip edemeyen nesiller asimile olmaktan ve zamanla kendi değerlerini küçümsemekten özlerini koruyamazlar. Yeni felsefe, ideoloji ve değişik akımlar karşısında itikadî, amelî ve ahlakî her çeşit dezenformasyona açık hale gelirler. İçinde yaşadıkları toplumlara söyleyebilecekleri yeni bir söz, verebilecekleri yeni bir şey de olmayacağı gibi, yeniliklere açık zengin toplum ve güçlü kültürler karşısında da silinip gitmeye mahkûm kalacaklardır.

Mümin, ilim ve öğrenmeye doyma bilmeyen kimsedir. Dolayısıyla onlar, hicret ettikleri bölgelerde kendi değerlerini yaşamaya çalışırken içinde yaşadıkları toplumdan faydalı ve güzel olan uygulamaları da alabilirler.  Onların yeniliğe ve yeni hikmetlere açık olmaları, hayatlarını kolaylaştıracak, hicretlerini daha da verimli kılacak ve bereketlendirecektir. Aynı zamanda bu, içinde yaşanılan çağı tanıyabilmenin olmazsa olmaz bir şartıdır. Çağını idrak edemeyen kimseler de sahip oldukları değerleri, insanlığa aktarabilecekleri doğru yol ve metotları bulamazlar. Dolayısıyla ilme, öğrenmeye, araştırmaya yeni hakikatler keşfetmeye açık olmak, bir toplumun sahip olduğu inanç, ahlak ve değerlerin geleceği demektir. Kendi içine kapanma, tutuculuk ve farklı duygu, düşünce, kültür ve medeniyetlerden korkup çekinme ise kaybetme yoluna girmektir.

Bu manada hicretle farklı coğrafyalara dağılan Muhacirler, olaylara daha geniş bir açıdan bakmayı başarmalı ve yeniliğe açık olmanın bir tehdit değil büyük bir imkân ve fırsat sunduğunu idrak etmelidir. Zira ilimde inkişafa, hikmette derinleşmeye ve maddi-manevi terakkiye mâni olan taassup, hicretin mana ve hedefleriyle bağdaşmaz. Bu anlamda bilim, teknik ve teknolojiye açık olmak, Muhacirlerin, aradıkları yitiklerine kavuşmasını hızlandıracaktır. Böylece maddi-manevi kendisine ihtiyaç duyulan yeni bir insan ve yeni bir toplum olma yolunda ilerleme sağlanacaktır.

İslamî temel esaslar korunarak yeniliğe açık olmak bir sünnettir. Bu çerçevede fert ve toplum olarak her alanda asla bağlı kalarak kendimizi yenilemenin ve geliştirmenin önemi açıktır. Bu sünnet, bizi daha donanımlı hale getirir; yaşadığımız dünyada değişimlere yön verebilecek kıvama ve kapasiteye ulaştırır.

Yazar: Dr. Selim Koç 

Dipnot:

  1. Müslim, Zekat 69 (1017); Tirmizi, İlim 15 (2675); Nesâî, Zekat 64 (2554)
  2. Tirmizî, İlim 19 (2687); İbn Mâce, Zühd 15 (4169)
  3. Münavî, Feyzu’l-Kadîr 1/542
  4. Buharî, Sıyam 69 (2004, 2005) ; Müslim, Sıyam 19 (1130) ; İbn Mâce, Sıyam 41 (1734)
  5. Tirmizî, Savm 48 (752)
  6. Tirmizî, Savm 50 (755)
  7. Buharî, Libas 52 (5875); Müslim, Libas 13 (2093)
  8. Ebu Davud, Salât 15 (458)
  9. İbnu’l-Esîr, Üsdü’l-Ğabe, 454; İbn Hacer, el-İsâbe, 546
  10. İbn Hacer, İsabe, s.1627 (Kurtubî, 18/Nur Suresi 36. ayetin tefsirinde)
  11. Bazı kaynaklarda bu ifade, “Yarın ölüp de bedenim erkeklerin omzunda taşınırken ortada görünmekten haya ediyorum.” şeklindedir. (Bkz. Nümeyrî, Târîhu’l-Medine, I/108)
  12. Bu teklifi yapan kimsenin yine Habeşistan Muhacirlerinden olan Ümmü Seleme validemiz olduğu da rivayet edilmektedir. Bkz. Nümeyrî, A.g.e. I/108
  13. Hâkim, Müstedrek, III/162; Nümeyrî, A.g.e. I/108
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.