Tenkit Karşısında Efendimiz’in (sas) Duruşu
İlk günden itibaren Allah Resûlü’nün hayat ve hareket felsefesinde, idare ve iş ahlakında esas olan şûra idi. Bundan dolayı çevresindeki insanların fikir ve düşüncelerine, tespit ve tekliflerine ehemmiyet verir ve her türlü müspet katkıya, kapılarını sonuna kadar açık tutardı. Bir peygamber ve lider olarak yeri geldiğinde bireysel içtihatlarda bulunsa da çoğunlukla dünyevî meseleleri istişareye açar, atılacak adımları ya da problemlerin çözüm yollarını ashabıyla birlikte belirler; bilgi ve tecrübe sahipleriyle müzakerelerde bulunur ve alanında uzman insanların düşüncelerine değer verirdi. Böylece sahabe “her türlü katkısını” daha işin başında sunma imkânı yakalar; sonrasında tenkide ihtiyaç ve mahal kalmazdı. Fakat yine de O’nun hayatına mercek tuttuğumuzda hem bireysel hem de istişare ile aldığı bazı karar ve uygulamaların, birileri tarafından tenkit edildiğini görürüz.
Öncelikle İslam’a hayat hakkı tanımayan, her fırsatta Müslümanların en temel hak ve hürriyetlerine saldıran ve bu uğurda her türlü yola başvuran müşrik, münafık ve bedevîlerin içerisinden bir kısım kimseler, “tenkidi” de bir yol olarak kullanır; O’nun karar ve uygulamalarını sürekli eleştirerek kendisine ve ashâbına sıkıntı çıkarmaya çalışırlar:
Şirkin Önderlerinin Tenkidi
Bir taraftan şirkin önderlerini İslam’a davet eden Allah Resûlü, diğer taraftan Abdullah İbn-i Mes’ûd, Habbâb İbn-i Eret, Bilâli Habeşî, Süheyb İbn-i Sinân, Ammâr İbn-i Yâsir, Mikdâd İbn-i Amr gibi İslam’a gönül vermiş gençlere büyük ehemmiyet verir ve yetiştirmek için en yakınında tutar. Halbuki bu gençler, müşrik aristokratların, hor ve hakir gördüğü ve ikinci sınıf insan muamelesi yaptığı kesimlere mensuptur. Şirkin önderleri gelir, “Ne o, kavmine bedel bunlara mı razı oldun? Biz onların mı peşinden gideceğiz!” diyerek O’nu tenkit eder ve “Onları yanından uzaklaştırırsan belki biz de sana tabi olabiliriz!” teklifinde bulunur.1
Onların bu vb. art niyetli tenkit ve tekliflerini, insan onuruna, hak ve hürriyetlerine saygısızlık ve saldırı olarak gören, İslam’ın eşitlik, adalet ve kardeşlik anlayışına ters kabul eden Allah Resûlü, asla kendileriyle münakaşaya tutuşmaz ve O’nu çekmek istedikleri polemik ortamına girmez. Diğer taraftan bu gençlerle kurduğu münasebetleri ısrarla sürdürür ve hatta yakınlığını daha da artırır. Kur’ân da “Sabah akşam Rab’lerine, sırf O’nun cemaline ve rızasına müştak olarak niyaz edenleri yanından kovma! Ne sen onlardan ne de onlar senden sorumlu değilsiniz ki onları kovup da zalimlerden olasın.”2 buyurarak O’ndan bu konuda taviz vermemesini talep eder. Nitekim bu bakış açısıyla onlar, ilerleyen günlerde “Bu Kur’ân, şu iki şehirden büyük bir adama indirilseydi ya!”3 diyerek “peygamberliğin”, “Ebû Talib’in yetimi” diyerek küçümsedikleri Muhammedü’l-Emîn’e verilmesini de tenkit ederler.
Münafıkların Reisinin Tenkidi
Bedir’de uğradıkları hezimetin ve verdikleri kayıpların intikamını almak isteyen Mekkeliler, katliama kilitlenmiş kalabalık bir orduyla Medine’ye doğru harekete geçer. Gelişmeyi haber alan Allah Resûlü, Müslümanları Mescid-i Nebevî’ye toplar; şehri ve sakinlerini koruma ve savunma adına atılacak adımı istişareye açar. O ve ashabın ileri gelenlerinden bir kısmı, Medine’de kalıp şehri içerden savunmanın daha isabetli olacağını ifade eder. İstişare ortamında yer alan münafıkların reisi Abdullah İbn-i Übeyy de aynı istikamette görüş belirtir. Fakat büyük çoğunluk, kuşatmaya izin verip şehri içerden savunmanın düşman tarafından “zayıflık ve korkaklık” olarak algılanacağını ve onları, Medine’ye saldırma noktasında daha da cesaretlendireceğini söyleyerek meydan savaşı yapmanın isabetli bir karar olacağını ifade ederler. Başta Bedir’e katılamayanlar olmak üzere gençlerin büyük çoğunluğu da bu kanaattedir.
İstişare neticesinde Allah Resûlü, kararını açıklar ve düşmana, meydan muharebesiyle karşı konulacağını ilan eder. Fakat İbn-i Übeyy, istişarede çıkan bu karardan memnun olmaz. “Beni dinlemedi ve tecrübesiz gençlerin sözüne uydu!” şeklinde alınan kararı tenkit eder; 300 kişiyi ordudan ayırır.4 Savaş sonrasında da o ve adamları, “Bizi dinleselerdi ne ölürler ne de öldürülürlerdi; bunlar başlarına gelmezdi!” tenkidiyle Müslümanların aldığı yarayı derinleştirmeye çalışır. Allah Resûlü, onun bu art niyetli tenkitlerine aldırış edip kendisiyle tartışmaya girmez. Yaralı askerlerini alır ve Hamrâü’l-Esed hamlesini yapar. Fakat Kur’ân, yaşanan sürecin arkasında yatan hikmetleri ve onların içlerindeki asıl niyeti açıklar ve gerekli cevabı verir.5
Haricilerin Öncüsünün Tenkidi
Taif kuşatmasını kaldıran Allah Resûlü, ordusuyla birlikte Huneyn’de elde edilen ganimetleri ve esirleri beklettiği Ci’rane’ye gelir. Ganimetin beşte dördünü hesaplayıp hak sahibi olan askerlere taksim eder ve ardından kendi hissesine düşenleri de (4800 deve ve 8000 koyun) dağıtmaya başlar. Mekke’nin fethinden sonra orduya katılan ve hala içlerinde soru işaretleri bulunan bazı kimselere, gönlünü İslam’a ısındırmak için elli, yüz deve verir. Bu sırada O’nu takibe koyulan Temim kabilesine mensup bir bedevî Zulhuvaysıra, yanına yaklaşır ve yapılan taksimatın adil olmadığını söyleyerek kendisini tenkit eder.
Halbuki onlara haklarını veren Allah Resûlü, şahsına ait hisseyi dağıtmaktadır! Tenkit hem yersiz hem de haksızdır. Bedevîye döner ve “Yazıklar olsun sana! Ben adil değilsem kim adil olabilir ki! Ben adil olmasam umduğuma eremezdim; sen de bana tabi olduğun için ziyana uğramış olurdun!” buyurur. Hz. Ömer oradadır; bu ağır tenkidin, karşılıksız kalmasını istemez ona haddini bildirmek için izin talep eder. Fakat Allah Resûlü, “Hayır! Bırak onu! Zamanla onun birtakım taraftarları olacak ve dinde derinleşecekler! Namazları yanında namazlarınızı, oruçları yanında oruçlarınızı küçümseyeceksiniz! Onlar, iyi de Kur’ân okuyacaklar! Ama okudukları, köprücük kemiklerini aşmayacak! Okun yaydan çıktığı gibi hızla İslam’dan çıkıp uzaklaşacaklar! Ortaya çıkışları, Müslümanlar tefrikaya düşünce olacak!” buyurur ve adama çok kızsa hatta geleceğe dönük zararlarından bahsetse de Hz. Ömer’den onu kendi haline bırakmasını ister.6
Allah Resûlü’nün dünyevî konularda aldığı kararların arkasındaki hikmetleri, o anda tam olarak idrak edemeyen bazı Müslümanlar, nadir de olsa bazı karar ve uygulamaları, sorgulamışlardır:
Hudeybiye Anlaşmasının Bazı Maddeleri
Hicretin altıncı yılı Zilkade ayında Mekkelilerle imzalanan Hudeybiye Anlaşması’ndaki bazı maddeler, Müslümanların aleyhine gözükür. Bu maddelere göre onların hem umre yapmadan geri dönmeleri hem de Mekke’den kaçıp Medine’ye sığınan mü’minleri iade etmeleri gerekir. Büyük ümitlerle umre yoluna koyulan ashabın çoğunluğu, ağır bir inkisar içindedir ki onlardan birisi de Hz. Ömer’dir (radıyallahu anh). Allah Resûlü’nün altına imza attığı anlaşmanın bu maddelerini tenkit eder ve Ebû Cendel olayının da etkisiyle âdeta feveran koparır. Ashabının duygularını anlayan Allah Resûlü, bu tenkitler karşısında sakinliğini korur ve kimseye olumsuz hiçbir şey söylemez.
O, anlaşmaya bölgede sulhu temin edecek olan “On yıl boyunca savaş olmayacak!” maddesinden dolayı razı olur. Ancak bu maddenin beraberinde getireceği kazanımları şimdiden onlara anlatmak, Mekkelilerin anlaşmadan vazgeçmesini netice verebilir. Çünkü kafile içerisinde Ced İbn-i Kays gibi bazı münafıklar da vardır. Bundan dolayı tenkidin cevabını “zamana” bırakır. Nitekim bu madde, kısa zamanda büyük fetihlere kapı aralar ve anlaşmayı tenkit eden Hz. Ömer, neticeleri görünce Allah Resûlü’nü daha iyi anlar. O gün hislerine hakim olamayıp söylediği sözlerden dolayı bir ömür boyu pişmanlık duyar; sadaka verir, oruç tutar, namaz kılar, köle azad eder ve Cenâb-ı Hakk’ın affına sığınır.7
Ganimet Taksimi
Allah Resûlü’nün hissesine düşen Huneyn ganimetlerinin taksimi hususunda eleştiride bulunan bir kesim de Ensar’ın gençleri olur. Münafıkların fitne içerikli sözlerinin tesiriyle “Vallahi, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) artık kavmine kavuştu. Başkalarını ne yapsın! Savaşmayanlara veriyor da savaşanlara vermiyor! Vallahi, doğrusu bu şaşılacak şey! Onların kanları kılıçlarımızdan damlıyor! Ganimetlerimiz ise onlara veriliyor!? Allah, Resûlü’nü bağışlasın! O Kureyşîlere veriyor da bizleri bırakıyor! Savaş zamanı geldi mi, onun ashabı biz oluyoruz! Fakat, ganimeti bölüşme zamanı gelince, onun kavmi ve kabilesi önde tutuluyor!? Sıkıştıkları zaman biz çağırılıyoruz! Ganimet ise bizden başkalarına dağıtılıyor!?” şeklinde yapılan taksimi, gıyabî tenkit etmeye başlarlar.
Tenkidin daha büyük fitneleri doğurmasından çekinen Ensar’ın başındaki Hz. Sa’d İbn-i Ubâde, gelir ve durumu haber verir. Bunun üzerine Allah Resûlü, Hz. Sa’d’dan, Ensar’ı içlerinde onlardan başka kimsenin bulunmayacağı bir yere toplamasını ister. Bir müddet sonra onların toplandığı yere gelir ve yaptıkları tenkidi kendilerine haber verir ve onlara hitap eder. Öncelikle onların İslam davasına sunduğu büyük katkıdan bahseder ardından payına düşen ganimetleri niçin o şekilde bölüştürdüğünün hikmetini anlatır ve en son onlara düşen asıl hissenin kendisi olduğunu haber verir. Kimseye de kızmaz. Hem ikna hem de pişman olan Ensar’ın gençleri gözyaşlarına boğulur.8
Komutan Tayini
Hasta yatağında yatan Allah Resûlü, vefatından birkaç gün önce bir ordu hazırlatır ve başına komutan olarak 19 yaşındaki siyahi sahabî Hz. Üsame İbn-i Zeyd’i atar. Hz. Ayyaş İbn-i Rebia başta olmak üzere bazıları, “Bir genç, Muhacirlerin ve Ensar’ın ileri gelenlerinin üzerine kumandan tayin olunuyor hâ?!” diyerek bu kararı tenkit eder. Tenkidin fitneye dönüşmeye başladığını fark eden Hz. Ömer, durumu gelip O’na haber verir. Bu tür konularda çok hassas ve hızlı hareket eden Allah Resûlü, ağır hasta olmasına rağmen minbere çıkar, “Vallahi, siz daha önce Üsâme’nin babası Hz. Zeyd’in kumandanlığına da itiraz etmiştiniz!? Vallahi, o kumandanlığa nasıl lâyık idiyse oğlu Üsâme’de kumandanlığa öyle lâyıktır! …” buyurur. Hz. Üsâme’nin değerli, komutanlığa layık ve ehil bir kimse olduğunu ifade eder ve onları rahatlatır. Ardından minberden iner, orduya katılacak olanlar kendisiyle vedalaşır; O, hanesine; askerler de ordunun toplanma yeri Cürüf’e hareket eder. Allah Resûlü, çok celallense de kararı eleştirenleri asî ilan etmez sadece olaya bakış açılarının ve Üsâme hakkındaki bilgilerinin doğru olmadığını anlatır.9
Netice
Tenkit, tetkik gibi doğruya ve hakikate ulaşmanın yollarından birisidir. Bu çerçevede Kur’ân hem delillerini ortaya koyarak hem de içine düşülen tenakuzları serdederek inkâr, nifak ve şirk anlayışını, yaratılmışlara kulluğu ve zulmü tenkit eder. Akla mantığa, hakka hukuka, adalete ahlaka ters; evrensel değerlerle ve doğrularla bağdaşmayan bilgileri, örf ve adetleri, tavır ve davranışları, karar ve uygulamaları, sorgulamadan doğrudan kabul etmek beraberinde birçok yanlışı ve yıkılışı getirir.
Fakat tenkidin müspet etkileri kadar dikkatli olunmazsa yan etkileri de vardır. Bu sebeple usulüne, üslubuna ve ahlakına riayet edilerek konunun uzmanı tarafından yerli yerinde yapılmalı; adalet, hakkaniyet ve insaf ölçüleri içinde hareket edilmelidir. Aksi takdirde muhataba, hakikate, insanî münasebetlere, kardeşliğe, birlik ve beraberliğe ve bir arada yaşama ortamına zarar verebilir.
Bundan dolayı Allah Resûlü tenkide açık olsa da kararları, istişâre ve müzakere ile almayı ve ehil kimselerin düşüncelerine işin başında başvurup eleştiriye mahal bırakmamayı daha fazla önemser ve önceler. Fakat yine de örneklerden de anlaşılacağı üzere bazı karar ve uygulamaları tenkit edilir. Bunlar karşısında O,
- Asla üslubunu bozmaz, muhataplarının üzerine yürümez ve ashabının müdahale isteklerine izin vermez.
- Dışardan gelen art niyetli eleştiriler karşısında konumuna zarar vermeme ve iletişim kanallarını tıkamama adına tartışma zeminine girmez; sükûtu tercih eder ve yaptığı işe odaklanır. Fakat onların iç dünyalarındaki hesapları çok iyi bilen Cenâb-ı Hak, O’nu müdafaa eder ve gerekli cevabı Kur’ân ayetleriyle verir.
- Menfi tenkitin doğuracağı fitneden ashâbını uzak tutma ve tenkidin yersizliğini ifade adına yeni bir aksiyon ortaya koyar.
- İyi niyetli ama hissiyata kapılarak yapılmış ve haksızlığı ancak neticelerin ortaya çıkmasıyla anlaşılacak tenkitlere cevabı zamana bırakır; söylediklerinden dolayı kimseyi kınamaz.
- Çoğu zaman ise her nerede ve ne halde olursa olsun bazen minbere çıkıp hitap ederek bazen de doğrudan ilgililerine konuşarak verdiği kararın ya da yaptığı uygulamanın hikmetlerini anlatır ve muhataplarını ikna eder.
- Her hususta olduğu gibi haksız tenkitler karşısındaki duruşu da temsil ettiği dinin, ahlak ve adalet kuralları çerçevesinde olur ve hep kendisine yakışanı yapar.
Dipnot:
- Bkz. İbn-i Kesîr, Tefsîr 3/254, 255; Taberî, Tefsîr 9/258; Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâi 1/73, 255
- En’âm Sûresi 6/52
- Zuhruf Sûresi, 43/31
- İbn-i Sa’d, Tabakât 2/29
- Bkz. Âl-i İmrân Sûresi, 3/140-159
- Bkz. İbn-i Hişâm, Sîre 590, 591; Vâkıdî, Megâzî 2/374, 375; Taberî, Târîh 3/92
- Bkz. Buhârî, Şurût 15; İbn-i Hişâm, Sîre 503, 504
- Bkz. İbn-i Hişâm, Sîre 591, 592
- Bkz. Tirmizî, Menâkıb 3904; İbn-i Hişâm, Sîre 665; Vâkıdî, Megâzî 2/474