Tebûk

387

Tebliğ ve irşad eksenli bu gidiş gelişler yaşanırken Şam cihetinden yeni bir haber gelmişti. Hristiyan Araplar Hirakl’e mektup yazmış ve “Hani şu peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkan adam vardı ya, işte O öldü ve arkadaşları da kıtlıktan kırılıyorlar; mal ve mülkleri yok oldu! Şâyet onları da kendi dinine dahil etme gibi bir düşüncen varsa, bu işin tam zamanıdır!” diyor ve onu kışkırtmaya çalışıyorlardı. Bu arada, Lahm, Cüzâm, Âmile ve Gassân gibi kabileler de ayaklanmış, Bizans’ın yapacağı böyle bir faaliyette, onlarla birlikte hareket edeceklerine dair sözler vermişlerdi.

Öbür tarafta Allah Resûlü’nün elçisini öldürüp de Mûte’de karşısına çıkan Gassân meliki Şurahbil İbn Amr, Medine’ye saldırmak için fırsat kolluyordu! Belli ki ortada yine küllî bir senaryo vardı; zira beri tarafta da Yahudiler Efendimiz’e gelmiş:

– Yâ Eba’l-Kâsım, diyorlardı. Şâyet söylediklerinde gerçekten doğru isen, Şam taraflarına git; zira oralar, peygamberler diyarıdır![1]

Zamanlama açısından bakıldığında bunların hepsi çok anlamlıydı! Kendilerinde karşı koyacak güç bulamayanlar, o gün için en güçlü devletlerden biri olan Bizans’ı harekete geçirmek istemiş ve uzaktan bakarak maksadına ulaşmanın planlarını yapmıştı! Üstesinden gelemedikleri bu yeni gelişme karşısında son kozlarını oynuyorlardı!

Bu sıralarda Şam cihetinden Medine’ye gelen bir kısım tüccarlar, Bizans’ın öncü kuvvetlerinin Belkâ’ya kadar geldiklerinin haberini getirmişlerdi!

Üzücü bir haberdi; zira bu, İslâm’ın aydınlık dünyasına koşup da gelen insanlar için yeni bir fasıla anlamına geliyordu. Ancak böylesine büyük bir tehlike de görülmeden edilemezdi; on binlerce insanın, Medine’ye yürümek için hazırlık yaptığı bir yerde elbette eli boş durulmazdı! Bu arada Cibril-i Emîn’in getirmiş olduğu mesajlar, müşriklerle aradaki hatların daha da netleştirilmesi gerektiğini ifade ediyor ve imandan yoksun kimselere karşı savaşmaktan çekinmemeleri gerektiğini anlatıyordu.[2]

Bir yönüyle de bu, zaten beklenen bir gelişmeydi; zira Bizans, o günün dünyasını şekillendiren iki ülkeden biriydi ve bugün olmasa da yarın mutlaka onlarla da karşı karşıya gelinecekti! Çünkü İslâm, sadece kendi ayakları üzerinde bir inkişâf yaşıyordu ve bunu gören aktörlerin, bu kadar bağımsız ve duru bir inkişâfı, öyle kolay hazmetmeleri düşünülemezdi!

Derken Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ashâbına, savaş için hazırlık emri verdi. Etraftaki kabilelere de haber gönderiyor, böylesine önemli bir dönemeçte onların da bulunmasını talep ediyordu! Bu arada Mekke’ye de haber salmış, aynı hassasiyeti orada bulunanlardan da istemişti.

Önceki savaşlarında nereye ve ne zaman gidileceğini, hangi yolların kullanılıp kiminle savaşılacağını belli etmeyip gizli tutarken bu sefer hedefi de, atılacak adımları da açıktan tayin ediyordu! Zira hem mevsim ve fiziki şartlar hem de karşılarında duran düşman açısından bunun bilinmesi ve ona göre hazırlık yapılması gerekiyordu. Çünkü o gün Medine, en kurak mevsimlerinden birisini yaşıyordu; insanların gölgelikten dışarı çıkmaya bile cesaret edemedikleri bir mevsim hâkimdi! Meyveler yeni yeni olgunlaşmaya başlamıştı ve insanlar, bir yılın semeresini daha yeni yeni almaya hazırlanıyorlardı! Dışarıda yakıp kavuran bir güneş, bağ ve bahçelerde ise cezbeden bir gölgelik vardı!
Onun için bazı insanlar açıktan tavır almış ve:

– Bu sıcakta da savaşa gidilir mi, diyorlardı. İmdada yetişen Cibril-i Emîn, onların bu sözlerini tekrarlayarak, Cehennem ateşinin bu sıcaktan çok daha şiddetli olduğunun haberini getirecekti.[3] Tebûk günü; Allah davasında yürekten koşturan samimi mü’minlerle, işi elinin ucuyla tutan ve içindeki nifakı bir türlü atamayanların ayrıştığı bir dönemeçti; bir tarafta Allah Resûlü’nün bu çağrısına yürekten koşup icabet edenler yeni bir heyecan yaşarken, diğer yanda bu Nebevî davete icabet etmemek için o gün yerlere kapananlar,[4] Efendimiz’le birlikte Tebûk’e gitmemek için akla hayale gelmedik bahanelere sığınanlar da vardı![5]

Cedd İbn Kays, yanında bir grup yandaşıyla birlikte Mescid-i Nebevî’de bulunan Allah Resûlü’nün yanına gelmiş:

– Yâ Resûlallah, diye sesleniyordu. “Ben yoksul ve hasta birisiyim; benim için bunlar özürdür! Öyleyse burada kalmama izin ver!”

Önce onu sabırla dinleyen Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Hazırlığını yap; çünkü senin imkânların var, buyurdu. Ancak Cedd, kararlıydı; pişkin pişkin şunları söylüyordu:

– Sen bana izin ver de, beni fitneye düşürme! Vallahi benim kavmim de bilir ki, onların arasında benim kadar kadına düşkün kimse yoktur; şâyet oraya gider de Benî Asfar’ın kadınlarını görürsem sabredemem!

Perdeyi yırtan bu talep karşısında, Efendiler Efendisi yüzünü çevirecek ve itap dolu bir ses tonuyla Cedd İbn Kays’a:

– Sana izin verdik, buyuracaktı.

Cedd İbn Kays’ın oğlu Abdullah gelip de babasının yaptıklarını duyunca ona çıkışacak ve:

– Sen ne diye Resûlullah’ın sözüne muhalefet ediyorsun; hâlbuki Benî Selime içinde senden daha zengin olan var mı? Ne diye savaşa çıkıp da hazırlık yapmıyorsun, diyecekti. Oğluna da şunları söylüyordu:

– Ey oğulcuğum! Bu kıtlık, şu kavurucu sıcak ve yakıcı rüzgâr varken ben kim Benî Asfar’a gitmek kim! Şu anda evimde otururken bile Benî Asfar’dan çekinip korkarken, hangi cesaretle onlarla savaşmaya çıkacağım! İyi bil ki ben, ey oğulcuğum, sonucun kimin lehine olacağını şimdiden görüyorum!

Oğul Abdullah elbette bunlarla ikna olacak değildi; babasına karşı sözlerini daha da ağırlaştırıp yaptığının nifaktan başka bir şey olmadığını söylemeye başlayınca, babası yüzüne şiddetli bir tokat indirecek ve sesini kesmeye çalışacaktı. Ancak sesi hiç kesilmeyecek bir kanal vardı ve çok geçmeden Cibril-i Emîn gelecek, Cedd İbn Kays’ın sözlerini nazara vererek esas fitneye düşenlerin kendileri olduğunun haberini verecekti.[6]

Bu arada bir kısım insanlar, savaşa gitmemek için kendilerine yeni iş icat etmiş ve Efendimiz’in huzuruna gelmişlerdi:

– Yâ Resûlallah, diyorlardı. “Karanlık ve şiddetli yağmur gecelerinde hasta ve yaşlı olanların da namaza gelebilmeleri için bir mescit yaptık; oraya gelip de bize namaz kıldırmanı istiyoruz!”

Dış görünüş itibariyle takdir edilebilecek bir davranış gibi görünüyordu; ancak adamların niyeti, ne ibadet ne de hasta ve yaşlıları düşünmekti! Tek hedefleri, aleyhtarlığını yaptıkları İslâm aleyhinde atacakları her türlü adım için merkez edinmeye çalışmaktı. Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Şu anda Ben, yol hazırlıklarıyla meşgulüm; geri döndüğümde belki, diye cevap verdi onlara. Böylelikle perdeyi de yırtmamış oluyordu; aynı zamanda bu yaklaşımıyla O (sallallahu aleyhi ve sellem), şüphe duyacakları bir tavır sergilememiş ve bunun yanında şerre odak olan bu mekanı da belirlemiş oluyordu!

Tebûk’e gitmemek için bahaneler uydurup da Allah Resûlü’nden izin isteyenlerin sayısı sekseni geçmişti; zahiri hâllerine göre hepsine izin veren Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), içlerinde gizledikleriyle kendilerini Allah’a havale etmişti. Sadece samimi olanlarla bir hazırlık süreci yürütüyordu! Zira Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Benî Gıfâr’dan gelen yaklaşık otuz kişilik bir gruba aynı izni vermeyecek ve onların da Tebûk’e gelmelerini isteyecekti.[7]


Dipnotlar:
[1] İsrâ suresinin 17/76. âyetinin bu faaliyetleri anlatmak için indirildiği ifade edilmektedir. Bkz. Taberî, el-Câmiu’l-Beyân, 15/132; Vâhidî, Esbâbu Nüzûli’l-Kur’ân, 1/197; Süheylî, Ravdu’l-Unf, 4/293 vd.
[2] Bkz. Tevbe, 9/28, 29, 123
[3] Bkz. Tevbe, 9/81, 82
[4] Bkz. Tevbe, 9/38, 39
[5] Bkz. Tevbe, 9/41, 42
[6] Bkz. Tevbe, 9/49
[7] Bkz. Tevbe, 9/86-93

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.