Süheyb İbn-i Sinân
Süheyb İbn-i Sinan, ailesiyle birlikte Musul’da, Dicle kenarında yaşarken Rumlar tarafından küçükken esir alınmış ve daha sonraları Kelboğulları tarafından satın alınarak Mekke’ye getirilmiş biri idi. Artık boynuna köle tasması takılmıştı. Daha sonra da onu Abdullah İbn Cüd’ân almış ve hürriyete kavuşturmuştu. Ancak o, Abdullah İbn-i Cüd’ân ölünceye kadar onun yanında kalacaktı.
Efendimiz’in hitabını duyunca Ammâr İbn Yâsir’le aynı gün İbn Erkam’ın evine gelmiş ve Müslüman olmuştu. Zayıf ve kimsesiz olduğu için artık o da, en fazla işkenceye muhatap olan mü’minlerden birisiydi. Nihayet önüne, hicret gibi bir alternatif çıkmış ve o da bütün bu sıkıntılardan kurtulacaktı.
Günün birinde o da yola koyulmuş hicret etmek için Medine’ye doğru gidiyordu. Bunu duyan Kureyş’in, bu hicrete müsaade etmeye hiç niyeti yoktu; karşısına dikilmiş ve:
– Sen, bizim aramıza geldiğinde beş parasız ve perişan bir haldeydin! Ne kazandıysan burada bizim aramızda kazandın! Şimdi de çıkmış kendi başına malını alıp öyle gitmeye yelteniyorsun, olacak şey mi? Vallahi de buna müsaade etmeyiz, diyorlardı.
Önce, uzun uzun baktı onlara Süheyb! Akıllarınca, malına el koyduklarında o da gitmez sanıyorlardı. Dünyadan başka değeri olmayan insanlar, uğruna dünyanın feda edilebileceği başka bir alternatif düşünemiyorlardı. Onun için döndü onlara ve önce:
– Ey Kureyş topluluğu! Siz de bilirsiniz ki ben, aranızda en iyi ok atanlardanım; vallahi de, elimdeki oklar tükeninceye kadar asla yanıma yaklaşamazsınız! Arkasından da, elimde en küçük parçası kaldığı sürece kılıcımın hakkını verir sizi kendime yaklaştırmam! Şayet beni değil de, elimdeki imkân ve malımı hedefliyorsanız, isterseniz onun yerini size göstereyim ve dilediğinizi yapın, dedi.
– Malının yerini göster, yolunda engel olmayalım, diyorlardı. Adamları anlamanın imkânı yoktu; dünya metaına tav olmuşlardı ve büyük bir şaşkınlıkla yeniden sordu:
– Şayet size, bütün malımı bıraksam, yolumdan çekilip beni serbest bırakır mısınız?
– Evet, bırakırız, diyorlardı, alaycı tavırlarıyla. Belki de, böyle bir şey olmaz diye düşünüyorlardı. Ancak Süheyb, çok ciddiydi ve:
– Peki o zaman, malımın tamamını size bırakıyorum, deyiverdi.
Şaşırmışlardı; nasıl olur da bir adam, bütün mal ve mülkünü bir kenara bırakır ve yine de Muhammedü’l-Emîn’e koşabilirdi? Kendileri olsa, en küçük bir değerini kaybetmemek uğruna hayatı pahasına mücadele eder ve gerekirse bunun için canını bile ortaya koyarlardı. Gerçekten şaşılacak bir durumdu ve bunun, Kureyş mantığıyla anlaşılmasına da imkân yoktu.
Süheyb’in bu yiğitliğinin haberi Allah Resûlü’ne kendisinden önce ulaşmıştı. Duyar duymaz da:
– Süheyb ne büyük kâr elde etti! Süheyb ne büyük kâr elde etti, buyuracak ve böyle bir fedakarlığı, karşılaştığı insanlara da anlatacaktı.1 Cibril-i Emîn’in getirdiği mesaj da, bu ticaretin getirisini haykırır mahiyetteydi:
– İnsanlardan öylesi var ki o, Allah’ın rızasını kazanma yolunda kendi hayatını satın almaktadır. Şüphesiz ki Allah, kulları adına çok merhametli ve onları kuşatıcıdır.2