Sidretü’l-Müntehâ

794

Ardından, karşısına Sidretü’l-Müntehâ1 gelmişti; tarifi imkânsız bir letâfetle karşı karşıyaydı. Her tondan renklerin oluşturduğu bir merasim alanı gibiydi. Burası, imkanla vücub arası kutsi bir yerdi aynı zamanda ve artık Efendimiz’in yanında, Cibril-i Emîn de yoktu. Zira imkân alemi, artık geride kalmıştı. Burası, has daire ve harem odasıydı ve bu odaya, insanlık var olduğu günden bu yana, alınıp da iltifat görmüş hiçbir mânâ kahramanı olmamıştı. Yani, Hazreti Şeref-i Nev-i İnsan ve Ferîd-i Kevn ü Zaman olan Ruh-u Seyyidi’l-Enâm, bu has odanın ilk ve tek, aynı zamanda da son misafiriydi; O’nun bu konuda selefi olmadığı gibi halefi de olmayacaktı. Çünkü O (sallallahu aleyhi ve sellem), Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet idi.

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), kader kaleminin mürekkebine şahit oluyor, takdiri yazarken kalemin çıkardığı sesleri duyuyordu.2 Kâbe kavseyni ev ednâ sırrının tezahürü vardı artık orada! Yaklaşmış, yaklaşmış ve artık, adımını atacağı bir mahâl kalmayınca da mekanı lâ mekan olmuştu.3

Bütün bunlara rağmen Allah Resûlü’nde, zerre kadar bir bakış kayması, huzurun hakkına muhalif en ufak bir farklılık gözükmüyordu. Bir anda ortalık nur kesilmiş ve Sidre’yi, sınırlı gözlerle müşahede edilip kayıtlı ifadelere sıkıştırılamayacak mahiyette bir güzellik kaplamıştı.4

Faniye ait her şey nur kesilmiş, nurdan bir heykel hüviyetine bürünen Allah Resûlü de Nur-u Rahmân’ı temaşa ediyordu. Cennette mü’minler için vadedilen Cemalullah burada müşahede edilecek ve Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), mekanın lâ mekan olduğu bu ufukta Rabb-i Rahîm ile vasıtasız görüşecekti. Kendisinden önce Hz. İbrahim’i hıllet ve Hz. Musa’yı da kelamla taltif eden Yüce Mevlâ, peygamberlik semasının son altın halkası Habîb-i Ekrem’ini de rü’yetle serfiraz kılıyor ve bu iltifatla yine, Allah Resûlü’nün Hakk nezdindeki yerini, kevn ü mekana fiilen göstermiş oluyordu.5


Dipnot:

  1. Genel olarak Sidretü’l-Müntehâ, yedinci semanın üzerinde, Arş’ın sağ tarafında ve altından, müttakiler için vadedilen cennet ırmaklarının fışkırdığı bir mübarek şecere şeklinde resmedilmektedir. Burayı anlatırken Efendimiz (s.a.s.) de, “Gölgesinde bir süvari, yetmiş sene at koştursa, yine de o gölgeyi aşıp kat’edemez; onun yaprağı bir milletin bütününü kaplayabilir” buyurmaktadır. Bkz. Taberî, el-Câmiu’l-Beyan, 15/1
  2. İbn Kesîr, Tefsîr, 3/33; Kâdı İyâz, Şifâ, 1/147
  3. Müslim, Sahîh, 1/159 (290)
  4. Konuyu anlatırken Kur’ân, “O’nun gözü kaymadı, asla şaşmadı/şaşırmadı ve haddini aşmadı. Orada Rabbinin en büyük bürhanlarını müşahede etti.” (Bkz. Necm, 53/17, 18) ifadelerini kullanmaktadır.
  5. Bkz. Taberî, el-Câmiu’l-Beyan, 27/48
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.