ŞİDDET MANZARALARI
Bugüne kadar her türlü yönteme başvurmuş; ama bir türlü netice alamamışlardı. Belli ki bu savaşta, Müslümanların üstesinden gelmek için Söz’e sözle karşılık vermek yeterli değildi ve daha farklı yöntemlere müracaat edilmesi gerekiyordu. Zaten kaba kuvvet, fikir planında yenik düşenlerin başvuracakları bir yoldu ve o günün Mekke’si de, bu yolu tercih etmeye başlayacaktı.
Gerçi, o güne kadar münferit olarak bu metodu uygulayanlar da yok değildi; amcasının Hz. Osman’ı bir hasırın içine bağlayıp mahzende hapsetmesi, annesinin Sa’d İbn Ebî Vakkâs’a manevi baskı kurarak dininden döndürmeye çalışması, annesinin Mus’ab İbn Umeyr’i hapsederek dövmesi, günlerce aç ve susuz bırakarak evden kovup neticede mirastan mahrum etmesi ve Ümeyye İbn Halef ile Ebû Cehil’in Bilâl-i Habeşî’ye yaptıkları zihinlerde hâlâ canlılığını koruyordu.
Ancak mesele, böyle münferit olaylarla çözülecek gibi değildi; daha köklü tedbirler alınmalıydı ve gelişen İslâm’ın önünü alabilmek için daha kurumsal bir karşı hamle başlatılmalıydı. Bunun için ilk hedef, Allah’ın Resûlü’ydü.
Bir gün Kureyş ileri gelenleri, Kâbe’nin Hıcr denilen mevkiinde bir araya gelmiş; Mekke’deki gelişmeleri konuşuyorlardı. Tabii olarak konu, o günün en önemli meselesine geldi:
– Şu adama sabrettiğimiz kadar bir başkasına sabrettiğimizi hiç hatırlamıyorum, dedi aralarından birisi ve ilave etti:
– Büyüklerimizi sefahetle suçluyor ve ilahlarımız hakkında olumsuz şeyler konuşuyor da biz, hâlâ O’na sabrediyoruz; gerçekten de bu, büyük bir iş!
Tam bu esnada, üzerinde konuştukları Allah Resûlü de, Kâbe’ye gelmekteydi. Yaklaştı ve önce Hacerü’l-Esved’i selamladı. Ardından da Kâbe’yi tavafa başladı. Hıcr’da bulunan kin tüccarlarına yaklaştığında O’na sözle sataşmaya başladılar. Duydukları karşısında belli ki çok rahatsız olmuştu; Kâbe gibi kutsal bir mekânda ağza alınmayacak sözler sarfediyorlar, Allah’ın en sevgili kuluna olmadık hareketlerde bulunuyorlardı. İkinci tavafta aynı manzara… Üçüncü tavafta da aynı manzara karşılayacaktı O’nu… Derken işi o kadar ileri götürmüşlerdi ki, Resûl-ü Kibriyâ’yı celallendirmişlerdi, kin kusan bu insanlara döndü ve Allah Resûlü:
– İşitiyor musunuz ey Kureyş! Nefsim, yed-i kudretinde olana and olsun ki, akıbetiniz perişan olur, diye seslendi.
Bakışı ve yönelişindeki heybeti o kadar ruhlarına işlemişti ki, bir anda ortalık buz kesilivermişti. Çok etkilenmişlerdi; başlarında kuş varmışçasına bir hassasiyet kesbetmiş, oldukları yerde kalakalmışlardı. Bir anda tavırlarını değiştirmiş, en katı olanı bile mülayemet kesbetmişti. Şöyle diyorlardı:
– Sen yoluna git ey Ebâ Kâsım! Zira, Sen cahil birisi değilsin!
Bunun anlamı, “Biz Seni yine kendi haline bırakalım da ne olur Sen bize beddua etme. Sen kendi yoluna, biz de kendi yolumuza devam edelim.” demekti. Resûl-ü Kibriyâ da, oradan ayrılıp yine bir başka muhtaç gönüle İslâm’ı anlatmak üzere yola koyuldu.
Ertesi gün yine aynı mekânda bir araya gelmişler, yine benzeri konuları görüşüyorlardı:
– O’nun size yaptıklarını ve sizin de O’nun için yaptıklarınızı bir hatırlayın! Adam, sizin için hoşunuza gitmeyecek her şeyi söylediği halde siz, korkup O’nu kendi haline bırakıyorsunuz!
Olacak ya, yine tam bu sırada Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Kâbe’ye çıkageldi. Göz göze gelmişlerdi. Belli ki bir dümen çeviriyorlardı. Tam, istîlamla tavafa başlayacaktı ki, birden etrafında halkalanıverdiler:
– Sen miydin bizim ilahlarımız hakkında olumsuz beyanda bulunan, atalarımızı da dalaletle itham eden, diyor ve diş biliyorlardı. Bu durumda bile Efendiler Efendisi:
– Evet, bütün bunları söyleyen bendim, diyor ve tavrını bile değiştirmeden doğruyu olduğu gibi söylüyordu. Ancak adamların niyeti kötüydü. Hep birden üzerine üşüşüverdiler Habîb-i Zîşân’ın. Kimi cübbesinden tutmuş çekiştiriyor, kimi kolundan asılıyor, kimi de kırılası elleriyle vurmaya çalışıyordu. Bir anda hepsi, gözü dönmüş kurt sürüsüne inkılâb edivermişti. Hatta, Ukbe İbn Ebî Muayt, İnsanlığın Emîni’nin boynuna sarığını dolamış; sıkıştırdıkça sıkıştırıyor ve böylelikle O’nu boğmak istiyordu.
Bu esnada, hiç beklenmeyen bir şey oldu; bütün kargaşaya inat Kâbe’nin avlusunda, kulakları yırtarcasına gür bir ses yükseliyordu:
– Sadece, “Rabbim Allah’tır.” dediği için bir adamı öldürecek misiniz?
Bu ses, yüzyıllar öncesinde Mısır’da yankılanan Mü’min-i Âl-i Firavun’un sesi gibi gür bir sesti. Ve yine bu ses, hak davanın üstüne üşüşüldüğü her dönemde tekrarlanması gereken mukaddes bir sesti.
Bütün yüzler birden sesin geldiği cihete dönüverdi. Bu ses, Ebû Bekir’in sesiydi. Mekke’yi titreten bu ses, misyonunu eda edecekti etmesine; ama bu sefer de Mekkeliler onun üzerine saldıracak ve hınçlarını ondan çıkarma yarışına gireceklerdi. Bu, o ana kadar Mekke’de yaşanan en çetin gündü. Akşam olup da Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh), kolu kanadı-kırık evine döndüğünde vücudunda ezilmedik yer kalmamıştı ve kıyafetleri de kanlar içindeydi. [1]
Dipnot:
[1] İbn Hibbân, Sahîh, 14/526. Kur’ân-ı Kerîm, Firavun hanesinde yaşanan Ebû Bekir benzeri çıkışı şu ifadelerle anlatmaktadır: Firavun âilesinden imanını gizleyen mü’min bir adam çıkıp da şöyle dedi: ‘Rabbim Allah’tır dediği için bir adamı öldürüyor musunuz? Oysa o size Rabbinizden kanıtlar getirmiştir. Eğer yalancı ise yalanı kendi zararınadır. Ve eğer doğru söylüyorsa, size va’dettiklerinin bir kısmı başınıza gelir. Şüphesiz Allah aşırı giden, yalancı kimseyi doğru yola iletmez.’ Bkz. Mü’min, 40/28