Peygamberlerin ve İlahi Kitapların Gönderilmesindeki Hikmet Nedir?

338

İnsanlık, semavî kitaplara muhtaçtır. Zira ilâhî mesajların öğreticiliği dışında beşerin, problemlerini kendi kendine halletmesi imkânsızdır. Onun içindir ki, daha ilk insanla beraber Allah (celle celâluhu), ilâhî mesajlar ihtiva eden bir kısım sayfalar göndermiştir. Hazreti Âdem’e gönderilen sayfalar da aynen Kur’ân-ı Kerim gibi vahiy yoluyla nazil olmuştur. Sonra Hazreti Âdem onları kâğıtlara yazmak suretiyle tespit etmiştir. Bazılarının zannettikleri gibi, yazı daha sonra keşfedilmiş değildir. Aksine o, ilk insan Hazreti Âdem ile beraber başlamıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak, Hazreti Âdem’e yazıyı vahiy yoluyla talim etmiş ve öğretmiştir. Aksine ona gönderilen sahifelerin tespiti nasıl mümkün olurdu ki!

Bu sahifeler gökten yazılı olarak inmiş değildi. Zira vahiy çeşitleri arasında böyle bir yola hiç rastlanmamıştır. Ne Kur’ân’da ne de hadislerde açıktan açığa yazılı, kâğıtlarla gönderilen bir vahiy çeşidinden bahsedilmemiştir. Şûrâ sûresinin 42/51. âyeti de[1] bu mütalaayı müeyyiddir.[2] Bu itibarla da, Hazreti Âdem’e gönderilen sayfalar, nazil olmuş, sonra da bu sayfalar onun tarafından yazıya geçirilmiştir denebilir. Zaten Cenâb-ı Hak, Hazreti Âdem’e, gerekli olan ilimlerin hepsini özet olarak öğretmiştir. Ondan sonra anlatılanlar ise, zaman, şartlar çerçevesinde bir tafsil ve konuyu daha genişçe ele almaktan ibarettir. Meseleye bu zaviyeden yaklaşacak olursak, şöyle bir değerlendirme yapmamız mümkündür:

Hazreti Âdem’e gönderilen sahifelerle diğer peygamberlere gönderilen sahifeler veya kitaplar arasında esasta hiçbir farklılık yoktur. İlk sahife neyi anlatıyorsa son kitap Kur’ân da temel esaslar açısından aynı şeyi anlatmaktadır. Sadece fark, icmal ve tafsildedir. Hazreti Âdem’e özet olarak anlatılan her şey, Efendimiz’e tafsil edilerek anlatılmış ve geniş geniş izahlarla vahyedilmiştir. Yani Hazreti Âdem’e anlatılan çekirdekse, Efendimiz’e anlatılan dalı, budağı ve meyveleriyle ağaç olmuştur. Ne var ki bu usûlde dahi mucize çapında bir sistem mevcuttur. Her şeyden evvel, ilk insanlar, idrak ve fikirleriyle çok fazla inkişaf etmediklerinden, onlara anlayacakları seviyede ders vermek gerekiyordu; onun için de onlara fazla tafsilat yapılmadı. Onlara anlatma tarzı ilkokul seviyesindeki bir çocuğa ders verme mahiyetinde idi. Zira muhatapların umumî seviyesi, böyle bir dersi gerektiriyordu. Eşyanın ledünniyatına vâkıf olmaktan uzak bu ilk insanlara verilecek bilgiler, sathî (yüzeysel) olmalıydı. Ancak şu da bir gerçektir ki, işin ilmini yapmış olan birisi, Kur’ân’da anlatılan bütün hakikatlerin Hazreti Âdem’e verilen sahifelerde bulunduğunu çok rahatlıkla söyleyebilir.

Bu husus diğer semavî kitaplar için de aynen geçerlidir. Yani Kur’ân’daki hakikatleri, (icmalen de olsa) Tevrat ve İncil’de de bulmak mümkündür. Tabiî bir dilden başka bir dile çevrilince bazı değişmelerin, hatta tahriflerin olduğu da bir gerçektir. Defalarca çevirilerle değişime uğramış veya tahrif edilmiş kitaplarda, bu kitapların kendi orijinal metinlerini bile bulmak çok zordur. Bu durumda, onlarda Kur’ân’ı bulmak nasıl mümkün olabilir ki…

Görüldüğü gibi insanlık, yeryüzüne geldiği andan itibaren onun hayatına yön verecek, ferdî, ailevî, içtimaî hayatını düzenleyecek ve onu hayra, güzele, iyi ve doğruya sevk edecek bir ilâhî mesaj olmuştur. Bu da açıktan açığa şunu göstermektedir ki, ilâhî yol rehberleri olmadan, beşer hiçbir meselesini halledemeyecektir. Aslında yaratılış ve fıtrata uygun olan da budur. Yukarıda da kısaca işaret ettiğimiz gibi, Cenâb-ı Hak, kâinatı bir kitap şeklinde yaratmıştır. Kâinat denen muhteşem kitapla birden ve aniden karşılaşan insan, ona bu kitabı izah ve şerh edecek bir mürşide muhtaçtır. Peygamberler ve ellerindeki semavî kitaplar, beşer için her zaman yanılmaz ve yanıltmaz birer mürşid olmuşlardır.

Kâinat kitabının, insanın duygularına hitap eden yönleri vardır. Meselâ insan, kâinat kitabını tetkik ettiğinde, bu koca ağacın çekirdeğinden köküne, dalına-budağına, çiçeğinden meyvesine kadar ilâhî “Kudret” ve “İrade”nin yazdığı o muhteşem kitaptan aldığı mânâ usâreleriyle bir arı gibi petekler oluşturacak ve onları kalb ve dimağına emanet edecektir. Kalb ve dimağ ise bu mânâları analiz ederek onların verâsında anlatılmak istenenleri kavramaya çalışacaklardır. Ne var ki, herhangi bir mürşid olmadığında, onların bu mânâları anlayıp kavramada âciz kalmaları da kaçınılmazdı. Bunu şöyle bir misalle anlatabiliriz:

Bir insan düşünelim ki, bu, hayatında hiç mi hiç cami ve cemaat görmemiştir. Biz tutup bu kimseyi muhteşem bir camiye sokalım ve ondan caminin içinde gördüklerini değerlendirmesini isteyelim… Şüphesiz bu insan, gördükleri karşısında bize şaşkın şaşkın bakacak ve hiçbir değerlendirmede bulunamayacaktır.. evet, o, minber ne işe yarar, mihraptaki hikmet nedir, kürsüde ne yapılır bilemeyecektir. Hele insanların bir imam arkasında saf bağlayıp aynı sesle yatıp kalkmalarına hiçbir mânâ veremeyecektir. İsterse bu insan başka sahalarda deha çapında bir insan olsun, bu konuda cami âdâb ve erkânı ile alâkalı az çok bilgi almış veya tecrübe edinmiş bir çocuk kadar dahi düşüncesi olmayacak ve doğru dürüst bir şey söyleyemeyecektir. Zira öğreten biri olmadan, bir caminin ne işe yaradığının ve onun içindeki müştemilatın hangi gayelere hizmet ettiğinin bilinmesi imkânsızdır.

Evet, nebi rehberliği olmadan kâinat mescidine giren insanın durumu da bundan farksızdır. O, her bahar mevsiminde binlerce, milyonlarca çeşit bitkinin yeşermesini, dal budak salıp gelişmesini, çiçek açıp meyve vermesini görecek, ancak bütün bu olanları (şaşkınlığından dolayı) tabiatla izah etmeye çalışacaktır. Gökyüzünde sayısız denecek kadar yıldız ona göz kırpacak ama o, bu baş döndürücü âhengi izahta her şeyi “doğa kanunu” şeklinde heceleyip duracaktır. Fizik, kimya ayrı ayrı dillerle ona eşya arasındaki âhenkten, nizamdan ve hiçbir şeyin başıboş olmadığından bahsetse de o, bu oluşu eşyanın kendisine vererek her şeyi anladığını sanacaktır.

Yani insan, peygamber rehberliği olmadan, gördükleri, bildikleri ve hissedip duyduklarıyla hakikati gerçek yüzüyle tam bulamayacak, cehalet karanlıklarından kurtulup “mârifet” aydınlığına ulaşamayacaktır. Aslında insanı böyle bir mârifete (Allah’ı bilmeye) götürmeyen ilim de ilim değildir. Onun içindir ki bizim literatürümüzde cahil, Allah’ı bilmeyen insandır. Evet, yüzlerce ilmi hallaç etse de, Allah’ı bilmeyen bir insan, hakikî mânâda cehaletten kurtulamaz. O’nu tanıyana gelince, hiç okuma-yazma bilmese de umumî mânâda cahil sayılmaz. Zira o, neticede bilmesi gerekeni bilmiş, kâinat sarayını kuran ustayı ve o kitabın muhteşem müellifini tanımıştır. Bu ise, ilimde varılması gereken son noktadır. Mademki, kâinat kitabını Cenâb-ı Hak yazmıştır, elbette onu en iyi bilen de O olacaktır.

Bazen en âmi bir insan bile iki mısralık bir şiir yazabilir; yazabilir ve o mısraların içinde başkasının bilmesi imkânsız öyle sırlar gizler, öyle telmih ve işaretlerde bulunur ki onu kendisinden başka kimse anlayamaz.

Durum böyle olunca, binlerce girift bilmecenin yumaklaştığı şu kâinat kitabını anlayamayışımız gayet normal olduğu gibi, bu girift meseleleri bizlere şerh ve izah edecek muallim ve mürşitlerin bulunması da zarurî değil midir..? İşte bu muallimlere biz “Peygamber”, onlarla beraber gelen kitaplara da “Semavî Kitap”lar adını veriyoruz.

Peygamber ve Kitap olmadan hakikatin olduğu gibi keşfedilmesi imkânsızdır. Buna en açık delil, günümüz felsefesinin geldiği noktadır. Asırlardır hakikati arayan binlerce feylesof, aynı ekol içinde dahi belli bir ortak çizgide buluşamamışlardır. Aristo ve Descartes, her ikisi de rasyonalist olmasına rağmen görüş ve düşünceleri arasında dağlar kadar fark vardır.. ve her biri hakikati çok değişik şekilde anlatmaktadır. Eflatun’un varlık hakkındaki düşünceleri nerede, bir Aristo’nun, Sokrates’in ve bir Descartes’in düşünceleri nerede?.

Aradaki farkın, herhangi bir telif ve birleştirmeye imkân vermeyecek ölçüde olduğu söylenebilir. Bu farklılık da bize gösteriyor ki, mücerret insan aklı, kâmil mânâda hakikati anlayıp kavramaya yeterli değildir; yeterli değildir ki, kâinat kitabının en kalın çizgilerle ve herkesin görebileceği ölçüde yazılmış satırlarını okumada dahi bu denli ihtilaflara düşülmektedir. Hâlbuki bu satırlar, körlerin bile göreceği ölçüde büyük ve kalın çizgilerle yazılmıştır. Öyle ki, bu dokuda yıldızlar kelimeler olmuş, nebülözler satırları meydana getirmiş, galaksi ve Samanyolu gibi sistemler ise paragraf mesabesindedir.

Şimdi bu yazıları okumayan insan, nasıl olur da beşerin ruhî yapısına ait derin, sırlı ve ince meseleleri okuyabilir, okuyup insanoğlunun pedagojik, psikolojik ve sosyolojik problemlerine çözümler getirebilir..! Böyle bir cürette bulunmak, olsa olsa şaşkınlığın ve cehaletin ifadesi olabilir. Günümüzün insanı, nice zamandır böyle bir cehaletin zebûnu olarak yaşamaktadır.

Hayır, başkası değil, Allah’tır (celle celâluhu) şu kâinat kitabını yazan; bu kitabıyla insan arasında münasebet kuran, insanı bu büyük kitaba fihrist yapan, damlada deryayı gösteren. Öyle ise, bu kâinatın mânâ ve mahiyetini bütünüyle ancak O bilebilir. O bilebilir insanın meyillerini, iç âlemini, fizikî-ruhî yapısını ve insanî temayüllerini. Zira kâinat, kâinatullah; insan, abdullah; ve bunların anatomisini tahlil eden Kur’ân da kelâmullah’tır. Dolayısıyla bunlar arasındaki münasebeti en iyi bilen, böyle bir münasebeti kurmuş olan Allah’tır. Bu mevzuda söz söylemek de ancak O’nun hakkıdır. O’nun ilmi, bütün eşyayı kuşatmıştır. O bildirmedikçe, insan hiçbir şey bilemez.

“O’nun ilminden, Kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar.”[3] âyeti, bizler için vird-i zeban olmalıdır. Bütün beşeriyetin ilmi, Hazreti Hızır’ın dediği gibi Cenâb-ı Hakk’ın ilmine kıyasla, okyanustan bir kuşun gagasına bulaşan ıslaklık kadar dahi değildir.[4] İşte insanoğlunun “Bildik” dediklerinin hepsi bundan ibarettir ve o, söylediklerini bu kadarcık müktesebat itibarıyla söylemektedir. Hâlbuki daha bilinmesi gereken, okyanus çapında ilimler vardır ki, insanoğlu, bunların cahili bulunmaktadır. Ne acıdır ki, o, buna rağmen bilgiçlik taslamaktadır; işte bu da onun cehaletinin koyu karanlık ayrı bir buududur. Böyle bir cehalet karanlığı içinde gömülü insanın, kendi hakkında vereceği hükümlerde bile saçma-sapan ve isabetsiz olacağı açıktır. Hâlbuki ilâhî hüküm ve kararlarda, yüzde bin isabet vardır.

Sözün özü şudur; insanoğlu meselelerini Cenâb-ı Hakk’a ve O’nun mucize kitabına havale ettiği zaman, maddî-mânevî, ferdî, ailevî ve içtimaî kargaşadan, kaostan ve anarşiden kurtulacak, hakikî huzur, refah ve saadetin altın ikliminde yaşayacaktır. Aksi hâlde, derbederlik onun değişmeyen kaderi olacaktır.

İşte Cenâb-ı Hak, engin rahmetinin bir eseri olarak gönderdiği kitaplar vasıtasıyla, insanlığı böyle bir akıbetten kurtarmıştır. Buna da, insanlık adına müstağni kalınamayacağını düşünüyoruz. Günümüzde bu husus daha köklü, daha derin bir anlam kazanmıştır. Çünkü o, kâmil beşere gönderilen en kâmil kitaptır.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.