“O’nu bırakıp da kaçacak olanlar bizler miyiz!” (13 Zilkâde 6 Hicrî)
Hudeybiye’de konaklayan Allah Resûlü, dün Büdeyl İbn-i Verkâ’yı elçi olarak göndermiş ve maksadını Mekkelilere haber vermişti. Büdeyl’i dinleyen Mekkeliler, Urve İbn-i Mes’ûd’u, Büdeyl’in dediklerinin aslını araştırmak için Allah Resülü’ne göndermişti. Bugün Hudeybiye’ye ulaşan Urve, gelir gelmez:
– Yâ Muhammed! Ben, Ka’b İbn-i Lüeyy ve Amir İbn-i Lüeyy’i, yanlarında sağmal develeri ve çoluk çocuklarıyla birlikte Hudeybiye sularının başında bırakıp da geldim; Ehabiş kabileleriyle onlara itaat eden diğer insanlar da onlarla birlikte Sana karşı birleşmiş durumdalar! Aslan postu giymiş ve Sen onları ezip geçmedikçe, Beytullah’la aranızdan çekilmemeye Allah adına and içmekteler! Bu durumda siz, şu iki şeyden birisini tercih etme durumundasınız: Ya kavmini çiğneyip geçecek, onları yok edeceksin ki -Senden önce kendi kavmini ve ailesini çiğneyip de yok eden kimse duyulmamıştır!- ya da şu etrafında gördüğün insanlar Seni tek başına bırakıp Seni hüsrana uğratacaklardır! Vallahi de ben, Senin etrafında şerefli kimseler göremiyorum; onların çoğu, nereden geldikleri belli olmayan toplama insanlar! Onların ne yüzlerini tanıyorum ne de nesepleri hakkında bir bilgiye sahip olabiliyorum! Şayet savaşacak olursan, bunların hepsi Senin etrafından dağılıp gidiverirler ve Sen de onların eline esir düşersin; Senin için bundan daha ağır ve şiddetli ne olabilir ki!” diyerek Efendimiz’i, Mekkelilerle ve zoru görünce ashâb-ı kiramın O’nu bırakıp kaçacağıyla korkutmak istemişti.
Urve’nin sözleri yenilir yutulur cinsten değildi ve o ana kadar Allah Resûlü’nün arkasında büyük bir edeple gelişmeleri takip eden Hz. Ebû Bekir’in sabrını taşırmıştı; kaçmak da ne kelimeydi! Orada bulunanların hepsi kütükte doğranır gibi lime lime olmadan hiç kimse, Allah Resûlü’nün tek bir kılına bile dokunamazdı. Öyleyse Urve’nin ağzının payı verilmeliydi; hem de anladığı dilden! Sair zamanlarda Allah Resûlü’nün yanında ağzını bile açmaktan haya eden edep insanı Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh) bulunduğu yerden:
– Sen, Lât’ın eteklerinde sürünmene bak, diye gürleyiverdi. “O’nu yalnız bırakıp da kaçacak olanlar bizler miyiz!”
Onun bu çıkışı, aynı zamana ashâb-ı kiramın da yüreğine su serpmişti; zira duygularına tercüman oluyordu! Urve beklemediği bu çıkış karşısında şaşkına dönmüştü! Ancak sesin sahibini tanımamıştı; zira ashâb-ı kiram hazretleri yüzlerini de kapatmışlardı. Sesin geldiği yöne doğru döndü ve:
– Bu da kim, diye sordu. Etraftakiler:
– Ebû Bekir, diyorlardı. Ebû Bekir adını duyunca Urve duraksadı; aklına, öldürdüğü bir adama karşılık onun diyetini ödeyeceği sırada Hz. Ebû Bekir’den istediği yardım geldi. Zira o gün, en yakın dostları bile kendisine ancak iki veya üç deve yardımda bulunurken Hz. Ebû Bekir, on deve ile elinden tutmuş ve onu büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştı. Onun için döndü ve:
– Allah’a yemin olsun ki, dedi. Şayet bana olan o henüz karşılığını ödeyemediğim iyiliğin olmasaydı mutlaka sana cevap verirdim!
Ashâb-ı kiramın dikkatlerinden kaçmayan bir husus da Urve’nin her konuşmaya yeltenişinde Allah Resûlü’nün sakal-ı şeriflerine el uzatıp onu sıvazlamak istemesiydi. Onun bu halini gören ve Hendek günü gelip de Müslüman olan Muğîre İbn-i Şu’be, eli kılıcının kabzasında olduğu halde Allah Resûlü’nün yanı başında bekliyor, Urve’nin her el uzatmak isteyişinde kılıcının kabzasıyla eline vurarak:
– Şu kılıç karnına işlemeden önce elini Resûlullah’ın sakalına uzatıp dokunmaktan vazgeç; zira O’na, asla bir müşrik eli dokunamaz, diyordu.
Her hareketine mukabil Hz. Muğire’nin aynı hamleyi yapması Urve’yi öfkelendirmişti; ona döndü ve:
– Yazıklar olsun sana; ne kadar da katı ve kaba bir adammışsın, diye çıkıştı. Sonra da Allah Resûlü’ne dönerek:
– Şu başıma gelenlere bak! Ashabın arasında bana bu eziyeti veren de kim, diye sordu. Ve ekledi:
– Vallahi de aranızda ondan daha kötü ve daha şerir birisi olduğunu sanmıyorum!
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) tebessüm ediyordu; sanki Urve’ye, dünkü arkadaşının bugün hangi seviyeye ulaştığını göstermek istercesine:
– Bu, kardeşinin oğlu Muğire İbn-i Şu’be’dir, buyurdu.
Muğire’yi tanımamak olur muydu? Zeka ve kiyaset açısından Arap yarımadasında ondan daha etkili kimse yoktu. Bir insan, ancak bu kadar değişebilirdi! Şaşkınlık ve hayranlıkla süzdü önce; ardından da:
– Sakif kabilesinin düşmanlığını sonsuza kadar aramızda yeşerten sen değil miydin, dedi.
Bunu o, altta kalmamak ve ona da bir şey demiş olmak için konuşuyordu. Yoksa, bu kadar seri ve etkili değişim, Urve’yi can evinden vurmuştu. Sadece Hz. Muğire değil, ashâb-ı kiramın hal ve tavırlarını süzüyor ve insanlık adına gelinen noktayı hayranlıkla seyrediyordu. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bir işin yapılmasını işaret buyurduğunda hep birlikte onun için koşturup birbirleriyle yarışa girişiyor, abdest almak istediğinde her biri, eline su dökmek için azami gayret gösteriyordu. Mübarek saç tellerini bile yere düşürmemek için itina gösteriyor, azametinden dolayı cemal-i vechiyesine keskin nazarlarla bakamadıkları Allah Resûlü’nün huzurunda edep ve hayadan, ihtiyaç olmadıkça sükûtu tercih ediyor, ihtiyaç olduğunda ise en alt perdeden konuşuyorlardı.
Nihayet konuşmalar uzayıp gitmiş ve Allah Resülü (sallallahu aleyhi ve sellern), Urve’ye de Büdeyl’e söylediklerini tekrarlamıştı; maksadı, kimseyle savaşıp da kan dökmek değil, sulh zeminini bulup ashabıyla birlikte umre yapmaktı!