“O’nu bırakıp da kaçacak olanlar bizler miyiz!” (13 Zilkâde 6 Hicrî)

206

Hudeybiye’de konaklayan Allah Resûlü, dün Büdeyl İbn-i Verkâ’yı elçi olarak göndermiş ve maksadını Mekkelilere haber vermişti. Büdeyl’i dinleyen Mekkeliler, Urve İbn-i Mes’ûd’u, Büdeyl’in dediklerinin aslını araştırmak için Allah Resülü’ne göndermişti. Bugün Hudeybiye’ye ulaşan Urve, gelir gelmez: 

– Yâ Muhammed! Ben, Ka’b İbn-i Lüeyy ve Amir İbn-i Lüeyy’i, yanlarında sağmal develeri ve çoluk çocuklarıyla birlik­te Hudeybiye sularının başında bırakıp da geldim; Ehabiş kabilele­riyle onlara itaat eden diğer insanlar da onlarla birlikte Sana karşı birleşmiş durumdalar! Aslan postu giymiş ve Sen onları ezip geçme­dikçe, Beytullah’la aranızdan çekilmemeye Allah adına and içmekte­ler! Bu durumda siz, şu iki şeyden birisini tercih etme durumunda­sınız: Ya kavmini çiğneyip geçecek, onları yok edeceksin ki -Senden önce kendi kavmini ve ailesini çiğneyip de yok eden kimse duyul­mamıştır!- ya da şu etrafında gördüğün insanlar Seni tek başına bı­rakıp Seni hüsrana uğratacaklardır! Vallahi de ben, Senin etrafın­da şerefli kimseler göremiyorum; onların çoğu, nereden geldikleri belli olmayan toplama insanlar! Onların ne yüzlerini tanıyorum ne de nesepleri hakkında bir bilgiye sahip olabiliyorum! Şayet savaşa­cak olursan, bunların hepsi Senin etrafından dağılıp gidiverirler ve Sen de onların eline esir düşersin; Senin için bundan daha ağır ve şiddetli ne olabilir ki!” diyerek Efendimiz’i, Mekkelilerle ve zoru görünce ashâb-ı kiramın O’nu bırakıp kaçacağıyla korkutmak istemişti.

Urve’nin sözleri yenilir yutulur cinsten değildi ve o ana kadar Allah Resûlü’nün arkasında büyük bir edeple gelişmeleri takip eden Hz. Ebû Bekir’in sabrını taşırmıştı; kaçmak da ne kelimeydi! Orada bulunanların hepsi kütükte doğranır gibi lime lime olmadan hiç kimse, Allah Resûlü’nün tek bir kılına bile dokunamazdı. Öyleyse Urve’nin ağzının payı verilmeliydi; hem de anladığı dilden! Sair za­manlarda Allah Resûlü’nün yanında ağzını bile açmaktan haya eden edep insanı Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh) bulunduğu yerden: 

– Sen, Lât’ın eteklerinde sürünmene bak, diye gürleyiverdi. “O’nu yalnız bırakıp da kaçacak olanlar bizler miyiz!”

Onun bu çıkışı, aynı zamana ashâb-ı kiramın da yüreğine su serpmişti; zira duygularına tercüman oluyordu! Urve beklemediği bu çıkış karşısında şaşkına dönmüştü! Ancak sesin sahibini tanımamıştı; zira ashâb-ı kiram hazretleri yüzlerini de kapatmışlardı. Sesin geldiği yöne doğru döndü ve: 

– Bu da kim, diye sordu. Etraftakiler: 

– Ebû Bekir, diyorlardı. Ebû Bekir adını duyunca Urve duraksadı; aklına, öldürdüğü bir adama karşılık onun diyetini ödeyeceği sırada Hz. Ebû Bekir’den istediği yardım geldi. Zira o gün, en yakın dostları bile kendisine ancak iki veya üç deve yardımda bulunurken Hz. Ebû Bekir, on deve ile elinden tutmuş ve onu büyük bir sıkıntı­dan kurtarmıştı. Onun için döndü ve: 

– Allah’a yemin olsun ki, dedi. Şayet bana olan o henüz karşılı­ğını ödeyemediğim iyiliğin olmasaydı mutlaka sana cevap verirdim! 

Ashâb-ı kiramın dikkatlerinden kaçmayan bir husus da Ur­ve’nin her konuşmaya yeltenişinde Allah Resûlü’nün sakal-ı şerif­lerine el uzatıp onu sıvazlamak istemesiydi. Onun bu halini gören ve Hendek günü gelip de Müslüman olan Muğîre İbn-i Şu’be, eli kılıcının kabzasında olduğu halde Allah Resûlü’nün yanı başında bekliyor, Urve’nin her el uzatmak isteyişinde kılıcının kabzasıyla eline vurarak: 

– Şu kılıç karnına işlemeden önce elini Resûlullah’ın sakalına uzatıp dokunmaktan vazgeç; zira O’na, asla bir müşrik eli dokuna­maz, diyordu. 

Her hareketine mukabil Hz. Muğire’nin aynı hamleyi yapması Urve’yi öfkelendirmişti; ona döndü ve: 

– Yazıklar olsun sana; ne kadar da katı ve kaba bir adammışsın, diye çıkıştı. Sonra da Allah Resûlü’ne dönerek: 

– Şu başıma gelenlere bak! Ashabın arasında bana bu eziyeti veren de kim, diye sordu. Ve ekledi: 

– Vallahi de aranızda ondan daha kötü ve daha şerir birisi oldu­ğunu sanmıyorum! 

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) tebessüm ediyordu; sanki Urve’ye, dünkü arkadaşının bugün hangi seviyeye ulaştığını göster­mek istercesine:  

– Bu, kardeşinin oğlu Muğire İbn-i Şu’be’dir, buyurdu. 

Muğire’yi tanımamak olur muydu? Zeka ve kiyaset açısından Arap yarımadasında ondan daha etkili kimse yoktu. Bir insan, ancak bu kadar değişebilirdi! Şaşkınlık ve hayranlıkla süzdü önce; ardın­dan da: 

– Sakif kabilesinin düşmanlığını sonsuza kadar aramızda yeşer­ten sen değil miydin, dedi.

Bunu o, altta kalmamak ve ona da bir şey demiş olmak için ko­nuşuyordu. Yoksa, bu kadar seri ve etkili değişim, Urve’yi can evin­den vurmuştu. Sadece Hz. Muğire değil, ashâb-ı kiramın hal ve tavırlarını süzüyor ve insanlık adına gelinen noktayı hayranlıkla sey­rediyordu. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bir işin yapılması­nı işaret buyurduğunda hep birlikte onun için koşturup birbirleriyle yarışa girişiyor, abdest almak istediğinde her biri, eline su dökmek için azami gayret gösteriyordu. Mübarek saç tellerini bile yere dü­şürmemek için itina gösteriyor, azametinden dolayı cemal-i vechi­yesine keskin nazarlarla bakamadıkları Allah Resûlü’nün huzurun­da edep ve hayadan, ihtiyaç olmadıkça sükûtu tercih ediyor, ihtiyaç olduğunda ise en alt perdeden konuşuyorlardı. 

Nihayet konuşmalar uzayıp gitmiş ve Allah Resülü (sallallahu aley­hi ve sellern), Urve’ye de Büdeyl’e söylediklerini tekrarlamıştı; maksa­dı, kimseyle savaşıp da kan dökmek değil, sulh zeminini bulup asha­bıyla birlikte umre yapmaktı!

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.