Nebevî Bir Yol: Geniş Tabanlı Hareket (2)

826

Asr-ı Saadet’te elde edilen ve etkisi kıyamete kadar sürecek neticelerin altında yatan esaslardan birisi de hemen her hususta geniş tabanlı hareket edilmesi olmuştu. Hira’da ilk vahyi alan ve peygamberlikle görevlendirilen Hz. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm), ilahî hak ve hakikatleri, temsil ve tebliğ için yirmi üç yıl kesintisiz devam edecek bir aksiyon başlatmıştı. Fert, aile ve cemiyet hayatını, bütün üniteleriyle birlikte ıslah edip ayağa kaldırma adına Kur’ân’ın rehberliğinde adım adım ilerlemiş, iyilikleri ve güzellikleri inşa etmiş, her türlü kötülükten ve çirkinlikten muhataplarını sakındırmıştı. Bu yolda ilerlerken bütün enerjisini, imkanını ve zamanını, sadece belli insanlara, gruplara ya da milletlere hasretmemiş; ilk günden itibaren mesajını, karşılaştığı bütün haksızlıklara rağmen mümkün olduğu kadar geniş bir tabana yaymaya çalışmıştı. Hiçbir kimseyi, kitleyi, kesimi ve kimliği, küçümsememiş ve ötelememiş; hep evrensel düşünmüş ve ilk günden itibaren muhataplarının bütününe ulaşmaya gayret etmişti: 

Farklı Yaşlar

Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) İslam’ı insanlara ulaştırırken yaş ayrımı yapmamış aynı anda bütün yaş gruplarına hitap etmişti. Aile, sülale ya da kabiledeki konumu ve hayat tecrübesi gibi sebeplerle Cahiliye toplumu, ihtiyar kesimin kanaatlerine ve kararlarına büyük değer veriyordu. Allah Resûlü, onlarla yakından ilgilense de hiçbir zaman “Önce yaşlılar bu işe evet desin sonra sırasıyla yetişkinleri, gençleri ve çocukları muhatap alır anlatırız!” şeklinde bir planlama yapmamış; aynı anda yaşlı, yetişkin, genç, çocuk hepsine birden ulaşmaya çalışmıştı. Büyük çoğunluğunu gençler oluştursa da ilk inananların arasında her yaştan insan vardı: 4 -10 arası 9; 11 – 40 arası 32; 41 – 60 arası 5 kişi O’nu tasdik edip Müslüman olmuştu. 

Aynı şekilde cinsiyet ayrımı veya sıralaması da yapmamış; kadın, erkek iki tarafa da davasını aynı anda sunmuştu. Cahiliye toplumunda hayatın bütün ünitelerinde söz, yetki ve sorumluluk sahibi erkekler olsa da Allah Resûlü, “Önce bu işi erkeklere ulaştırayım!” diye düşünmemiş; kadının Cahiliye Arapları nezdindeki yerine ve değerine ya da kadının sosyal hayat içerisindeki konum ve pasifliğine de bakmamıştı. Bir taraftan erkeklerin gönüllerini Cenab-ı Hak ile buluşturmaya çalışırken diğer taraftan değişik vesilelerle kadınlar arasında da İslam’ın yayılması için büyük çaba harcamıştı. Hatta kendisine ilk inanan da bir kadın, eşi Hz. Hadîce (radıyallahu anhâ) olmuştu. İlk yüz yirmi dört Müslümanın 96’sı erkek 28’i kadındı.1   

Sosyal Konumlar 

Allah Resûlü, İslam’ı tebliğ ederken Cahiliye kültüründe çok önemsenen sosyal sınıfları, statüleri, insanların meslekleri ve konumları noktasında da bir ayrıma ve sıralamaya gitmemişti. Toplumun bütün kesimlerine; zengin fakir, hür köle, eşraf avam…  bütün sınıflara  aynı anda ulaşmaya çalışmıştı. Neticede her kesimden insan kendisini tasdik edip iman etmişti. Mesela ilk Müslümanlardan Hz. Hadîce, Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Hz. Sa’d İbn-i Ebî Vakkas, Hz. Talha İbn-i Ubeydullah, Hz. Abdurrahman İbn-i Avf, Hz. Halid İbn-i Sâid, Hz. Hamza, Hz. Ömer… Mekke’nin eşrafındandı. Hz. Zeyd İbn-i Hârise, Hz. Bilâl ve annesi Hz. Hamâme, Ebû Fükeyhe, Hz. Zinnire, Hz. Habbab İbn-i Eret… gibi sahabîler ise ya azatlı ya da köleydi. Hz. Ebû Bekir, tüccar; Hz. Abdullah İbn-i Mes’ûd, çoban; Hz. Habbab İbn-i Eret, demirci, Hz. Ömer ise bakan idi. 

Allah Resûlü, geniş tabanlı hareket etmenin her kategoride semeresini görmüş; zenginler zenginlere, köleler kölelere, eşraf eşrafa fakir fakire İslam’a giriş adına kapı aralamıştı. Hatta Mekke’nin ileri gelen müşrikleri, bu durumu fitne çıkartmak için değerlendirmek istemiş ve gelip fakir ve köle Müslümanları kastederek “Şunları yanından kov…Böyle yaparsan seninle görüşürüz!” demişlerdi. Bunun üzerine “Sabah akşam Rab’lerine, sırf O’nun cemaline ve rızasına müştak olarak niyaz edenleri yanından kovma! Ne sen onlardan, ne de onlar senden sorumlu değilsiniz ki onları kovup da zalimlerden olasın.”2 ayeti inmiş ve Efendimiz’e o güne kadar takip ettiği yolun, doğruluğu haber verilmişti.3

Boylar ve Kabileler

Cahiliye Arapları, kabile kabile yaşıyor ve kendi aralarında kavmiyetçiliğe büyük önem veriyorlardı. İdare, sosyal ilişki ve ticari muamelelerde en belirleyici unsurlardan birisi neseb ve kabilecilikti. Aynı şehirde yaşayan bir kabilenin değişik kolları arasında asırlardır devam eden düşmanlıklar olduğu gibi aynı bölgede yerleşmiş kabileler arasında da yüzyıllardır devam eden mücadeleler vardı. Peygamber Efendimiz, Kur’ân’ı hayata taşırken ve İslam’ı tebliğ ederken bir kabilenin farklı kolları ya da kabileler arasında da ayrım ve sıralama yapmamıştı. İlk muhatabı kendisinin de mensubu olduğu Kureyş kabilesiydi. Mekke’de yaşayan bu kabile zamanla farklı boylara ayrılmış ve bu boylar arasında nesilden nesile miras kalan problemler oluşmuştu. Bazıları diğerlerine göre daha güçlü, etkin ve kalabalıktı. 

Efendimiz, Mekke’de davette bulunurken “Önce şu boy Müslüman olsun sonra diğerleri!” şeklinde bir ayrım ya da sıralama yapmamış; kendi akrabalarından başlayarak bütün bu boylara mensup insanları önce tek tek sonra da toplu halde İslam’a çağırmıştı.4 Netice itibarıyla çok kısa zamanda neredeyse Mekke’deki her boya ve haneye İslam girmişti. Beş yıl sonra ikinci seferde Habeşistan’a hicret eden 92 Müslümanın, 2’si Benî Hâşim’e; 7’si Benî Ümeyye’ye; 7’si Benî Saîd’e; 2’si Benî Abdişems’e; 1’i Benî Nevfel’e; 4’ü Benî Esed’e; 1’i Benî Abd’e; 1’i Benî Abdikays’a; 5’i Benî Abdiddâr’a; 6’sı Benî Zühre’ye; 2’si Benî Teym’e; 8’i Benî Mahzûm’a; 11’i Benî Cumah’a; 14’ü Benî Sehme; 5’i Benî Adiyy’e; 8’i Benî Âmir’e; 8’i Benî Hâris’e mensuptu.5

Efendimiz, Mekke’de bu şekilde hareket ettiği gibi Mekke dışındaki Arap kabilelerini, panayırlarda ve hac mevsiminde İslam’a ve davasına sahip çıkmaya davet ederken de aynı yolu benimsemişti. “Önce şu kabilenin gönlüne gireyim sonra sırasıyla diğer kabilelerin!” gibi bir düşüncenin içerisine girmemiş; peşinde kendisini yalanlayan ve taşlayan amcasına rağmen çadır çadır dolaşmış; yarımadanın dört bir tarafından gelen kabileleri kazanmaya çalışmıştı. On yıl kesintisiz sürdürdüğü bu davetlerde Benû Âmir İbn-i Sa’saa, Benû Muhârib, Fezâre, Gassân, Mürre, Hanîfe, Süleym, Abs, Benû Nasr, Benû Bekâ, Kinde, Kelb, Hâris İbn-i Ka’b, Uzre, Hadârime, Hemdân, Benû Şeybân İbn-i Sa’lebe, Benû Abdileşhel, Evs, Hazrec ve Sakîf gibi kabilelerin kapısını çalmıştı.6 Hiç şüphesiz Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olan bu kabilelerin, fevç fevç İslam’a girişinde Allah’ın yardımının yanında 420 gün boyunca panayırlarda çekilen bu çilenin büyük etkisi olmuştu.7 

Hatta “Önce Mekke!” de dememiş ve daha ilk günlerde Hira’daki gelişmeleri haber alan ve gelip Müslüman olan Ebû Zerr el-Gıfarî, Amr İbn-i Abese ve Tufeyl İbn-i Amr ed-Devsî gibi kimseleri, İslam’ı anlatmaları için kendi memleketlerine göndermişti.8 Halbuki bizzat kendisinin de defalarca ifade ettiği üzere Mekke’de inananların sayısı çok azdı ve Müslümanların güçlenmesi için yeni insanlara ihtiyacı vardı. Nitekim bu hamle de meyvesini vermiş; İslam, Mekke’de yoluna devam ederken Gıfar ve Devs kabilesi toplu halde Müslüman olmuştu.  

Dini ve Kültürel Kimlikler

Allah Resûlü, mesajını farklı dini kimliklere mensup insanlara ulaştırırken de geniş tabanlı hareket etmiş; “Önce şunlar!” şeklinde bir hedef tayin etmeden muhatap olduğu bütün dini kimliklere mensup insanların gönlüne aynı anda girmeye gayret etmişti. Mekke’de muhatapların çoğunluğunu müşrikler teşkil etse de ziyarete gelen farklı din mensuplarına da İslam’ı anlatmıştı. Bu çerçevede Habeşistan’dan gelen 20 Hristiyan, O’nunla buluşup konuştuktan sonra İslam’ı kabul etmişti.9

Medine dönemi ise bu konuda daha açık örnekler içerir. Allah Resûlü, kimseyi dinini değiştirmeye zorlamadan İslam’a ait bütün güzellikleri, hayatın her sahasında zirvede temsil ederek, yeri geldiğinde anlatarak Yahudilere, müşriklere, münafıklara ve Hristiyanlara aynı zamanda ulaşmaya çalışmıştı. “Zaten müşrikler düşman, bunları davet edersem bunlar da düşman olurlar!” şeklinde bir endişeye kapılmamıştı. O’nun bu hususta da geniş tabanlı hareket etmesi neticesinde her kimlikten insan gelmiş ve yanındaki yerini almıştı. Aynı durum kültür noktasında da geçerliydi. O gün halkın bir kısmı şehirlerde ve yerleşik bir kısmı da çöllerde ve göçebe olarak hayat yaşıyordu. Allah Resûlü, “Önce şehirlerdeki insanlara ulaşalım sonra çölde yaşayan bedevî Araplara” diye de düşünmemiş; her iki kesime aynı dönemde ulaşmaya çalışmıştı.

Devletler ve Milletler

Allah Resûlü, Hudeybiye anlaşmasıyla güzergâh emniyetini sağlamıştı. Artık gönül rahatlığı içerisinde elçilerini istediği yere gönderebilir; diğer devletleri ve milletleri İslam’a davet edebilirdi. Nitekim Hudeybiye’den döner dönmez bir mühür yaptırmış ve devlet başkanlarına mektuplar göndermeye karar vermişti. Burada da aynı şekilde geniş tabanlı hareket etmiş; “Önce Bizans’ı ve Rumları davet edeyim sonra diğerlerini!” diye düşünmemişti. Bizans imparatoru Herakleios’a, Sâsânî hükümdarı Kisrâ II. Hüsrev Pervîz’e, Habeş necâşîsi Ashame’ye, Bizans’ın Mısır genel valisi Mukavkıs’a, Gassânî krallarından Hâris İbn-i Ebû Şemir’e ve Yemâme’de yaşayan Benî Hanîfe kabilesinin reisi Hevze İbn-i Ali’ye aynı anda İslam’a davet mektupları göndermişti.10 Üstelik bunu devrin ya da bölgenin süper güçleri sayılan bu devletlerin tepkisini ve dikkatini üzerine çekme ihtimalini göze alarak yapmıştı.

Terbiye ve Islah

Muhataplarına ulaşma noktasında geniş tabanlı hareket eden ve hayatın hiçbir ünitesinde boşluk bırakmayan Allah Resûlü, ferdi yetiştirirken ve toplumu ıslah ederken de geniş tabanlı hareket etmişti. İnsanı sadece akıldan ibaret görüp aklına ya da histen ibaret görüp hislerine hitap etmemiş aynı anda bütün donanımını terbiye etmeyi hedeflemişti. Ruhunu, iradesini, kalbini, kafasını, hafızasını, vicdanını, nefsini, hislerini, elini, dilini, gözünü, kulağını… bir bütün olarak eğitmeye çalışmıştı. Zira bunlardan biri ıslah edilir diğeri boş bırakılırsa boş bırakılan donanım diğerine yapılan yatırımı, etkisiz hale getirebilirdi. Aynı yol toplumun ıslahı noktasında da benimsenmiş; bu konuda da geniş tabanlı hareket edilmişti. Bir taraftan inanç noktasında düzenlemeler yapılırken diğer taraftan tedrici bir şekilde ahlak, aile, ticaret, adalet, barış… gibi sosyal hayatın bütün ünitelerinde bir ıslah ve inşa süreci başlatmıştı. 

Sonuç

Örneklerden de anlaşılacağı üzere Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm), evrensel Kur’ân mesajını insanlığa tebliğ ederken himmetini sadece belli bir kesime veya belli insanlara hasretmemiş aksine şartlar ne kadar zor ve imkanlar ne kadar az olursa olsun herkesi içine alacak kadar geniş tabanlı hareket etmişti. Toplumu bütün fakülteleriyle bir bütün olarak kucaklamış ve hiçbir yerde bir boşluk bırakmamıştı. Böylece hem her kitleden ulaşılabileceği insanlara zamanında ulaşmış hem her yere İslam’a ait güzelliklerin ulaştırılacağı pencereler açmıştı. Bir kabile için bir insanı yeterli görmüştü. Nitekim hemen her hamlesinde neticeye ulaşmış her kesimden insan, mensubu oldukları kimliğin, statünün, kabilenin ya da boyun çıkarttığı krizlere rağmen gelip O’nun safındaki yerini almıştı. Böylece her yere oradaki karanlığı aydınlatacak bir kandil yakılmış, insanları İslam’a yaklaştıracak bir ocak tüttürülmüştü. Hatta Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) evliliklerinin altında yatan bir hikmet de bu olmuştu.

Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) geniş tabanlı hareket sünnetinden de anlaşılacağı üzere müminlerin, bütün imkanlarını ve enerjilerini sadece bir alana yönlendirmeleri, bütün yumurtaları bir kefeye koymaları demektir ki bu da bütün emeklerin zayi olmasını beraberinde getirebilir. Büyümenin, gelişmenin ve evrenselleşmenin yolu geniş tabanlı hareket etmekten ve hayatın bütün ünitelerinde yerini almaktan geçer. “Filanca yerdeki/alandaki problem çözüldü mü ki başka yerlere/alanlara açılıyoruz?” şeklinde bir anlayış, Nebevî hareketle uyuşmadığı gibi davanın ve medeniyetin kısır döngüye girmesini de netice verebilir. Öyleyse müminler her an ve her yerde hareket halinde olmalı; evrensel insanî değerlerin dünyanın dört bir tarafına ulaştırılmasını, ıslahı ve inşayı, bir bütün olarak ele almalı ve geniş tabanlı hareket etmelidir. 

Dipnot:

  1. Geniş bilgi ve isimler için bkz. Asım Köksal, İslam Tarihi 1-2/211-230
  2. En’am Sûresi 6/52
  3. Müslim, Fedâilü’s-sahabe 36
  4. Bkz. Buhâri, Tefsîr 26, 34; Menâkıb 13; Müslim, Îmân 89
  5. Geniş bilgi ve isimler için bkz. İbn-i Hişâm, Sîre 1/343-349
  6. Bkz. İbn-i Sa’d, Tabakât 1/216; İbn-i Hişâm, Sîre 2/31-36
  7. Mekke ve civarındaki panayırlar 38 gün, hac mevsimi ise 4 gün sürüyordu. 10 yıl boyunca panayıra ve hacca gelenlere İslam’ı anlatan Allah Resûlü, 13 yıllık Mekke döneminin 420 gününü buralarda geçirmişti.
  8. Bkz. Buhârî, Menâkıb 10; Müslim, Salâtu’l-Müsâfirîn 52; İbn-i Hişâm, Sîre 1/407
  9. Bkz. İbn-i Hişâm, Sîre 1/418
  10. Bkz. İbn-i Hişâm, Sîre 4/279; İbn-i Sa’d, Tabakât 1/258; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid 8/39
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.