Müslümanların Gayrimüslimlerle İnsanî Münasebetleri
İslam hukukçuları müslümanların gayrimüslimlerle insani münasebetlerini iki temel üzerine inşa ederler; birincisi inanç, ikincisi ise insan. Bazı görüşlerde gayrimüslimlerle münasebetler inançla temellendirilirken, özellikle Ebu Hanife anlayışında insani boyutuyla temellendirilmesi dikkat çeker. İnsani boyutun bir yönünü Müslüman fertlerin gayrimüslimlerle münasebetleri, diğer yönünü ise Müslüman devletin gayrimüslimlerle münasebetleri oluşturur. Kendine özgü özellikleri sebebiyle Müslüman fertlerin gayrimüslimlerle münasebetleri, sosyal, ahlaki ve hukuki münasebetler, Müslüman devletin gayrimüslimlerle münasebetlerini ise vatandaşlık statüleriyle ilgili hukuki münasebetler ile gayrimüslimlerle barış ve savaş gibi siyasal münasebetler şeklinde gruplandırmak mümkündür.
Gayrimüslimlerle sosyal, ahlaki ve hukuki münasebetler hem barış hem de savaş şartlarında geçerli olan hükümlerdir. Birinci derecede gayrimüslim vatandaşlarla ilgili yönleri bulunduğu gibi, antlaşmalı, hatta dar-ı harp ülke halkını ilgilendiren yönleri de bulunur. Bu tür hükümlerde ülke değişikliği durumunda bile hüküm değişikliği söz konusu değildir. Başka bir anlatımla, temel kriteri inanç farklılığı değil, insan olma birliğidir.
Bu makalemizde Müslüman fertlerin gayrimüslimlerle insanî münasebetlerinde, önce dine davet prensibinden kısaca bahsedilecek, sonra da adalet duygusu ve hak anlayışı, savaşmayan müşriklere iyilik yapma, müşrik anne babaya itaat, gayrimüslimlerle evlilik ve akrabalık münasebetlerini ilgilendiren hususlar örnek kabilinden incelenecektir. Buradaki gayemiz, ilgili konuların nihai çerçevesini çizmekten ziyade, farklı inanç mensupları arasındaki sosyal, ahlaki ve hukuki münasebetlerin insanî boyutlarına işaret etmekten ibarettir.
a) Gayrimüslimleri Dine Davet
Bütün peygamberlerin asli görevi insanları dine davet etmektir. Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, davetine yakın akrabalarından başlar, Mekke ve etrafı, ümmiler, nihayet bütün din mensupları ve bütün insanlar bu davetin muhatabı olur. Muhatap kitlesinde herhangi bir ayrım yoktur. Dine davet peygamberlerin olduğu gibi aynı zamanda bütün Müslümanların hayatlarının gayesini oluşturur. En azından bir grup müslümanın bunu yapması dini bir sorumluluktur.[1]
Dine davetin iki yönlü bulunur. Bir yönü davet edenleri; diğer yönü ise davet edilenleri ilgilendirir. Davetçiler açısından, dine davet her zaman tebliğle sınırlıdır ve muhataplara zorlama yapılamaz. Davet edilenler açısından ise inanç daima bireysel ve özgür bir tercihtir, vicdani bir meseledir, kul ile Allah arasındadır. Dolayısıyla kabul etmeme sorumluluğu uhrevi boyutuyla kişilere aittir. Bu prensip hem barış hem de savaş zamanlarında değişmez bir nitelik gösterir. Ayrıca, çocuklar, eşler, anne–babalar, esirler vb. herkes bu hükme dâhildir. Aksi, nifak tiplemesini ortaya çıkarır ki, inanç açısından hiçbir kıymeti yoktur.
Tebliğ görevini ifa etme, sayı ve süreyle sınırlı değildir ve çoğu zaman bir süreci gerektirir. Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi vesellem) döneminde bile tereddütsüz kabul eden sahabiler, en azından başlangıç itibariyle istisna gibidir.[2] Müellefe-i kulûp müessesesi[3] de zaman içerisinde kalpleri ısındırılan kişileri ifade eder. Fıkıh kitaplarımızda zimmet akdinin kabulündeki espri olarak ifade edilen gayrimüslimlerin İslam’ın güzelliklerini görmelerine vesile olması anlayışı da bu hususu teyit eder.[4] Psikoloji verileri bu durumu normal kabul eder.
Bütün insanların hidayetine çalışmak her Müslüman için, bir hedeftir, vazifedir. Bu vazifenin ifasında sözlü argümanlardan ziyade, temel insani değerlerin temsilinin etkin bir tebliğ yöntemi olduğu görülür. Bu yüzden tebliğin sonucunu her zaman “evet – hayır” klişesinde değerlendirmek eksik bir anlayıştır. Muhtemelen bu konudaki farklı anlayışlar, genel anlamdaki dine davet prensibi ile özel anlamdaki sıcak savaş öncesi son barış çağrısı niteliğindeki dine davet prensibinin ayrı ayrı değerlendirilmemesinden kaynaklanır. İşte burada en önemli konu, barış şartlarında gayrimüslimlerle münasebetlerin keyfiyetidir.
b) Adalet Duygusu ve Hak Anlayışı
İslam hukuk metodolojisinde haklar Allah hakkı ve kul (insan) hakkı şeklinde ikiye ayrılır.[5] İnsan hakları üzerinde ise ayrı bir hassasiyetle durulur.[6] Bilindiği gibi İslam’da şehitlik dinen büyük bir paye olmasına; hatta şehidin Allah hakkıyla ilgili bütün günahları affedilmesine rağmen, kul haklarının bağışlanmayacağı beyan edilir.[7] Haccın da, bütün günahlara kefaret olduğu ifade edilmekle birlikte, yine kul hakları istisna edilir. Bu husus, hem ferdi hem de milletler arası münasebetlerde gözetilmesi gereken bir prensiptir. Zaten Kur’an’da inanç esaslarından sonra temel vurguyu adalet oluşturur.[8]
İslam hukukunda Müslümanlarla gayrimüslim vatandaşlar arasındaki münasebetlerde eşitlik ilkesinin uygulanmadığı alanlar, ibadet niteliğindeki hükümlerle kayıtlıdır. Buna göre, Müslümanların dini hükümleriyle gayrimüslim vatandaşlar muhatap kılınmaz. Gayrimüslim vatandaşların dini nitelikli hükümlerine de karışılmaz. Karışılmaması, dini hükümlerine saygılı yönetim anlayışının sonucudur. Özellikle muamelat ve cezayla (ukubat) ilgili bütün hukuki münasebetlerde ise eşitlik ilkesi hâkimdir.
İslam muhakeme hukukuna göre, insan hakkı ile ilgili davalarda davacı veya davalının dini kimliğinin verilecek hükme hiçbir olumsuz etkisi yoktur. Hatta İslam hukuk tarihinde değil Müslüman bir kişinin, devlet başkanın bile gayrimüslim bir vatandaşla beraber muhakeme edildikleri biliniyor. Müslüman hâkimlerin halifelerin aleyhine karar verdikleri pek çok vakalar vardır.[9]
İslam ceza hukukuna göre, müslüman ve gayrimüslim vatandaşlar eşit hükümlere tabidir. Bir müslümanın bir gayrimüslim vatandaşı öldürmesi durumunda Ebu Hanife’ye göre kısas hükümleri uygulanır.[10] Çünkü Kur’an’da “nefs” kelimesi kullanılır.[11] Ona göre nefs kelimesi de inanan inanmayan herkese şamildir. Başka bir anlatımla, nefs kelimesi, din, dil, ırk ve renk ayrımı gözetilmeksizin bütün insanları ifade eder. Zaten İbn Abbas (radıyallahu anh) diyet yönüyle Müslüman ile gayrimüslim vatandaşların eşit olduğunu açıkça belirtir.[12]
İslam ceza hukukuna göre, Müslümanların iffetlerine iftira etmek yasak olduğu gibi gayrimüslimlerin iffetlerine iftira etmek de yasaktır. Şayet bir müslüman bir gayrimüslim kadına tecavüz ederse bir müslüman kadına tecavüz ettiğinde kendisine verilecek cezanın aynısıyla cezalandırılır.[13] Dahası, Müslüman ölülere saygı gösterildiği gibi gayrimüslimlerin ölülerine de saygı gösterilir. Hayattayken gayrimüslimlere hakaret edilemediği gibi mezarlıktaki kemiklerine de hakaret edilemez.
İslam ceza hukukuna göre, Müslüman bir kişinin gayrimüslim vatandaşa ait malı çalması durumunda hırsızlık cezası takbik edilir.[14] Hatta dini açıdan Müslümanlara haram olan içki ve domuz gibi mallar da bu kapsama dâhildir. Her ne kadar bu mallar Müslümanlar açısından kıymeti haiz bir mal (mütekavvim mal) olarak değerlendirilmeseler bile, kendilerince mal-ı mütekavvim kabul edildiği için bu mallara dokunulamaz. Müslüman birisinin bu mallara zarar vermesi durumunda tazmin etmesi gerekir.[15]
Gayrimüslimlerin vatandaşların insan haklarıyla ilgili hükümlerinde eşitlik ilkesinin hakim olduğu görüldüğü gibi, uluslararası münasebetleri ilgilendiren boyutlarında da hak anlayışı ve adalet duygusu hakim bir şekilde görülür. Rivayete göre şöyle bir olay anlatılır: Tu’me isimli bir Müslüman komşusu Katade’nin zırhını çalmış, bir un dağarcığının içinde götürerek Zeyd isimli bir Yahudi’nin evine bırakmıştır. Katade, Tu’me’den şüphelendiğini iddia etmiş. Evi aranmış; fakat zırh bulunamamıştır. Olayın tahkikatında Zeyd adlı bir Yahudi’nin evi un izi karinesiyle tespit edilmiş ve zırh orada bulunmuştur. Yalnız Zeyd, bu zırhı Tu’me’nin bıraktığını iddia etmiştir. Konu, iki kabile davası niteliğine bürünmüştür. Sonunda davayı Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi vesellem) götürmüşler. Peygamberimiz zahiri delillere göre, Tu’me’nin suçsuz olduğuna temayül ettiği sırada,
“İnsanlar arasında Allah’ın sana bildirdiği şekilde hükmetmen için Biz sana kitabı gerçeğin, hakkın ta kendisi olarak indirdik. Artık hainlerin müdafaacısı olma”[16] âyeti nazil olmuştur. Elmalılı bu âyeti “gerek ümmetinden olsun gerek diğer milletlerden olsun hainlerin avukatı olma” diyerek tefsir etmiştir.[17]
Hudeybiye anlaşması sonrası Mekke’den Medine’ye hicret eden Müslüman kadınların, imtihan edildikten sonra geri gönderilmemeleri istenir. Âyetin devamında ise kul hakkı olarak nitelenebilecek şekliyle önceki müşrik kocalarının vermiş oldukları mehirlerin iade edilmesi emredilir. Âyette; “Kocalarına vermiş oldukları mehirleri siz iade ediniz.”[18] ifadesiyle ilgili hüküm belirtilir.
Beni Nadir Yahudilerinin Medine’den sürgünleri esnasında bazı Yahudilerin Müslümanlardan alacakları olduklarını beyan ettiklerinde Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi vesellem) de onlara, müecel (vadeli) alacaklarından indirim yapıp, peşin olarak tahsil etmelerini önerir.[19] Hayber seferinin hazırlıklarının yapıldığı esnada, Yahudi birisi bir müslümandan alacağını istediğinde, Peygamberimiz ödemesini emreder.[20] Yine Necran Hıristiyanlarından savaşlarda ödünç malzeme vermelerini anlaşma metnine kaydettirir.[21] Dahası, Peygamberimiz Mekke fethinden sonra Huneyn savaşı için o gün müşrik olan Safvan’dan savaş malzemesini ödünç olarak alır.[22] Bütün bunlar savaş şartlarında bile insan haklarını ilgilendiren konularda Peygamberimizin ne kadar hassas davrandığını gösterir.
Evrensel insani değerlerle ilgili olarak olumlu işlerde yardımlaşmayı, olumsuz işlerde ise yardımlaşmamayı ifade eden şu âyet burada zikredilebilir:
“Mescidi haramı ziyaretinizi engellediler diye bir takım kimselere karşı beslediğiniz kin ve öfke sakın sizin onlara saldırmanıza yol açmasın. Siz iyilik etmek, fenalıktan sakınmak hususunda birbirinizle yardımlaşın, günah işlemek ve başkasına saldırmak hususunda birbirinizi desteklemeyin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah’ın cezası çok şiddetlidir.”[23]
Âyetteki “teavenû / yardımlaşınız” ifadesinin müşareket ifade eden fiil formuyla kullanılması, Müslümanların gayrimüslimlerle insani münasebetler kapsamında dini ve ahlaki problemlerin çözümünde, zulmü önlemede, hak ve adalet duygusunu realize etmede “hılfulfudul” ruhuyla ortaklaşa hareket edebileceklerini ifade eder.
c) Savaşmayan Müşriklere İyilik Yapmak
Hazreti Ebu Bekir’in kızı Esma’dan şöyle bir rivayet nakledilir: “Rasulullah hayatta iken, müşrik olan annem beni görmeye gelmişti. Ben, Hazreti Peygambere ‘onunla görüşeyim mi?’ diye sorduğumda, Resulullah, “evet” diye buyurdular.[24] Bu olay üzerine şu âyet nazil olur: “Sizinle din hususunda muharebe etmemiş, sizi yurtlarınızdan çıkartmamış olanlara iyilik yapmanızdan, onlara adaletle muamele etmenizden Allah sizi nehyetmez. Çünkü Allah adaleti gözetenleri sever. Allah sadece dininizden ötürü sizinle savaşan, sizi yerinizden yurdunuzdan kovan ve kovulmanıza destek veren kâfirleri dost edinmenizi meneder. Her kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.”[25]
Ayetin tefsirinde kendileri hangi milletten olursa olsun onlar size dininiz hakkında, dininizin hukukuna, ahkâmına dokunmak garazıyla harp etmeyen, sizi öldürmeye kalkışmayanlar kaydı düşülür. İyilik yapılabilecek kişilerin müşrik olsa bile düşman olmayan gayrimüslimler olduğu belirtilir. Bu âyet zimmî, müste’men, alaka kesilmemiş olan anlaşmalıların hepsini ihtiva eder.[26] Dahası, Peygamberimiz, hicri 5. yılda kıtlık baş göstermesi sebebiyle Mekke’nin fakirlerine 500 dinarlık bir yardımda bulunur. Ayrıca, Ebu Süfyan’a bol miktarda Medine hurması karşılığında onun bir türlü satamadığı derileri satın alır.[27] İslâm kültürünün bir müessesesi olan vakıflarda da, hiçbir inanç ayrımı yapılmaksızın hizmet sunulur.[28]
İslam’da komşuluk haklarına gayrimüslimler de dâhildir.[29] Cenabı Hak şöyle buyurmaktadır: “Allah’a kulluk edin, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabalara, yetimlere, düşkünlere, yakın ve uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve size hizmet eden kimselere iyilik edin. Allah, kendini beğenip öğünenleri elbette sevmez. “[30]Âyet-i kerimede, ilk önce Allah’a kulluk ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayıp samimiyet ile ibadet etmek nazara veriliyor. Daha sonra, anne-babaya iyilikle muamele etmek, akrabalara ihsanda bulunmak, yetimleri ve yoksulları görüp gözetmek sıralanıyor. Sonra da, evi yakın olan veya akrabadan olan yakın komşuya iyilik ve evi uzak olan veya akrabadan olmayan ya da müslüman olmayan uzak komşuya iyilik zikrediliyor. Merhum Hamdi Yazır, tefsirinde[31] bu âyetle alakalı olarak şu hadis-i şerifi hatırlatır:
“Komşu üç kısma ayrılır. Birincisinin üç hakkı vardır; komşuluk hakkı, yakınlık hakkı ve İslâmiyet hakkı. İkincisinin iki hakkı vardır; komşuluk hakkı ve İslâmiyet hakkı. Üçüncüsünün bir hakkı vardır; komşuluk hakkı ki bu Hristiyan, Yahudi ve müşrik komşudur.”[32]
Gayrimüslimlerin sevinç ve kederlerinin paylaşılması İslam ahlakının bir gereğidir. İslam ahlakına göre bir gayrimüslim hasta olursa, Müslüman komşularınca ziyaret edilir; iyileşince geçmiş olsun denir; cenazesi olursa, defnetmek için ona yardımcı olunur ve başsağlığı dilenir. Bir çocuğu doğarsa veya uzaktan bir yolcusu gelirse tebrik edilir.[33] Zaten, Peygamberimizin (sallallâhu aleyhi vesellem) bir Yahudi çocuğunu hasta ziyaretine gittiği biliniyor.[34] Ayrıca gayrimüslim vatandaşlara iyi davranmayı âmir hadisler burada hatırlanabilir.[35]
d) Müşrik Anne Babaya İyi Davranma
İslamiyet anne ve babaya büyük önem verir. Allah hakkından sonra onların hakkı gelir. Birçok âyette Allah’a ibadetle anne babaya iyilik yapma peş peşe anlatılır.[36] “Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceksiniz, anaya babaya iyilik edeceksiniz.”[37] “Allah’a ibadet edin, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya ihsan ve iyilikte bulunun.”[38]; “Biz insana anne babasını iyi davranmasını emrettik. Annesi onu zayıflık üstüne zayıflık çekerek karnında taşımıştır. Onun sütten kesilmesi de iki yıldır. Bana şükret ve anana-babana teşekkür et, şüphesiz dönüş banadır.”[39]; “Rabb’in, yalnız kendisine ibadet etmenizi ve anaya babaya iyilik etmenizi emretti. İkisinden birisi yahut her ikisi, senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara ‘öf’ bile deme, onları azarlama, onlara güzel söz söyle!”[40]
Anne baba çocuğunu şirke geri döndürme hususunda ne kadar hırs gösterse bile onlara itaat edilmemesi istenirken, yine de bu davranışlarının onlara iyilik yapmaya engel olmaması Kur’an’da emredilir.[41] Cessas bu âyetin tefsirinde şu açıklamaya yer verir; Allah, çocuklara anne babalarına iyilik yapmalarını emreder. Bu da anne babaları Müslüman veya kâfir de olsa âyetin hükmünün umumi olduğunu gösterir.[42] Âyetin kapsamına göre anne baba Müslüman olmasa bile iyilik edip sıla-i rahimde bulunmak gerekir. Hatta hayatta kaldıkları sürece, evladın anne-babasının hidayetleri için Allah’a dua etmesi bir vecibedir.[43] Âyetteki “Kendileriyle iyi geçin, makul bir tarzda onlara sahip çık.” ifadesi de, günaha iştirak etmeksizin İslam’ın razı olacağı iyilik ve insanlığın gerektireceği şekilde beraberlerinde bulun gibi anlamları ihtiva eder. Bunlar, yemek, içmek, giymek gibi ihtiyaçlarını düzene koymak, eziyet etmemek, ağır söylememek, hasta olduklarında tedavileriyle ilgilenmek, vefatlarında defnetmek gibi dünyaya ait yardımlarda bulunmak şeklinde tefsir edilir.[44]
e) Gayrimüslimlerle Evlilik ve Akrabalık
İslam hukukunda evlenme engelleri mahiyetleri itibariyle sürekli ve geçici olarak iki kısımda ele alınır. Din farkı geçici evlenme engeli olarak kabul edilir. Kur’an’da gerek müşriklerle gerekse de ehli kitapla evlilikle ilgili âyetler bulunur. Yalnız burada müşrik ile ehli kitap arasında fark vardır.
Peygamberimizin (aleyhisselâtu vesselâm) kızı Hazreti Zeyneb, teyzesi oğlu Ebu’l-As ile evlilik yapar. Hicret esnasında iki çocuğuyla birlikte Mekke’de kalır. Kocası Bedir savaşında esir düşer. Fidye olarak gerdanlığını gönderir. Sonrası gelişen olaylardan dolayı kocası çevresinin hanımını boşama baskılarına boyun eğmez. Fakat Hazreti Zeyneb’i Medine’ye göndermeden de edemez. Altı yıl böyle geçer. Bir yolculuk dönüşü Ebu’l-As gizlice Medine’ye gelir. Hazreti Zeyneb, müşrik kocası Ebu’l-As’a eman verir. Efendimiz (aleyhisselâtu vesselâm) bu emanı onaylar. Peygamberimiz (aleyhisselâtu vesselâm) kızına, kocasına karşı iyi davranmasını öğütler; fakat helal olmadığını da ekler. Ebu’l-As, Mekke’ye geri döner ve Müslüman olduğunu ilan eder. Hicretin yedinci yılında Medine’ye yerleşir.[45] Bazılarına göre bu nikâh öncesinin bir devamıdır, bazılarına göre ise yeni bir nikâh kıyılır.[46]
Peygamberimizin (aleyhisselâtu vesselâm) Mecusilerden cizye kabul ettiği biliniyor. Yalnız, Mecusi kadınlarla evlenilmesini ve boğazladıklarının yenilmesini yasaklar. Mecusi kadınlarıyla evlenilmemesinin gerekçesini de, yakın akraba evlilikleri oluşturur.[47]
Kur’ân’da ehli kitabın yiyecekleri ve kadınlarıyla evlilikleri hususunda şu hükümler bulunur: “Bugün size temiz ve iyi şeyler helal kılındı. Ehli kitabın yiyecekleri size helaldir. Sizin yiyecekleriniz de onlara helaldir. Namuslu, zinaya girmemiş ve gizli dostlar edinmemiş insanlar halinde yaşamanız şartıyla, müminlerden hür ve iffetli kadınlarla, Ehli kitaptan hür ve iffetli kadınları, mehirlerini verip nikâhlamanız size helaldir. Kim imanı inkâr ederse bütün yaptığı işler boşa gider ve o ahirette ziyana uğrayanlardan olur.”[48]
Bazı dönemlerde ehli kitap kadınlarıyla evliliğe pek sıcak bakılmaz. Örnek olarak şu olay hatırlanabilir: Hazreti Ömer, Hazreti Huzeyfe’ye ehli kitap hanımını boşamasını emreder. Hazreti Huzeyfe, “Haram olduğunu mu iddia ediyorsunuz. Bunun için mi boşayacağım?” karşılığını verir. Hazreti Ömer, “Haram olduğunu iddia etmiyorum; fakat onların fuhşa meyyal olmalarından endişe duyuyorum.”[49] şeklindeki ifadesiyle ahlaki endişesini dile getirir ve yasaklama hükmü ile haram hükmü konusundaki önemli bir nüansa işaret eder. Başka bir rivayette ise Hazreti Ömer’in cevabında, “yabancı kadınlarla evlenmenin yaygınlaşmasından ve Müslüman kadınlara rağbet edilmemesinden endişe ediyorum.” şeklindeki gerekçesine yer verilir.[50]
Müslüman erkeklerin müşrik kadınlarla evlenmesi[51] ve Müslüman kadınların müşriklerle evlendirilmesi karşılıklı olarak Kur’an’da yasaklanır.[52] Ehli kitap kadınlarıyla evliliği helal olarak tanımlayan âyette yine yiyeceklerin helal olarak nitelenmesi karşılıklı anlatılırken ehli kitap ile evliliğin tek taraflı anlatılması dikkat çeker. Tek taraflı anlatılması bazı hukuki tartışmalara sebep olur. Elmalılı, eşyada asıl olanın ibaha olduğunu; fakat can ve namus konularında ise asıl olanın hurmet olduğunu belirtir. Dolayısıyla âyette tek taraflı zikredilmesinin, diğer bir anlatımla ehli kitap erkekleriyle Müslüman kadınların evliliklerinin zikredilmemesinin mubah olarak yorumlanamayacağını ifade eder.[53]
İslam’da evlilik, hısımlık hukukunu gerekli kılar. Muhtemelen Hayber ile münasebetlerin olumsuz olduğu bir dönemde Hazreti Ömer’e, Safiyye validemizin Yahudilerin kutsal günü olan Cumartesi gününü sevdiği ve Yahudileri ziyaret edeceği gerekçesiyle şikâyet edildiği rivayet edilir. Hazreti Ömer, Safiyye validemize bu durumu sorar. Onun cevabı ise şöyle olur; “Allah benim için Cumartesi gününü Cuma ile değiştirdikten sonra, Cumartesiyi asla sevmedim. Fakat Yahudiler içerisinde benim akrabalarım var. Onları ziyaret edeceğim.”[54]
Sonuç
Kur’an-ı Kerim’de din, dil, ırk ve renk ayrımı yapılmaksızın adaletin gözetilmesi ve kul hakkının ihlal edilmemesi her zaman istenir. Müşriklere iyilik yapma veya yapmama inançtan ziyade savaş gibi sıfatlarla kayıtlanır. Şirk büyük bir zulüm olarak nitelenirken; müşrik anne babaya “bu dünyada” iyi davranılması emredilir. Ayrıca, Kur’an’da müşriklerle evlilik karşılıklı olarak yasaklanır. Ehli kitapla ise karşılıklı olarak onların yiyeceklerinin Müslümanlara, Müslümanların yiyeceklerinin onlara helal olduğu beyan edilir. Peşinden ehli kitap olan iffetli kadınlarla evlilik helal olarak vasıflandırılır. Elbette bu helallik hısımlık hukukunu da gerektirir. Bu prensiplerin hem ulusal hem de uluslararası münasebetlerde hem barış hem de savaş şartlarında statü değişikliği göstermeyen evrensel insani değerler olma özelliği dikkat çeker.
Yazar: Yrd. Doç. Dr. Ahmet Şems
Dipnotlar:
[1] Âl-i İmran Sûresi3/104
[2] İbn Hişam, Siyer1/252.
[3] Bkz.: Tevbe Sûresi 9/60.
[4] Serahsi, Mebsut 10/98 .
[5] Bardakoğlu, Ali, “Hak”, DİA, 15/ 140.
[6] Tirmizî, Fedâilu’l-Cihâd 13.
[7] Müslim, İmâre 119; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 2/220.
[8] Bkz. Karaman, Hayrettin, “Adalet”, DİA, İstanbul 1988, I, 343–344; Hadduri, Macid, İslam’da Adalet Kavramı, çev. Selahattin Ayaz, İstanbul 1991, s. 25–28.
[9] Bkz. Turnagil, 39.
[10] Ünalan, Abdulkerim, İslam Ceza Hukukunda Kısas ve Kısas Felsefesi, Diyarbakır 1999, s.177.
[11] Maide Sûresi 5/32.
[12] Kasani, 7/252.
[13] Hamidullah, Anayasa, 174.
[14] Serahsi, Mebsut, 11/102.
[15] Serahsî, Mebsût, 11/ 102.
[16] Nisâ Sûresi 4/105.
[17] Elmalılı, Hak Dîni Kurân Dili 3/1457.
[18] Mümtehine Sûresi 60/10.
[19] Şeybani, Siyer 4/1412; Vakidi, Megazi, 1/374; Değerlendirme için bkz. Gözübenli, Beşir, Günümüz Faiz Problemleri 1, Erzurum 1994, s. 44.
[20] Vakidî, Meğâzî 2/635.
[21] Hamidullah, Muhammed, Mecmuatü Vesaiki’s-Siyasiyye li’l-Ahdi’n-Nebeviyyi ve’l-Hilafeti’r-Raşide, Beyrut 1987, s. 190; Fayda, s. 123.
[22] Vakidî, Meğâzî 3/890.
[23] Maide Sûresi 5/2.
[24] İbn Kesir, 8/116.
[25] Mümtehine Sûresi 60/8-9.
[26] Elmalılı, Hak Dîni Kurân Dili 7/4904 – 4905.
[27] Hamidullah, Muhammed, “Hudeybiye Antlaşması”, DİA, 18/ 298.
[28] Gözübenli, Beşir, “Hazreti Peygamber’in Refahı Tabana Yayma Siyaseti”, Ebedi Risalet 2, İzmir 1993, s. 109–110.
[29] Akseki, A. Hamdi, Ahlak Dersleri, İstanbul 1968, s. 274–277.
[30] Nisâ Sûresi, 4/36
[31] Elmalılı, Hak Dîni Kurân Dili 2/1355.
[32] Hindi, Alauddin Ali el-Muttaki, Kenzu’l-Ummal fi Süneni’l-Akval ve’l-Ef’al, Beyrut ts. 9/51.
[33] İbn Kayyim el-Cevziyye, Ahkamu Ehli’z-Zimme, tah. Subhi Salih, Dımaşk 1961, s. 200 vd.; Şener, Abdulkadir, “İslam Hukukunda Gayr-i Müslimler”, Türk Tarihinde Ermeniler Sempozyumu, s. 45.
[34] Ebû Dâvûd, Cenâiz 5.
[35] Ebu Yusuf, Yakub b. İbrahim, Kitabu’l-Harac, Beyrut 1302, s. 3–17.
[36] İbn Kesir, 6/339.
[37] Bakara Sûresi 2/83.
[38] Nisâ Sûresi 4/36.
[39] Lokman Sûresi 31/14.
[40] İsrâ Sûresi 17/23.
[41] İbn Kesir, 6/339.
[42] Cessas, Ebu Bekr Ahmed b. Ali, Ahkâmu’l-Kur’ân, Beyrut 1985, 5/219.
[43] Duman, M. Zeki, Kur’an-ı Kerim’de Adab-ı Muaşeret Görgü Kuralları, İstanbul 1991, s. 173.
[44] Elmalılı, Hak Dîni Kurân Dili 6/3846.
[45] İbn Hacer, İsabe, 4/312; İbn Abdilber, Ebu Ömer Yusuf b. Abdillah, el-İstiab fi Esmai’l-Ashab, Beyrut 1328 (İsabe’nin kenarında) 4/311. Detay için bkz. Bintü’ş-Şatî, Aişe Abdurrahman, Teracimu Seyyidati Beyti’n-Nübüvve, Kahire 1988, s. 509–538.
[46] Şeybani, Siyer, 5/91; İbn Hacer, İsabe, 4/312.
[47] Fayda, s. 112.
[48] MaideSûresi 5/5.
[49] Cessas, 2/324; Kurtubi, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Cami’ li Ahkami’l-Kur’an, Kahire 1968, 3/68.
[50] İbn Kesir, 1/257.
[51] Bakara Sûresi 2/221.
[52] Mümtehine Sûresi 60/10.
[53] Elmalılı, Hak Dîni Kurân Dili 3/1579–1580, 2/773–774, 1/289–290 (Eşyada asıl olan mubahlıktır. Can, namus, akıl ve dinde asıl olan ise mubahlık değil, haram olmasıdır.); ayrıca bkz. Dağcı, Şamil, “İslam Aile Hukukunda Evlenme Engelleri II”, AÜİFD, Ankara 2000, c. 41, s. 137 vd.; Acar, H. İbrahim, “Evlenme Engeli Olarak Din Farkı”, AtaÜİFD, Erzurum 2002, c. 17, s. 27 vd.
[54] Bintü’ş-Şatî, s. 382.