Mekke’nin Ciğerparelerinin Müslüman Oluşu (1 Safer Hicrî 8)
Gönül dili ve hâl şivesinin karşı tarafta çok derin izler bıraktığı muhakkaktı. Benimsenen düşünceyi zirvede temsil etmek, onu sözle başkalarına anlatmaktan daha tesirliydi. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ise, her ikisini birden yapıyordu. Her fırsatı davası adına değerlendiriyor ve her zaman daha fazlasını istiyordu. Kâbe’ye girip de Allah’a kullukla serfürû etmeye başlayınca, meraklı gözlerle O’nu uzaktan süzenler olduğu gibi o gün, O’nunla karşılaşmamak için kaçanlar da vardı. Bunların hepsini tanıyordu ve kapılarını bunlara da açık tutmak istiyordu. Onun için o gün göremediği insanlara mesajlar gönderiyor ve böylelikle onların da düşünmelerini temin etmeye çalışıyordu.
Hâlid İbn Velid de bunlardan biriydi. Resûlullah’ın gelip de teslim olmasını arzu ettiği kişilerden olmalıydı ki, daha önce Müslüman olup Medine’ye hicreti tercih eden kardeşi Velîd İbn Velîd’e:
– Hâlid İbn Velîd nerede, diye soracaktı.1
Hz. Velîd o gün kardeşi Hâlid’i arasa da bulamayacaktı. Ancak ona mutlaka ulaşmalıydı; zira Resûlullah’ın mesajı vardı ve o da, bir mektup yazarak bu mesajı ulaştırmayı denedi. Mektubunda Resûlullah ile aralarında geçen görüşmeden bahsediyor ve kendisi için Efendimiz’in:
– Onun gibi bir adamın İslâmiyet’i bilip de tanımaması mümkün değil; keşke o, bütün savaşlarını Müslümanların yanında ve müşriklere karşı yapsaydı! Onun için bu ne kadar hayırlı olurdu; böylelikle biz de kendisini, başkalarına tercih eder ve el üstünde tutardık, şeklindeki müjdesini paylaşıyordu. Şu cümle ile bitirmişti mektubunu:
– Ey kardeşim! Senin için en uygun zamanda karşına çıkan fırsatları değerlendir ve kaçırmış olduklarını da telafi edebilmek için hemen gel!
Mektubu okuyan Hâlid İbn Velîd kararını vermişti; zaten Allah Resûlü’ne karşı, çıktığı her savaştan dönerken içinde anlam veremediği bir burukluk hissetmiş, Hudeybiye’den bu yana da ciddi ciddi düşünmeye başlamıştı. Şimdi yanına yoldaş arıyordu; meseleyi Ebû Süfyân, İkrime ve Safvân İbn Ümeyye’ye açsa da müspet cevap alamayacaktı. Ancak o kararlıydı. Nihâyet uzun bir tereddüt döneminden sonra, niyetini Osman İbn Talha’ya açmayı denedi. Onun da kendisi gibi hazır olduğunu görünce anlaşarak ertesi gün yola çıktılar. Hedde denilen yere geldiklerinde Amr İbn Âs’la karşılaştılar; onlara:
– Hoş geldiniz, safalar getirdiniz ey cemaat, diyordu.
– Sen de, diye cevapladılar onu ve sordular:
– Hayrola; nereye böyle?
Soruya soruyla karşılık vermeyi tercih edecekti Amr:
– Peki sizler nereye böyle?
Artık uzatmaya gerek yoktu ve:
– İslâm’a girip Muhammed’e tâbi olmaya, diye cevapladılar. Amr İbn Âs:
– Ben de sizin gibiyim, diyordu.
Derken yılların arkadaşları Medine’ye yönelmiş hızlı adımlarla yürüyorlardı. Nihâyet Medine’ye yakın bir yerde durarak bir miktar dinlenip elbiselerini değiştirmek istediler; Resûlullah’ın huzuruna daha temiz ve duru çıkmak istiyorlardı!
Bu sıralarda Allah Resûlü, onların geliş haberlerini çoktan almıştı ve ashâbına dönerek:
– Mekke, ciğerpârelerini kucağınıza attı, buyuracaktı.
Mekke’de bulamayıp da mektup bıraktığı kardeşinin gelişini duyan Hz. Velîd’in sevinçten ayakları yerden kesilmişti âdeta ve hemen yollarına çıkarak onları karşılamak istedi. Gerçekten de Hâlid İbn Velîd geliyordu. Önce:
– Çabuk olun, diyordu. “Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) sizin geliş haberinizi aldı ve çok sevindi; şimdi sizi bekliyor!”
Onlar da heyecanlanmışlardı; neredeyse koşar adımlarla gidiyorlardı. Huzura geldiklerinde mübarek yüzlerindeki tebessümü tarife imkân yoktu; dolunay misali o nur yüzü, güneş gibi parlıyordu!
Önce Hz. Hâlid selam verdi Allah Resûlü’ne; o kadar sıcaktı ki, selamını alışını yüreğinde hissediyordu! Kucağını açıp da kendisine davet edişi, tebessümündeki sıcaklık ve yüreğindeki sevginin bedenindeki tecessümüyle Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) fethetmişti onları. Ardından:
– Ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur ve Sen de, O’nun Resûlü’sün, dedi Hz. Hâlid. Yerini bulan bir kahramanın gelişi karşısında sevinen Efendiler Efendisi:
– Sana hidâyeti nasip edene hamd olsun, diye mukabelede bulunuyordu. “Zaten Ben, sende büyük bir akıl görüyordum ve bu aklın bir gün, seni hayra getireceğini bekleyip duruyordum!”
Hz. Hâlid, onca yıldan sonra esas şimdi Hâlid olduğunun farkına varmıştı; iltifat üstüne iltifatlara mazhar oluyor ve o âna kadar geçirdiği zamanlarına yanıyordu.
– Yâ Resûlallah, dedi. “Senin de görüp bildiğin gibi bugüne kadar ben, her dönüm noktasında Senin aleyhinde ve Hakka karşı hareket ettim; Allah’a dua etmeni ve bu vesileyle O’nun beni affetmesini talep ediyorum!”
Amr İbn Âs ve Osman İbn Talha da benzeri duygular içindeydi. Efendimiz’in eline uzanan Amr İbn Âs, bir aralık elini geri çekecek ve Efendimiz de bunun sebebini soracaktı:
– Benim bazı şartlarım var, diyordu Amr İbn Âs. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Nedir onlar, diye sordu. Dev insan, boynunu bükmüş ve önceki hayatının altında ezilmiş olmanın mahcubiyetiyle:
– Affedilmem, diyebildi. Yine ellerinden tutan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) olacaktı:
– Bilmiyor musun, diye başladı sözlerine. “İslâm, Müslüman olmadan önceki hataları temizler!”
Hudeybiye’nin fetih olduğu artık herkes tarafından görülebiliyordu; belki o gün Mekke’ye girilememişti ama şimdi gönüller İslâm’a açılmıştı ve en önde gelenler akın akın Medine’ye yöneliyordu. Bundan sonra bu süreç, hızlanarak devam edecekti.