Medine’ye Kor Düşmüştü
Gerçi, Mus’ab için bu, acı bir ayrılıktı; Habîb-i Ekrem’inden ayrı kalacaktı. Ancak, vazife her şeyden âli idi ve Medine’ye yürüyen heyecan tufanı ile birlikte tereddütsüz yola koyuldu. Orada Resûlüllah’ı o temsil edecek, Medine’nin yeni tanıştığı dini, ahaliye o öğretecekti. Ne şerefli bir vazife idi ki, hicret öncesi Medine’yi, ‘mukaddes göç’e Mus’ab hazır hâle getirecek; böylelikle medenî Medine’nin temellerini atmış olacaktı. Yalnızdı; ama temsil ettiği davanın gücüyle birlikte gidiyordu.
Es’ad İbn Zürâre kapılarını açtı ona Medine’de. Evine aldı ve gönüllerindeki güzellikleri Medine’ye aktarabilmenin derdine düştüler beraberce. Beş vakit namazlarını burada kılıyor, her gün yeni bir sima ile Allah’ın ayetlerini okuyup din adına derinleşmenin mücadelesini veriyorlardı. Artık Medine’ye, Allah adına bir kor düşmüş ve iman adına yeni bir ocak tutuşturulmuştu.
Öyle güzel bir temsili vardı ki Mus’ab’ın… Gören hayran kalıyordu. İhlası, samimiyeti, alçakgönüllülüğü ve güzel ahlâkıyla kısa sürede dikkatini çekmişti Medine’nin!.. Her gün, ileri gelenlerden birisi yanına uğruyor, o da onlara dinin inceliklerini anlatıyordu. Himmetini Medine’ye adamış, âdeta tek başına bir ümmet hâline gelmişti.
Elbette zorluklarla da karşılaştı bunun için!.. Bunlar, onun için tanıdık hadiselerdi; Mekke’de en büyük sıkıntıyı bizzat çeken Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) değil miydi? Kimse kolay kolay teslim olmak istemiyordu zira!.. Bir farkla ki, yanına gelirken ellerinde kılıçla karşısına dikilenler, ayrılırken kalblerinde imanla dönüyorlardı. Hışım içinde gelen bu istikbalin büyük sahâbelerine Hz. Mus’ab, öyle yumuşak davranıp alttan alıyordu ki, en haşin insan bile, onun bu yumuşaklardan yumuşak davranışlarına uzun süre karşı koyamıyor; çok geçmeden gelip teslim oluyordu:
– Arkadaş, önce beni dinle. Sonra da istersen boynumu vur. Vallahi sana mukabele edecek değilim, diyordu Mus’ab. Evet, bu kadar hayatı hafife alan ve bütün gayreti, insanlara hakikati anlatmak olan bir şahsiyet karşısında yavaş yavaş buzlar eriyor ve Hz. Mus’ab’ın etrafındaki iman hâlesi her geçen gün genişliyordu.
Es’ad İbn Zürâre, onu akrabalarının bulunduğu mahalleye götürdü bir gün. Bir kuyunun başına kadar gelip konakladılar orada. Onların geldiğini duyan eşraftan Sa’d İbn Muâz ve Üseyd İbn Hudayr, gelişmelerden rahatsız olmuş ve aralarında konuşmaya başlamışlardı. Sa’d, Üseyd’i yanına çekecek ve bir an önce her ikisini de beldelerinden kovmasını isteyecekti.
Mızrağını aldı Üseyd ve doğruca yanlarına geldi. Onun geldiğini gören Es’ad’la Mus’ab, olacakları tahmin edebiliyorlardı. Ancak onların derdi, daha başkaydı; zira, bir gönle iman otağ kurmuşsa o insan, kendini öldürmek isteyenlere bile hayat suyu vermeli, imanının farklılığını ortaya koymalıydı. Kulağına eğildi ve Üseyd’i tanıttı ona. Zira, tebliğde muhatabı tanımak çok önemliydi. Üseyd, kavmin efendisiydi ve Mus’ab da ona göre konuşmalıydı.
Gelir gelmez çıkıştı Üseyd… Çok kızgındı:
– Ne diye buraya gelip zayıflarımızın aklını çeliyorsunuz. Eğer sağ kalmak istiyorsanız buradan çekilip gidin, diyordu. Mus’ab alttan aldı:
– Biraz oturup dinler misin? Şayet hoşuna giderse kabul edersin. Hoşlanmazsan, o zaman biz senin istediğini yaparız, dedi.
Akıllıca bir cevaptı… Buna karşı insaflı davranmak gerekliydi. Zira Üseyd, muhakemesi yerinde bir insandı. Sonucu belli olan bir durum vardı ortada; dinlese de değişen bir şey olmayacaktı. Öyleyse ne zarar gelirdi ki? Hoşlanırsa ne âlâ.. Hoşlanmazsa zaten bırakıp gideceklerdi. Mızrağını bıraktı ve oturup Mus’ab’ı dinlemeye başladı.
Hikmet çağlıyordu Mus’ab’ın dudaklarından. Çok etkilenmişti. Üseyd de teslim olmak üzereydi. Gönlündeki feyezana engel olamıyordu. Yüzündeki ifadeler, kalbindeki değişimin müjdelerini çoktan vermişti. Daha Mus’ab, sözünü bitirmeden araya girdi ve konuşmaya başladı:
– Ne müthiş şey bu… Ne güzel sözler bunlar… Ardından da ilâve etti:
– Bu dine girmek isteyen ne yapmalı?
Guslü anlattı Mus’ab. Elbiselerinin temiz olmasından, kelime-i tevhidden, namazdan bahsetti.
Kayboldu bir ara ortadan Üseyd!.. Biraz sonra gelirken yeniden meclise, ıslak saçlarından damlalar dökülüyordu. İnanmıştı Üseyd ve gönlünden gele gele kelime-i tevhidi de söyledi orada. İman onu o denli ve hızlı değiştirmişti ki, daha oracıkta Mus’ab’ın telâşını o da yaşamaya başlamıştı:
– Birisi var ki, şayet o da iman ederse arkasında inanmayan kimse kalmaz. Bekleyin ben size onu göndereceğim, dedi.
Doğruca Sa’d İbn Muâz’ın yanına gitti. Onlar da, toplanmış zaten onun gelmesini bekliyorlardı. Gelişini görünce:
– Yemin olsun ki, gittiği gibi gelmiyor, dedi Sa’d. Anlamıştı. Gelir gelmez telâşla, “Ne yaptın” diye sordu. Önce herhangi bir problem olmadığını vurguladı:
– Vallahi, o iki adamla konuştum. Problem edilecek hiçbir yanları yok. Önce onları kovdum. “İstediğini yaparız, dediler.” diye de ilâve etti. Maksadı, Sa’d ile Mus’ab’ı aynı mecliste buluşturmaktı ya, “İpler bizim elimizde, istersen bir de sen dinle.” demek istiyordu. Zira, güzelliği bütün berraklığıyla görebilmek için vasıtasız vuslata ihtiyaç vardı.
Ortamın bu kadar yumuşaması, elbette herkesin işine gelmiyordu. Arayı kızıştırmak isteyenler de vardı ortada. Daha oracıkta Sa’d’ın damarına dokunacak sözler sarf edilmeye başlandı. Sözde iş, çığırından çıkıyordu ve olanlara mutlaka müdahale edilmeli, ‘dur’ denilmeliydi.
Sa’d, kavmin efendisiydi. Böyle bir kargaşaya müsaade edemezdi. Sinirden damarları şişmiş, patlayacak gibi olmuştu. Üseyd’e de çok kızmıştı. Onu, meseleyi kökünden halletmesi için göndermişti; ama o teslim olup geri dönüyor; bir de gelmiş; dinlediklerinin güzelliğinden bahsediyordu. Problemi kendisi çözmeliydi. Mızrağını aldı ve doğruca Mus’ab’ın yanına gitti. Burnundan soluyordu. O kadar kızgındı ki, sözünü esirgemeden ağzına geleni söylüyordu. Önce Mus’ab’ı aralarına getiren teyzeoğlu Es’ad’a çıkıştı:
– Aramızda akrabalık olmasaydı elimden kurtulamazdın, diyordu. Mus’ab’a da tehditler yağdırıp etrafına haykırdı bir müddet. Tufanlar kopan dünyasında dalgalar durulacak gibi değildi.
Mus’ab’ın tavrında ise, hiçbir değişiklik yoktu… Yine aynı olgunluğu sergiliyordu. Zira, ölümün telâşında değildi o!.. Kendisini öldürmeye gelenlere bile hayat vermenin fırsatını yakalamaya çalışıyordu:
– Ne olur bir dinle! Şayet hoşuna giderse kabul edersin. Hoşlanmazsan, işte o zaman istediğini yaparsın, dedi aynı tatlılıkla.
Doğru ya, değişen bir şey olmayacaktı. Karar, yine Sa’d’ın kendisine aitti:
– Haklısın, dedi. Zira istemediği bir şeyi, ona zorla kabul ettirecek insan henüz dünyaya gelmemişti. Mızrağını bir kenara bırakıp oturdu O da ve Mus’ab’ı dinlemeye başladı. Daha Mus’ab’ın ‘besmele’sine vurulmuş, sözün başında çarpılmıştı! Yüzünde, nur üstüne nur doğuyordu. Söz bitip nihayete ermeden o da Üseyd gibi sormaya başlamıştı:
– Bu dine girip teslim olmak istediğiniz zaman ne yapıyorsunuz?
Aynı şeyleri ona da anlattı Musab: Gusül, temizlik, kelime-i tevhid ve namaz!..
İşte hakperestlik buydu. Her şey ortadaydı ve doğruyu bulduğu yerde almak, onun için de ayrı bir meziyetti. Zira küfrün mazeret üretecek bir mantığı yoktu… Kalmamıştı, olamazdı da!.. Artık o da, Mus’ab’ın dizinin dibinde, kavminin kalbini çözecek anahtarı arama peşine düşecekti.
O da, kavminin arasına dönerken gittiği gibi gelmiyordu… Çoktan anlamışlardı hâlini!.. Ardından aynı telâşı o da yaşamaya başlamıştı. O güne kadar farkına varamadıkları bir kıymeti bulmuşlardı ya, paylaşmaları gerekiyordu onu bütün tanıdıklarıyla!..
Meraklı bakışlara bir şeyler denilmeliydi. Kabilesinden bir tek fire bile vermeye niyeti yoktu. Önce sordu onlara:
– Beni aranızda nasıl bilirsiniz?
Hep bir ağızdan tezkiye ediyorlardı. Konumunu, yeni tanıştığı iman adına bir krediye çevirecekti Sa’d. Kaynaktan aldıklarını paylaştı onlarla ve ardından imana davet etti oradakileri, her şeyini koydu ortaya ve arkasından ekledi:
– Şayet Allah ve Resûlü’ne inanmazsanız, kadın-erkek hepinizle konuşmak bana haram olsun.
Üseyd gibi, Sa’d gibi en öndekiler kabullenir de arkadakiler geri durur muydu hiç? Zaten Medine ehli birbirine bakıyordu. Bugüne kadar önlerinde rehberlik yapanlar gidip teslim olmuşlarsa, onlara da arkada kalmak yakışmazdı:
– Haydi gidelim Mus’ab’a… Biz de teslim olalım, sesleri yükseliyordu artık Medine’de![1]
Medine çok bereketliydi. Her günleri bugünkü gibi semereli bir hâl almıştı. Mus’ab’ın haberi ışık hızıyla yayılıyordu. Kısa süre içinde, birkaç kabile dışında Medine’de, içinde Müslüman olmayan ev kalmamıştı. Teker teker ziyaretlere gidiyor ve gönlünün zenginliklerini onlarla paylaşıp insanları ‘Ensâr’ olmaya hazırlıyordu. Bir, iki derken Medine hızla medenî bir havaya bürünmüştü.
Nur, artık Medine’nin dışına da taşmaya başlamıştı. Etraftaki kabilelere de gidiyor ve onlara da aynı güzellikleri taşıyordu. Zira, Efendiler Efendisi de aynısını yapmış, bir taraftan Mekke’ye hitap ederken diğer yandan da etraftaki kabilelere açılıp onlara da İslâm’ı anlatmayı ihmal etmemişti. O’nu temsil eden Hz. Mus’ab da farklı davranmamalıydı ve zaten o da bunu yapıyordu.
Allah Resûlü’ne mektup yazdı bir gün Mus’ab… Ortada bir talep vardı ve nasıl davranması gerektiğini soruyordu. Cevabında Efendimiz, ‘Cuma’yı tarif etmişti ve onlar da, Sa’d İbn Hayseme’nin hanesinde bir araya gelip ilk defa cuma namazı kılacaklardı. Medine’de kılınan ilk Cuma idi bu.
Resûl-ü Kibriyâ Hazretlerine Akabe’de söz vermelerinin üzerinden yaklaşık bir yıl geçmişti. Bir araya geldiklerinde artık kalabalık bir cemaat oluşturuyorlardı. Gelişmeler güzeldi; ama firakın acısı dayanılacak gibi değildi. Resûlullah’ın Mekke’de çektiklerini de biliyorlar ve:
– Mekke dağları arasında daha ne kadar zulüm içinde bırakacak, ne zamana kadar sıkıntı çekmesine göz yumacağız, diyorlardı. Halbuki Medine, daha mûnis, daha candan ve kucaklayıcı idi. Böyle olmuyordu; ne yapıp edip yollar birleşmeli ve bu ayrılığa artık bir nokta konulmalıydı. Bunun için ortada iki alternatif vardı; ya kendileri de gidip Mekke’de O’na cemaat olacaklar ya da O’nu Medine’ye davet edip başlarına taç yapacaklardı. Her ikisi de, kendi içinde birçok sıkıntıyı barındırıyordu. Ancak, her türlü sıkıntı göz önüne alınarak konuya bir açıklık getirilmeli ve mutlaka bu ayrılığa bir son verilmeliydi.
[1] Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 2/283 vd.