Mazlumun Duası ve Kabulünün Önündeki Engeller
Mekke gönüllere girilerek fethedilmiş, Kureyş Müslüman olmuş ve böylece Arap kabileleriyle İslam arasındaki en büyük engel ortadan kalkmıştı. Yarımadanın her yerinden heyetler, akın akın Medine’ye geliyor; Allah Resûlü ile görüşüp İslam’a giriyordu. Yemen dahil coğrafya sakinlerinin büyük çoğunluğu Müslüman olmuştu. Allah Resûlü, hem irşat ve tebliğ hem de ilgili bölgelerin idaresi için valiler göndermeye başlamıştı.
Hz. Muaz İbn-i Cebel’i de Cened valisi ve Yemen genel valisi olarak seçmişti. Onu Yemen’e uğurlarken atına bindirmiş; dizginleri elinde onunla birlikte yaklaşık bir mil yürümüş ve bu esnada kendisine bazı tavsiye ve uyarılarda bulunmuştu. Her biri altın değerinde bu tavsiyelerinden birisi de şu olmuştu:
“Mazlumun bedduasını almaktan sakın ve bundan kork. Zira Allah ile mazlumun yakarışı arasında perde yoktur!”1
Mazlumun Duasından ve Mazluma Zulümden Niçin Sakınılmalı?
Hz. Muaz, geniş bir bölgenin genel valisi olarak gönderiliyordu. Adalet ile zulüm arasında çok ince bir perde vardı ve bu yönüyle idarecilik, ateşten gömlek giymekti. Allah Resûlü, çok sevdiği Hz. Muaz’a, her an niçin adaleti ve hakkaniyeti gözetmesi gerektiğini dolaylı bir ifadeyle ders vermiş ve ondan hiç kimseye zulmetmemesini istemişti. Zira mazlumun duası ile Allah arasında perde yoktu ve bu ifade, mazlumun yakarışlarının makbuliyetini kesin olarak ifade ediyordu.
Hatta bir başka nurlu beyanında O, Cenab-ı Hakk’ın mazlumun duasını kabul noktasında inanç ve kimlik ayırımı yapmadığına dikkat çekmiş ve şöyle buyurmuştu:
“Mazlum, kafir ve fâcir bile olsa duası makbuldür! Zira onun fısk u fucûru kendini ilgilendirir.”2
Aynı zamanda Allah Resûlü, bu beyanıyla idarede kimlik ayrımı yapmamaya, temel hak ve hürriyetler hususunda adil olmaya ve her zaman hukukun üstünlüğünü ilke edinmeye vurguda bulunuyordu.
Allah Resûlü, zulümden ve mazlumun duasından sakınılması gerektiğini, önemine binaen değişik vesilelerle sürekli ümmetine hatırlatıyordu. Hatta meselenin ehemmiyetinin anlaşılması için dikkat çekici benzetmeler de yapıyordu:
“Mazlumun duasından sakının. Zira o, bir kıvılcım gibi semaya yükselir.”3 “Mazlumun duasından çekinin. Zira o, bulutların üstünde taşınır ve yüce Allah mazluma şöyle seslenir: İzzet ve azametime yemin olsun ki eninde sonunda sana yardım edeceğim.”4
Yine Allah Resûlü, mutlaka icabet edilecek duaları sayarken, “Üç dua makbul dualardandır: Mazlumun duası, misafirin duası ve bir de babanın evladına yaptığı dua.”5 buyurmuş; mazlumun duasını ilk sırada zikretmiş ve böylece bir taraftan mazlumun gönlüne inşirah salarken diğer taraftan zalimin de mutlaka yapıp ettiklerinin karşılığını göreceğini hatırlatmıştır. Hatta bu kimselerin yaptığı duaların kabulünden şüphe edilmemesi gerektiğini de özellikle vurgulamıştır.6
Mazlumun Yakarışlarına, “Nasıl ve Ne Zaman” Cevap Verilir?
Herkes bilmeli ki mazlumun duasına icabet edilir. Fakat duasının kabul edilmesi için mazlumun da bilmesi ve dikkat etmesi gereken bazı hususlar vardır. Öncelikle Allah Resûlü, duaların kabulünün farklı şekillerde olacağını haber verir:
“Dua eden kimse, günah işlemeyi ya da sıla-ı rahimi kesmeyi talep etmedikçe kendisine şu üç şekilde cevap verilir: Ya talebi aynen dünyada verilir ya yaptığı duaya bedel misliyle günahı affedilir veya bir şer ondan uzaklaştırılır ya da duasının karşılığı, ahirete bırakılır ve orada istediği daha hayırlı bir şekilde kendisine ihsan edilir.”7
Mazlum bu gerçeğin farkında olmalı ve asla dua etmekten geri durmamalıdır. Zira ashab-ı kiramdan bazıları, O’nun duanın kabulü ile alakalı bu beyanı üzerine “O zaman biz de duayı artırırız!” demiş; Efendimiz de “O zaman Allah da artırır.” buyurmuştur.8
İkinci olarak Allah Resûlü, “Kul acele etmedikçe!” duasının kabul edileceğini beyan eder. Bunun üzerine sahabe, “Kul nasıl acele eder?” diye sorunca: “Bir kimse, Rabbime dua ettim fakat duama icabet etmedi.” derse, bu onun acele etmesi olur ve sonunda duayı da terk eder.” cevabını verir.9 Dolayısıyla mazlum, Allah’ın zalime bir müddet mühlet verdiği gerçeğini10 hep nazarında tutmalı; bu aceleci davranışı ve yanlış yorumu sebebiyle dualarının kabulüne bizzat kendisinin mâni olacağını bilmeli ve kazanmak üzereyken kaybetme yoluna girmemelidir.
Üçüncü olarak mazlumun dikkat etmesi gereken bir hususu da Allah Resûlü, şöyle beyan eder: “Şayet mazlumun daha önce işlediği bir zulmü varsa, Allah’ın, onun duasına icabet etmemesi haktır.”11 Bu Nebevî beyana göre mazlum, daha önce yaptığı zulüm ve haksızlıkların, dualarının kabulüne perde olacağını ya da geciktireceğini bilmeli; geçmişini gözden geçirip yaptığı küçük büyük haklardan, sahipleriyle helalleşerek arınmalı ve Allah’tan da affını istemelidir.
Mazluma Hakkı Eksiksiz Olarak Verilecektir
Mazlum, bütün haklarını dünyada alamayabilir. Hatta bundan dolayı mazlum “İddia edildiği gibi zalimler cezalandırılmıyor!” yanılgısına kapılabilir. Halbuki çok hassas bir teraziye sahip ilahi adalet, bu alemde değilse bile mahkeme-i kübrada mutlaka tecelli edecektir. Mazluma hem sabır ve dualarının karşılığı hem de uğradığı gadirlerin mükafatı kat kat verilecektir.
Allah Resûlü, -hesap günü mazlumlar, mutlaka yakasına yapışacağı ve hakkını alacağı için- zalime, ölmeden önce mazlum ile “helalleşme çağrısı” yapmıştır:
“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu ya da malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyamet günü gelmeden önce o kimseyle helalleşsin. Yoksa kendisinin salih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır ve hak sahibine verilir. Şayet iyilikleri yoksa, kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yüklenir.”12
Zulüm ve haksızlık o kadar hassas bir meseledir ki Allah Resûlü, bu istikamette kendisi de ruhunun ufkuna yürümeden az önce ashabını son kez toplatmış; Hz. Ali ve Fadl İbn-i Abbas‘a dayanarak zor ayağa kalkmış ve güçlükle mescidine gidip minbere oturmuştu. Ardından Allah’a hamd u senada bulunmuş ve ashabına şöyle hitap etmişti:
“Ey insanlar! Sizden ayrılma vaktim oldukça yakındır. Sizden birisine vurmuşsam işte sırtım, gelsin vursun! Birinizin malını almışsam, gelsin hakkını alsın! Sakın hak sahibi, kısas talebinde bulunursam, ‘Resûlüllah bana darılır’ diye düşünmesin! Bilmelisiniz ki Benden hakkını isteyene darılmak, Benim ahlakımda yoktur. Benim yanımda en sevimliniz, hakkı varsa, gelip Benden onu isteyen ya da gelip onu helal eden kimsedir. Ben Rabbim’in huzuruna üzerimde hiç kimsenin hakkı olmadan varmak istiyorum.”
Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Bir Duası ve Mazluma Yol Haritası
İslam’a hayat hakkı tanımayan müşrikler, Allah Resûlü’ne ve Müslümanlara her türlü zulüm ve haksızlığı reva görmüş ve onlar için Mekke’yi yaşanmaz hale getirmişlerdi. Bir çıkış yolu arayan Allah Resûlü, Taif’e gitmiş ve Sakif kabilesini, kendisine ve ashâbına sahip çıkmaya davet etmişti. Fakat onlar, orada kaldığı süre boyunca Efendimiz’e hayatının en ağır günlerini yaşatmış; öldüresiye taşlayarak O’nu Taif’ten çıkartmışlardı. Bir mazlum olarak Allah Resûlü, ellerini açmış ve Allah’a şöyle yalvarıp yakarmıştı:
“Allah’ım! Güç ve kuvvetimdeki zaafı, önümdeki seçeneklerin azlığını ve insanların beni hafife alıp hor görmelerini Sana arz ediyorum. Ey Merhametlilerin en merhametlisi! İnsanların zayıf gördüklerinin sahibi ve Rabbi Sensin. Benim de Rabbimsin ve Beni, kime bırakıyorsun? Bana kaba davranan yüzünü ekşiten uzak bir kimseye mi, yoksa işimi ellerine teslim ettiğin yakın düşmanlara mı? Şayet Senin bana gazabın söz konusu değilse hiç bir şeye aldırmam. Ancak Senin afiyet vermen, bana genişlik sağlar. Senin bana gazabınla muamele ve celalinle tecelli etmemen için, dünya ve ahirete ait işleri yoluna koyan ve kendisiyle bütün karanlıkların aydınlığa kavuştuğu vechinin nuruna dehalet edip rahmetine iltica ediyorum. Rızanı elde edip hoşnutluğunu kazanacağım ana kadar Senin huzurunda el pençe divan durmaya ve özür dileyip iltica etmeye devam edeceğim. Senden başka ne bir dayanak ne de itimat edilip güvenilecek bir güç vardır.”
Pegramber Efendimiz’in (sas) Diline Vird-i Zeban Ettiği Dua ve Efendimiz’in (sas) Kuşatıcı Bir Duası yazılarımıza linkten ulaşabilirsiniz.
Mazlum, zahiren zulme karşı kendisini müdafaa etme imkanlarından ve gücünden mahrum kimsedir. Onun sahip olduğu tek güç ve kalkan, bütün acz u fakrı ile ve yaşadığı acı, çile ve ıstırapların iç yangınıyla Rabbine sığınmasıdır. Yukarda görüldüğü üzere Efendimiz, bu şekilde hareket etmiş ve bütün varlığıyla Rabbine yönelmiştir. Hatta O, mazlumiyetini duaya, kulluğa ve Rabbe yakınlığa dönüştürerek O’nun hoşnutluğunu kazanmaya çalışmıştır. Dolayısıyla bütün mazlumlar, dualarında mazlumiyetlerini Allah’ın rızasını elde etmeye vesile kılmayı da hedeflemelidir. Zira yukarda görüldüğü üzere Allah Resûlü, “mazlumun duasının kabulü müjdesini”, O’nun rızasını önceleyerek kullanmıştı.
Hasılı, mazlumiyet ve mağduriyetin mazluma kazandıracağı Allah’a yakınlık gücü, zalimlerin sahip olduğu zahiri kudretten daha fazladır. Bu açıdan mazlumun Allah’a imanı, tevekkülü ve imanına dayalı cesareti, zalim ile mazlum arasındaki güç dengesini alt üst edecek bir nokta-i istinaddır. Bundan dolayıdır ki Bediüzzaman, “İman, hem güçtür hem kuvvettir. Hakiki imanı elde eden kimse kainata meydan okuyabilir..” tespitini yapar. Zulüm istenmez ve zulme rıza gösterilemez. Ancak beklenmedik şekilde zulme maruz kalınırsa sabr-ı cemille göğüslenerek bu acıların her biri salih amele dönüştürülebilir. Böyle bir dönemde dua, istiğfar, ümit ve azim dünyevî-uhrevî kurtuluşun anahtarıdır.
Yazar: Dr. Selim Koç
Dipnot:
- Buharî, Mezâlim 9; Müslim, İman 7 (19)
- Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned (8781); İbn Ebi Şeybe, Musannef, (29987); Heysemi, Zevâid, X/154
- Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, (148); Münzirî, Et-Terğîb ve’t-Terhîb, III/199
- Taberânî, Kebîr IV/84 (3718)
- Tirmizî, Daavât 49 (3448); Ebu Davud, (1536)
- Ebu Davud, (1536); Tirmizî, (1905); İbn Mâce, (3862)
- Tirmizî, Daavât 151 (3604); Müsned, (11133); Ebu Ya’la, Müsned (1019
- Tirmizi, Daavât 133 (3573); Buharî, Edebu’l-Müfred (610); Müsned, (11133); Heysemî, Zevâid, X/151
- Müslim, Zikir ve Dua 25/92 (2735); Tirmizî, Daavât 151 (3604); Buharî, Daavât 22 (6340)
- Geniş bilgi için: https://peygamberyolu.com/bir-sunnetullah-olarak-muhlet-azap-mi-rahmet-mi/
- Ali el-Muttakî, Kenzu’l-Ummal, III/7623; Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, III/373 (3675)
- Buharî, Mezâlim 10 (2449)