Kardeşlik Bağları ve Ensar Farkı

1.042

Medine’ye gelinmişti; ama bu gelmeyle birlikte Efendi­miz’i, çözülmesi gereken birçok problem bekliyordu. Gelenlerin adedi, üçle beşle sınırlı değildi; Müslüman olduğu halde Mekke’de kalan ender insan vardı ve diğerleri bütünüyle Medine’ye gelmişti. Üstelik, her bir insan, ailesiyle birlikte buraya geliyor yahut ailesini sonradan getiriyordu. Zaten başka da bir alternatif yoktu, olamazdı… Toplamda yüz seksen altı aile olmuşlardı. Aileler ise, öyle sanıldığı gibi ikişer kişiden oluşmuyordu, eş ve çocuklar itibariyle geniş bir aile yapısı söz konusuydu. Peki, bu kadar insan nerede misafir edilecek ve maişetlerini nereden temin edeceklerdi? Haydi, birkaç günlük çözümler bulunabilirdi; ama bu hicret, üç-beş gün sonra sona erecek bir yolculuk değildi.

İşte, bütün bu soruların cevabını bulmak için, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ilk yaptığı şeylerden birisi, Mekke’den gelen Muhacirler ile Medineli Ensâr arasında kardeşlik bağlarını oluşturmak oldu. Bugünkü mânâda bir nevi kardeş aile benzeri bu uygulama ile, ilk etapta kırk beş ailenin mesken meselesi ve diğer benzeri sosyal problemleri çözülmüş oluyordu. Enes İbn Mâlik’in evinde, ashâbıyla birlikte bir araya gelmiş;1 onlara şöyle diyordu:

– Allah için ikişer ikişer kardeş olun!

Müslüman toplumun birbiriyle kaynaşabilmesi için bugün ortaya koyduğu kardeşlik anlayışı, sadece hicret sonrasında ortaya çıkan bir uygulama değildi. Daha Mekke yıllarındayken de O (sallallahu aleyhi ve sellem), Zübeyr İbn Avâm ile Abdullah İbn Mes’ûd gibi kimseleri kardeş ilan etmiş ve böylelikle, çetin şartların en ağır şekilde yaşandığı bu dönemlerde kardeşlikten öte bir tesanütle her türlü sıkıntının üstesinden gelmeyi hedeflemişti.

İlk uygulamayı da, yine kendisi yapacaktı; bunun için, yeğeni Hz. Ali’nin elini kaldırdı ve:

– İşte bu, benim kardeşim, buyurdu. Küçüklüğünden bu yana yanında kalan ve nebevî terbiye ile gelişip boy atan yeğeni Hz. Ali’yi kimseye bırakmıyor ve onu, kendisine kardeş ilan ediyordu. Ardından, amcası ve aslan avcısı Hz. Hamza2 ile cahilî toplumun yanlış bir telakkisine kurban giderek köleleştirilen, ancak kaderin yoluna su serpmesiyle Efendimiz’e hizmet etme şerefine ulaşan azatlı Zeyd İbn Hârise’yi kardeş ilan ediyor ve belli ki bu iki delikanlıyı, özellikle yakınında tutmak istiyordu.

Bir anda Medine’yi saran bu heyecanlı kardeşleşmede artık her bir Ensâr, kendisi için zikredilecek bir Muhâcir’i gözler olmuştu. Çok geçmeden de, Hz. Ebû Bekir, Hârice İbn Züheyr; Hz. Ömer, Itbân İbn Mâlik; Ebû Ubeyde, Sa’d İbn Muâz; Abdurrahman İbn Avf, Sa’d İbn Rebî’; Zübeyr İbn Avvâm,3 Selâme İbn Selâme; Hz. Osmân, Evs İbn Sâbit; Talha İbn Ubeydullah, Ka’b İbn Mâlik; Sa’d İbn Zeyd, Übeyy İbn Ka’b; Ca’fer İbn Ebî Tâlib,4 Muâz İbn Cebel; Mus’ab İbn Umeyr, Ebû Eyyûb Hâlid İbn Zeyd; Ebû Huzeyfe, Abbâd İbn Bişr; Ammâr İbn Yâsir, Huzeyfe İbnü’l-Yemân ve Bilâl-i Habeşî de, Ebû Ruveyha5 ile kardeş olacak, çok geçmeden bu sayı, önce yüz elli,6 ardından da yüz seksen altı aileyi kapsayacak ve kardeş bulamayıp da ortada kalan tek bir Muhacir aile kalmayacaktı.

Şüphe yok ki bu kardeşlikte, karşılıklı fedakârlıklar öne çıkacak ve Mekke’den gelen Muhâcirler, Medineli Ensâr’ın bütün ısrarına rağmen kendi alın terinin ürününü alma yarışına girecekti. Sa’d İbn Rebî’, kendisine kardeş ilan edilen Abdurrahman İbn Avf’ı alıp evine götürmüştü. Evine, Resûlullah gelmiş gibi seviniyor ve onun için daha fazlasını yapmak istiyordu. Bunun için önce onu karşısına aldı:

– Ey kardeşim! Ben, mal ve mülk yönüyle Medine’nin en zenginlerinden birisiyim; malımın yarısı senin olsun, al onu! Ayrıca benim, taht-ı nikâhımda iki tane eşim var; onlardan hangisini beğenirsen bak, ben onu boşayayım, iddetini beklesin ve daha sonra da onunla sen evlen!

Abdurrahman İbn Avf’ın kanını donduracak bir teklifti bunlar! Bir taraftan, Mekke’de karşılaştıkları muameleyi düşünüyor; diğer yandan da Medine’nin kucaklamasına bakıyor; daha dün denilebilecek kadar yeni Müslüman olan Ensâr’ın bu fedakârlığı karşısında hicap duyuyordu. Bir aralık, Muhâcirîn’e kapılarını açan Ensâr’ı anlatan Kur’ân ayetleri geçti zihninden! Elbette Allah (celle celâluhû), onların kalbinde olanlara da muttaliydi ve olanı anlatıyordu:

– Muhâcirlerden önce Medine’yi yurt ve vatan edinip imana sarılanlar, kendi beldelerine hicret edenlere sevgi beslerler; onlara verilen maddi paylardan ötürü herhangi bir kıskançlık göstermedikleri gibi tam aksine, kendileri aşırı ihtiyaç içinde kıvransalar bile hep kardeşlerine öncelik verir ve onları kendi nefislerine tercih ederler!7

Ancak onlar, dünyayı elde etmek için gelmemişlerdi ki Medine’ye!

– Malın da hanımların da senin için mübarek olsun, dedi önce. Ardından da, “Sen bana, çarşı-pazarın yolunu göster!” diye ilave etti. İnanan insan için istiğna, çok önemli bir prensipti ve kendi kazancını kendi alın teriyle kazanmalı, maişetini de bizzat çalışarak temin etmeliydi.

Hz. Sa’d’ın tekliflerine evet demeyen Hz. Abdurrahman, ertesi gün Benî Kaynukâ pazarındaydı. Bundan sonra da hep çarşı-pazarda olacaktı. Kendi ifadesiyle, elini değdirdiği her taş adeta altın ve gümüş oluyordu.8 Demek ki Allah, olayları iyi okuyan ve rızası istikametinde irade beyan edenlerin yoluna su serpiyordu.

Bir gün huzur-u risalete gelmişlerdi. Çok geçmeden Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Bu ne iş, diye sormuştu. Çünkü Abdurrahman İbn Avf, za’feran kokusu sürmüş ve meclise öyle gelmişti.

– Ensâr’dan bir kadınla evlendim, yâ Resûlallah, diye cevapladı Abdurrahman İbn Avf. Efendiler Efendisi, kısa zamanda geldiği yeri öğrenmek için sordu:

– Mehir bedelini de verdin mi?

– Evet, beş dirhem ağırlığında altın verdim, dedi.

Demek ki Abdurrahman, işlerini yoluna koymuş ve ticarî hayatı adına belli bir yere gelmişti. Aynı zamanda böyle bir başarının, diğer insanlarla da paylaşılması ve aynı yolda yürüyenlere moral olması gerekiyordu. Öyleyse sıra, bu nikâhı ilan etmeye gelmişti ve Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Bir koyun bile olsa velime adına yemek ver, buyurdu.9

Sa’d İbn Rebî’ ve Abdurrahman İbn Avf’ta olduğu gibi bazı insanlar, Muhâcir ve Ensâr arasında kurulan bu kardeşliğin, miras hakkını da doğuracağı sonucuna varmışlar; Efendimiz’in huzuruna gelip de:

– Hurmalıkları da onlarla bizim aramızda bölüştür, teklifinde bulunuyorlardı. İşin garip tarafı, bu teklifi yapanlar, Medineli Ensâr’dı.

– Hayır, dedi önce. Ardından da:

– Çalışıp alın teri dökmede müşterek hareket edin ve ortaya çıkan meyveleri de aranızda pay edin, buyurdu.10 Bunun anlamı açıktı; bundan böyle herkes, elinden geleni yerine getirmek için alın teri döküp gayret gösterecek ve Mekkeli Muhâcirlerle Medineli Ensâr aileler, elde ettikleri ürünü aralarında paylaşarak bir hayat yaşayacaklardı. Sahabeyi, sahabe yapan cevap gecikmedi:

– İşittik ve itaat ettik!11

Bu arada, Nisâ suresi 33. ayet de gelmişti ve zaten, akrabalık bağlarının dışında böyle bir miras anlayışının olamayacağını anlatıyordu.

Ensâr Farkı

Görüldüğü gibi, Muhacir kendi üzerlerine düşeni yapıyor Ensâr da daha fazla ne yapabileceğinin heyecanını yaşıyordu. Mekke’den kopup gelen kardeşleri istemese de onlar, mutlaka bir şeyler yapmak istiyor ve bu konuda ısrarcı oluyorlardı.

Bir gün oturmuş aralarında şunu konuşuyorlardı:

– Allah Teâlâ, kız kardeşinizin oğlu bu Zât sebebiyle sizi hidayete erdirdi. O ise, herkesin işlerini omzuna almış, bütün sıkıntıları deruhte ediyor. Hâlbuki O’nun, bütün bunları yapabilmek için elinde imkânları da yok! Öyleyse siz, elinizden geldiği kadar aranızda mal-mülk toplayın ve O’na verin ki yapageldiği bu hayır işlerinde elini güçlendirmiş olursunuz!

Durumu tam olarak anlatan bir fikirdi. Zira gerçekte durum, bundan farklı değildi. İşte bu, Ensâr farkıydı ve çok geçmeden, meselenin sadece sözde kalmadığını da gösterecek ve gidip gerekli olan mal ve mülkü toplayıp huzura geleceklerdi. Şöyle diyorlardı:

– Yâ Resûlallah! Sen bizim, kardeşimizin oğlusun! Allah (celle celâluhû) bizi, Senin vesilenle hidayete erdirdi! Sen ise, bütün hayır işlerini kendi omuzların üstüne almış her türlü sıkıntıyı deruhte ediyorsun. Halbuki Senin elinde, bunu yapabilmek için imkânların da yok! Bizler, kendi aramızda oturup konuştuk ve bunları toplamaya karar verdik; umulur ki böylelikle Sana bir nebze yardım etmiş, hayır yarışında da elini güçlendirmiş oluruz. İşte, bunları bizden kabul buyur!

Bu ne hassasiyet ve bu ne nezaketti? Ancak, hayır adına mesafe alırken hak yolcusu, aynı zamanda müstağni olmalıydı ve attığı adımlara mukabil kimseden bir şey istememeliydi. Sahaya inilmiş; bizzat ve fiili bir terbiye örneği sergileniyordu. Çok geçmeden Cibril geldi:

– Bunun için Ben sizden, ücret talep etmiyorum; Benim talep ettiğim tek şey, ehl-i beyte muhabbet beslemenizdir,12 mânâsındaki ayeti indiriyordu. Demek ki mesele, karşılık beklemeden yürüme hassasiyeti gerektiren bir meseleydi. Muhataplar nezdinde önemsenmenin yolu da buradan geçiyordu. Aynı zamanda bu, açık arayan müşrik ve kâfir gruplara, isteklerine nail olabilecekleri zemini bırakmama mânâsına geliyordu. Zira istiğna, ne kadar çok olursa olsun dünya malından daha güçlü bir dinamizim demekti.13


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz

Dipnot:

  1. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/111 (12110)
  2. Daha sonra, Uhud gününde Hz. Hamza, hicretteki kardeşini kendisine mirasçı olarak vasiyet edecekti. Bkz. İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 3/226
  3. Zübeyr İbn Avvâm’ın kardeşi, bazı kaynaklarda Abdullah İbn Mes’ûd olarak da geçmektedir.
  4. Bu sırada Hz. Ca’fer İbn Ebî Tâlib, hâlâ Habeşistan’da bulunuyordu.
  5. Hz. Bilâl, Hz. Ömer’in oluşturduğu Divan’da kütüğü tespit edilirken, “Resûlullah’ın ilan ettiği kardeşlikten asla ayrılmam.” diyerek hicretteki kardeşi Ebû Reveyha ile adını birleştirecek ve bundan böyle Habeşlilerin adı hep, Has’amoğullarıyla birlikte anılacaktır. Zaten mezarı da, Şam’da Has’am mahallesindedir. Bkz. İbn Sa’d, Tabakât, 3/234
  6. Bkz. İbn Sa’d, Tabakât, 1/238
  7. Bkz. Haşir, 59/9
  8. Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/190, 271; İbn Sa’d, Tabakât, 3/126
  9. Bkz. Buhâri, Sahîh, 3/1378 (3569-3571); Müslim, Sahîh, 2/1042 (1428); İbn Sa’d, Tabakât, 3/126
  10. Bkz. Buhâri, Sahîh, 3/1378 (3571)
  11. Bkz. Hâkim, Müstedrek, 2/199 (4833); İbn Teymiye, Mecmûatu’l-Fetâvâ, 14/157
  12. Bkz. Şûrâ, 42/23
  13. Vâhidî, Esbâbü Nüzûli’l-Kur’ân, s. 389
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.