Hicret Diyarını Yurt Edinme Adına Muhacire Düşenler (2)
Medine’ye hicret buyurduğunda Allah Resûlü’nün yaptığı ilk işlerden biri de yeni hicret diyarını hemen yurt bellemesi, benimsemesi ve onu “harem/güvenli bölge” ilan etmesi olmuştur. O, bu uygulamasıyla şehre ve burada yaşayan farklı topluluklara sahip çıkacağı mesajını vermiş ve güven telkin etmişti. Hatta bunu Medine Anayasası olarak kabul edilen, şehirde yaşayan farklı topluluklarla yaptığı sözleşme metnine, “Medine, anlaşma tarafları için harem kılınmıştır.”1 diye bir madde olarak da kaydettirmişti. Efendimiz bir taraftan bu adımı atarken diğer taraftan bunun için, “Ey Allah’ım! Hz. İbrahim Mekke’yi harem kıldığı gibi ben de Medine’yi şu iki dağı arasıyla harem kılıyorum…”2 diyerek dua etmiş, dedesi İbrahim’in (aleyhisselam) isteğinin kabul gördüğü gibi Kendi duasının da kabulünü talep etmişti. Bu talebi Cenab-ı Hakk tarafından kabul edilmiş ve Medine, Müslüman için bir emniyet yurdu olmuştu.
Hicret Diyarı İçin Dua Edilmeli
Hicret diyarına sahip çıkılmasına işaret eden bir husus da Allah Resûlü’nün Medine için yaptığı dualardır. O, Kendisine kucak açan bu şehir ve halkına, daima sahip çıkarak hep vefalı davranmıştır. Bir taraftan fiili dualarıyla Medine’nin barışın, huzurun, kardeşliğin, bolluğun, emniyet ve güvenin yurdu haline gelmesi için mücadele ederken öte yandan bunu kavlî dualarıyla da desteklemiştir. Medine için yaptığı dualarda beş ayrı husus göze çarpmaktadır:
1. Hicret Diyarının Sevilmesi:
“Allahım! Bizlere -asıl vatanımız- Mekke’yi sevdirdiğin gibi hatta ondan daha fazla Medine’yi sevdir…” Efendimiz, bu duasıyla muhacirin, Allah için hicret ettiği beldeyi ve toplumu sevmezse orada kalamayacağına, entegre olmak istese de olamayacağına ve yarınlar adına hayırlı hizmetler ortaya koyamayacağına dikkat çekmiştir. O zaman hicret kadar önemli olan bir şey varsa o da gidilen yerleri ve oraların halkını sevmek; bunun için fiili gayret göstermek ve dua etmektir. Hatta bu sevginin, müminin asıl vatanından daha fazlası olması istenmelidir. Aksi takdirde bir iman ve heyecanla başlayan hicretler, sevgisizlik sonucunda kendisinden beklenilen neticeleri vermeyecektir. Bundan dolayıdır ki Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) her vesileyle hicret yurdu olan Medine’ye sevgisini izhar etmiş ve bu konuda bütün muhacirlere örnek olmuştur. Nitekim bu sevgisinin bir yansıması olarak seferden dönerken, Medine’ye yaklaştıkça kervanı daha da hızlandırır, bineğinin üzerinde ise bir an önce kavuşmak için onu tahrik ederdi.3
2. Yerel Halk Tarafından Sevilme
“Allahım! Bizi buranın halkına ve bu bölgenin salih insanlarına sevdir.” Efendimiz, bu duasıyla hicret diyarını sevmenin yanında yerel halk tarafından da sevilmenin hicretin kalıcı olması ve meyve vermesi adına önemine işaret etmektedir. Duasında “salih insanları” ayrıca zikretmesi, hicret yurdunda toplumun ileri gelenleri tarafından sevilme ve kabul görmenin de çok ehemmiyetli olduğuna vurgu yapmaktadır. Zira o toplumun kamuoyunu belirleyen ve yönlendiren kanaat önderlerinin, eylem ve söylemleri muhacirlerin işlerini ve yerel halkla ilişkisini kolaylaştıracaktır.
3. Hicret Yurdunun Bereket Bulması
“Allahım! Bu beldeyi bizim için mübarek kıl.” Efendimiz, üç kere tekrar ettiği bu duasıyla hicret diyarının, bütün insanlık için maddi manevi bereketli bir belde kılınmasını talep etmiştir. Ardından da “Allahım! Buranın yeşillikleri ve meyveleriyle bizi rızıklandır.”4 diyerek yukardaki genel bereket talebini daha da açmış ve halkın temel geçim kaynaklarının bollaşmasını istemiştir. Sadece bunlarla yetinmemiş ve daha da açık olarak hicret yurdu Medine’nin ticaret ve ziraatının bereketlenmesi için “Ya Rabbi! Sa’ ve Müdd ile ölçülen rızıklarımızda bizim için bereket ihsan eyle.” 5 diye niyazda bulunmuştur. Hatta Medine’ye yaptığı bu bereket duasının Mekke’ye verilenin iki katı olmasını da ayrıca talep etmiştir.6
Aslında bunlar, hem bir dua hem bir teşvik ve hem de Medine’nin, bölgenin ticarî ve ziraî bir merkezi haline gelmesi için Ensar ve Muhacirin önlerine konulmuş bir hedefti. Zira onların, ciftçi ve tüccar olarak iktisadi hayatta yer almaları, hem şehir ekonomisinin gelişmesi hem de Muhacirlerin topluma katkıda bulunarak entegre olması adına önemliydi. Bunun için Allah Resûlü’nden böyle bir bereket duası duymaları da onları motive etmiş ve tereddüt yaşamadan pazarın ve tarlanın yolunu tutmuşlardı. Zaten Kur’ân da muhacire, “Kim Allah yolunda hicret ederse dünyada gidecek çok yer, genişlik ve bolluk bulur…”7 buyurarak başlı başına hicretin mümine bereket kapılarını açabileceğini vadediyordu. Sadece bu va’din gerçekleşmesi için işe nereden başlayacaklarını bilmeleri ve fiili duaya teşebbüs etmeleri gerekiyordu. Onu da öğrenmiş ve yapmışlardı. Nitekim, sönük bir pazar olan Medine çarsısı, ticaret erbabı olan Muhacirlerin girmesi, tecrübe ve birikimlerini ortaya koymasıyla kısa zamanda bölgenin en canlı pazarlarından biri haline gelmişti.
4. Hicret Yurdunun İklim Şartlarının İyileşmesi
“Ey Rabbim! Medine’nin havasını bizim için tashih edip hastalıklardan salim kıl.” Muhacirler, Mekke’de alışık oldukları iklim ve hava şartlarından çok farklı bir ortama geldikleri için zorlanıyorlardı. Nitekim Hz. Ebû Bekir ve Hz. Bilal, Medine’nin havasına alışamamış ve bundan dolayı ağır bir hastalığa yakalanmışlar; Mekke’nin havasını sayıklamaya başlamışlardı. Bu problemi gören Efendimiz, Muhacirlerin Medine’ye uyum sağlamaları için ellerini açmış ve hava şartlarının daha mutedil bir hal alması için yukardaki duasını yapmıştı. Günümüzde de Muhacirler, göç ettikleri diyarlarda ülkelerinde alışageldikleri iklim şartlarından farklı bir ortamla karşılaşabilirler. Bundan dolayı ortama intibak sağlamada zorlanabilir hatta değişik hastalıklara maruz kalabilirler. Dolayısıyla göç edilen yerlerin iklim ve havasından şikâyet etme yerine ortamı daha yaşanabilir bir yer haline getirme adına kavli ve fiili dua edilmesi gerektiği bu hadisten açıkça anlaşılmaktadır. Efendimiz’in Medine’nin tabii dokusunun korunması ve zenginleştirilmesi adına verdiği talimatlar, bu çerçevede değerlendirilebilir.
5. Hicret Yurdundaki Salgın Hastalıkların Giderilmesi
“Rabbim! Medine’de yaygın olan humma ve sıtma hastalığını Cuhfe’ye naklet!”8
Mekkeli Müslümanların, hicret ettiklerinde Medine’de karşılaştıkları ve oraya uyum sağlamalarını zorlaştıran bir problem de şehirde sık sık kendisini gösteren humma ve sıtma hastalığıydı. Allah Resûlü, bir taraftan hijyen adına kirli su kanallarını ve kuyularını kullanmama, ağzı açık kalmış kaplardaki sulardan istifade etmeme, el, ağız ve vücut temizliğine dikkat etme gibi düzenlemeler yaparken diğer taraftan bu hastalıkların hava şartlarından dolayı yaşayamayacağı bir yer olan Cuhfe bölgesine intikal ettirilmesini Rabbinden istemişti. Dolayısıyla hicret edilen yerlerde bazı farklı hastalık ve olumsuz ortamlar bulunabilir. Yapılması gereken hicret yurdunu kınama değil olumsuzlukların giderilmesi, hastalıkların tedavisi ve ortamın daha da iyileştirilmesi adına kavli-fiili dualarda bulunulması ve bu istikamette projeler geliştirilmesidir. Bunlar gerçekleştirilirse zamanla müspet sonuçlar alınır ve insan, emek verdiği bu coğrafyaya kendini ait hisseder.
Mesela Hz. Osman, Efendimiz’in de yönlendirmesiyle suyu temiz ve bol bir kuyuya önce ortak olmuş sonra da kuyuyu tamamen satın alıp halkın kullanımına sunmuştur. Halbuki o güne kadar yerel halktan imkanı olanlar içme suyunu parayla satın almakta imkanı olmayanlar da kirli sulardan içmekte, hasta olmakta ve bu hastalıklar toplum içinde yayılmaktaydı. Bir muhacir olarak Hz. Osman, kendisine ve diğer muhacirlere sahip çıkan Ensar’ın neredeyse bir asırlık su problemini kısa sürede çözmüş ve bununla da muhacirlerin yerel halk tarafından benimsenmesine katkıda bulunmuştur.
Hicret Yurdunun Sıkıntılarına Katlanma
Bütün bunların yanında Muhacirler gittikleri yerlerde daha farklı sıkıntılarla da karşılaşabilirler. Dünya hayatı, nimetleri ve yokluklarıyla her yönüyle bir imtihandır. Allah Resûlü ve muhacir ashabı da ciddi zorluklarla ve imtihanlarla karşılaşmış; maddi-manevi birçok yokluklar çekmişlerdi. Fakat bu sıkıntıları, sabır içinde şükürle karşılayarak hicretlerini kalıcı kılmayı başarmış ve her yönüyle kazanmışlardı. Zira Allah Resûlü onlara şu müjdeyi vermişti: “Medine’nin sıkıntılarına ve zorluklarına sabreden ümmetime, kıyamet gününde şefaatçi ve -salih amellerinin- şahiti olurum.”9
Sonuç
Dolayısıyla hicret edilen beldelerdeki olumsuzluklar karşısında şikâyet değil onlarla mücadele esas alınmalıdır. Maddi-manevi ya da iktisadi, sosyal ve ahlaki sıkıntılar karşısında içinde yaşanılan toplumla omuz omuza vererek birlikte mücadele edilmelidir. Hicret ibadetini, yaşanılan sıkıntılar ya da olumsuzluklar bozmamalıdır. Hicret ülkesini evrensel insanî değer ve güzelliklerin bahçesi haline getirme gayretinde olunmalıdır. Bu anlamda Allah Resûlü, “Evimle minberim arası cennet bahçelerinden bir bahçedir.”10 buyurarak inananlara hanelerinden başlayarak yaşadıkları mekanları cennetlere çevirme hedefini vermiştir. Asıl vazife budur yoksa bol bol şikayetle muhacirlerin hicret yurduna katacakları güzellikleri, orayı yurt bellemelerini sağlayacak hizmetleri ve onları kucaklayan topluma kazandıracakları değerleri olmayacaktır. Kısaca:
- Öncelikle bilinmelidir ki Allah Resûlü bu hamleleri yaparken Medine’nin toplam nüfusu 10.000 bindi. Bunların 4.000’i ehl-i kitap kalanı ise müşrik Araplardı. Müslümanların sayısı ise yaklaşık 300 kişiydi.
- Kendini bir topluma/bir yere ait olarak hissetmeyen kimse, içinde “değersizlik” duygusu geliştirir ve buna bağlı “dışlanmışlık” hislerine kapılır. İşte Allah Resûlü, daha işin başında muhacirlerin bu tür duygulara kapılıp psiko-sosyal sıkıntılar yaşamamaları adına muahat projesiyle, meseleyi çok kolay ve pratik bir şekilde çözerken ictimaî bir ruh oluşturmuş, bununla entegarasyonu da hızlandırmıştır.
- Hiç bir Peygamber hicret ettiği belde ve topluma yük olmamış bilakis büyük bir mesuliyet şuuruyla omuzlarına yük almış vazifelendirildikleri topluma severek katılmışlardır. Allah Resûlü daha Medine’ye hicret etmeden önce Ensarın, “Başarılı olursan, bizi bırakıp Mekke’ye geri dönecek misin?” sorusuna “Hayır! Artık Ben sizdenim siz de bendensiniz. Kanım, kanınızladır!” buyurarak, aidiyetini en üst perdeden seslendirmiştir.
- Allah Resûlü, hicret yurdunu sahiplenme ve oraya verdiği değerle, muhacirlerde bu şehre ve topluma aidiyet duygularını da geliştirmiş bununla uyumun yolunu açmış ve onları çok hızlı bir şekilde yerelleştirmiştir.
- Bu duygu onlarda hızlı bir şekilde geliştirelemeseydi, muhacirler kalıcı olmayı düşünmeyecek ve kendilerini güvende hissetmeyeceklerdi. Dolayısıyla hicret de sürdürülemeyecek ve netice veremeyecekti. Zira insan, kendisini emniyette bulmadığı ve gelecek görmediği bir yerde yatırıma girmez.
- Yabancı bir diyara hicret edenleri bekleyen önemli bir problem de, yalnızlık sorunudur. Bu duygunun panzehiri ise Allah ile irtibatın yanında içinde yaşanılan topluma aidiyet hissi, komşuluk, dostluk, arkadaşlık ve kardeşlik bağları gibi sosyal ilişkiler ağıdır. Bu sayede muhacir, her türlü endişeden sıyrılacak ve hicret yurdunu bir güven beldesi olarak benimseyecektir.
- Muhacirler, sahip oldukları donanımı ve tecrübeyi, hicret ettikleri yerlerdeki mevcut problemlerin çözümünde kullanırlarsa yerel halk tarafından daha fazla sevilir ve kabul görürler. Bu da muhacirlere, hedef ve hayallerini gerçekleştirme noktasında onların da desteğini yanlarına alma ve hatta birlikte hareket etme fırsatını sunar. Böylece o toplumla kaynaşma imkanları elde edilir.
- Bulunduğu ülkeye aidiyet ve vafa duyguları gelişmeyen bir kimse toplumdan kopuk yaşayacak ve çöle düşen bir damla gibi buharlaşıp gidecektir. Toplumla bütünleşince manen daha da zenginleşecek ve kendisine gelen güvenle fert olmaktan çıkacak tek başına adeta bir topluma dönüşecektir. Bu hususta Kur’ân, “Gerçekten İbrahim hak dine yönelen, Allah’a itaat üzere bulunan tek başına bir ümmet/ bir toplumdu..”11 buyurarak iç içe bir çok hicretler yaşayan Hz. İbrahim’i (aleyhisselam) önümüze örnek olarak koymaktadır.
- Muhacir çocuk ve gençler, yetişkinleri seyredecek ve onlarda gördükleri aidiyet, sadakat ve vefa duyguları üzerinden kendi şahsiyetlerini geliştireceklerdir. Anne ve babasının hicret yurdunu benimsediğini gören bir genç, kendisini daha huzurlu ve rahat hissedecek; mücadele azmi bilenecek ve yeni yurdunda daha güzel bir gelecek kurabileceğini inanacaktır.
- Allah Resûlü’nün Medine’de ilk eğitim müessesesi olarak bilinen Mescidin arka kısmındaki “Suffe” bölümü aslında imkânı olmayan muhacirlerin misafir edildiği bir mekandı. Zaman içerisinde Efendimiz, bu kampı, bir eğitim-öğretim kurumuna dönüştürdü. Dolayısıyla hicrette ve kamplarda zor şartlar altında dahi olunsa geçirilen zaman eğitim-öğretim adına rantabl değerlendirilmeli, ilmin değişik sahalarında yer edinip toplumda üreten ve düşünen insanlar olarak kabul görmeye gayret edilmelidir.
- Muhacir, hicret diyarındaki olumsuzlukları gündeme getirerek tenkitle işe başlamamalı, hareketini varolan güzelliklerin üzerine bina etmelidir. Enerjisini, sahip olduğu değer ve güzellikleri, topluma kazandırma adına kullanmalıdır. Mümine “benlik” ya da “kendini temize çıkarmak” yakışmaz. O, hicret ülkesine karşı geliştirdiği aidiyet duygusuyla, ben merkezci bir anlayıştan çıkar ve o toplumla “Biz” olur. Bu anlayış onda, içtimaî şuuru geliştirir ve kendini o topluma karşı münekkid değil mesuliyet sahibi yapar. Artık o, içinde yaşadığı toplumun bir parçası olarak hem alıcı hem de vericidir. Vazifesi şikayet değil içinde yaşadığı coğrafyanın maddi-manevi birer cennet köşesine çevirme gayretidir.
Yazar: Dr. Selim Koç
Dipnot:
- İbn-i Hişâm, Sîre 2/114
- Buhârî, Fedâilu’l-Medine 6; Müslim, Hac 462 (1365)
- Buhârî, Umre 17; Tirmizî, Daavât 44
- Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, XI/294
- Müdd, bir ölçü birimidir. 1 müdd, 832 gramdır. Sa’ ise dört Müdde denktir. Yani 1 sa’, 3.328 gramdır.
- Bkz. Buhârî, Buyu’ 53; İ’tisam 16; Müslim, Hac 465 (1368); Tirmizî, Daavât 55 (3454)
- Nisa Sûresi 4/100
- Buharî, Fedailu’l-Medine 11; Menâkıbu’l-Ensâr 46; Müslim, Hac 480; Hz. Âişe validemiz, Peygamberimizin bu duasının zaman içinde kabul olduğunu ve Medine’nin havasının güzelleştiğini, sularının tatlılaştığını ve hastalıkların da azaldığını belirtmektedir.
- Müslim, Hac 484; Tirmizî, Menâkıb 126
- Buharî, Fadlu’s-Salât 5; Müslim, Hac 502 (1392); Tirmizî, Menâkıb 126
- Nahl Sûresi 16/120
Yoruma kapalı.