Hayber’den ayrılış ve Medine’ye yöneliş
Hayber’den Ayrılış
Artık Hayber’in işi bitmişti; yaklaşık iki ay süren kuşatma ve savaşın ardından yirmi sekiz kişi şehit olmuş, buna karşılık Hayber savaşçılarından doksan üç kişi öldürülmüşü. Takvimler, Cemâziyelâhir ayını gösteriyordu.
Hayber’deki işler yoluna koyulduğuna göre artık vakit, ayrılık vaktiydi ve Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de, ashâbıyla birlikte Hayber’den hareket etti. Vâdi’l-Kurâ’ya doğru ilerliyordu; zira burada bulunan Vâdi’l-Kurâ ve Teymâ Yahudileri, Hayberliler gibi Benî Kurayzalıların cezalandırılmaları üzerine ittifak etmiş ve Medine’ye bir saldırı durumunda birlikte hareket kararı almışlardı.
Güneşin batımına yakın Vâdi’l-Kurâ’ya gelinmişti ve Allah Resûlü, ilk olarak onları İslâm’a davet etti. Ancak onlar, bu dilden anlamaya pek niyetli değillerdi ve davete ok yağmuruyla cevap verdiler. Bunun üzerine Efendiler Efendisi de, onlarla anladıkları dilden konuşmak için ashâbını savaşa hazırladı; sancak Sa’d İbn Ubâde’ye verilmiş ve ashâb-ı kirâm savaş düzenine girmişti.
Buna rağmen Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bir kez daha onlara seslenecek ve yeniden İslâm’a davet edecekti. Bu daveti kabullendikleri taktirde mal ve canlarını güvenlik içine almış olacaklarını bildiriyor, kalplerinde taşıyıp durduklarının hesabını ise Allah’a vereceklerini hatırlatıyordu.
Yine kabullenmemişlerdi ve sırasıyla kahramanlarını çıkarmaya başladılar; onları Zübeyr İbn Avvâm, Ebû Dücâne ve Hz. Ali gibi sahabîler karşılıyordu! Ortaya çıkıp da meydan okuyan her bir kahramanın ölümünden sonra Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) davetini yeniliyor ve daha fazla kan dökülmeden teslim olmaya çağırıyordu.
O gün tam on bir adamları öldürülmüştü ama Vâdi’l-Kurâ ehli bir türlü teslime yanaşmıyordu. Namaz vakitleri geldiğinde Efendimiz ashâbıyla birlikte vazifelerini eda ediyor ve yeniden onları İslâm’a davet ediyordu.
Bugünlerden birinde, Rifâa İbn Zeyd’in Efendimiz’e hediye ettiği Mid’am ismindeki siyâhî bir köleye de ok isabet ederek onu öldürmüştü. Bunun üzerine ashâb, gıpta ile:
– Ne mutlu ona; Cennet’e gitti, diyorlardı. Bunu duyan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), tepki verdi:
– Hayır, diyordu. “Nefsim, yed-i kudretinde olana yemin olsun ki şu anda o, henüz taksimat yapılmadan önce Hayber’den aldığı geniş bir örtünün içinde alev alev yanmaktadır!”
Yürekleri ağza getiren ifadelerdi bunlar; Resûlullah’ın develerine bakım yapıp ihtiyaçlarını gideren ve Allah Resûlü’ne hizmet eden bir şahsın, er meydanında şehit oluşu bile, onun Cehennem alevlerinden kurtuluşuna yetmiyordu!
Demek ki İslâm’ı yaşamak, kıldan ince bir hassasiyet gerektiriyordu ve Allah Resûlü’nün bu ifadelerinden sonra bir başka sahabî, yüzünün rengi solmuş vaziyette huzura geldi; sanki kolu ve kanadı kırılmıştı. Elinde, bir ucundan tuttuğu ayakkabı derisi vardı; o da bunu, henüz ganimetler taksim edilmeden önce Hayber’den almıştı. Önce onu Resûlullah’a uzattı; korkudan rengi atmış, Allah Resûlü’nün vereceği tepkiyi bekliyordu. Nihâyet Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Cehennem’den bir veya iki ayakkabılık bir deri, buyurdu. Hayber’e sefer başladığı günden bu yana gelişmeleri takip eden ashâb-ı kirâm, örneklerinden hareketle Allah Resûlü’nün verdiği tepkileri müşahede ediyor olmanın hassasiyetiyle birbirlerine bakıyor ve aralarında, din adına bundan böyle çok daha titiz davranılması gerektiğini konuşuyorlardı. Zira bugünün yarını da vardı ve yarın Hak divanında bunların teker teker hesabı verilecekti!
Artık sona yaklaşılmıştı; yine bir cumartesi günüydü. Vâdi’l-Kurâ’ya gelişlerinin dördüncü günüydü ve Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), kuşatmayı daha da daraltarak yeni bir hücum başlatacaktı. Güneş ışıklarının yükselişiyle birlikte başlayan bu kuşatma, Vâdi’l-Kurâ için son kuşatmaydı ve çaresiz teslim oldular.
O gün, Vâdi’l-Kurâ’dan elde edilen ganimetler de beşe bölündü ve bunların beşte dördü ashâb arasında paylaştırıldı. Hayberlilerle olduğu gibi Vâdi’l-Kurâ ehline da aynı haklar tanınmış ve toprakları işleme ve elde ettikleri gelirin yarısını Medine’ye gönderme karşılığında yurtlarında kalmalarına müsaade edilmişti. Vali olarak da başlarına Amr İbn Saîd tayin edilmişti.
Medine’ye Yöneliş
Artık Allah Resûlü, uzun zamandır ayrı kaldığı Medine’ye yönelmiş, gece gündüz demeden yol alıyordu. O kadar ki geceleri de yola devam ediyor ve çok az mola veriyordu. Ashâb da çok yorulmuştu; derken gece yarısının geride kaldığı bir sırada mola verilmişti. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbına döndü ve:
– Aranızda bizi sabah namazına kaldıracak, uyumayacak salih bir adam yok mu? Belki uyuyakalırız, diye seslenmeye başladı. Bu yorgunlukla yatıldığı zaman kalkmak zor olabilirdi ve Efendiler Efendisi, namazlarının geçmemesi için ekstradan tedbir almak istiyordu. Bunun üzerine Hz. Bilâl:
– Yâ Resûlallah, diye seslendi. “Ben, Seni namaza kaldırırım!”
Artık herkes rahatlıkla dinlenebilirdi ve öyle de yaptılar.
Allah Resûlü’nün ordusunu sabah namazına kaldırma görevini gönüllü üstlenen Hz. Bilâl ise, gecenin karanlığını daha aydın kılabilmek için namaza durdu. Rabbine yönelmiş nafile namaz kılıyordu! Bir müddet böylece devam etti. Ancak ilerleyen zaman, onun üzerinde de yorgunluğun ağırlığını artırıyordu. Derken biraz dinlenmek maksadıyla devesine yaslanıp oturmayı denedi; oturduğu yerden sabah namazının vaktinin girmesini bekliyordu!
Resûlullah yerinden fırlayıp da kalktığında, ashâbının hepsini uyurken gördü. Güneşin ışıkları yüzlerini ısıtmaya başlamıştı ama onlar, yorgunluktan hâlâ uyanacak gibi gözükmüyordu. Gözleri, Hz. Bilâl’i aradı; o da devesine yaslanmış ve oturduğu yerde uyuyakalmıştı!
– Sen bize ne yaptın ey Bilâl, diye seslendi. Efendiler Efendisi’nin kadifeden daha yumuşak ses tonuyla yerinden fırlayan Bilâl-i Habeşî, zaten bin pişmandı; ne olursa olsun yere oturmayacaktı! Ancak olan olmuştu ve olmuşu geri getirmenin imkânı yoktu.
Bu arada ashâb-ı kirâm da uyanmıştı ve her birisinin üzerinde, farz bir namazı geçirmiş olmanın üzüntüsü vardı. Nasıl olur da bir mü’min, Allah’ın kendisine farz kıldığı bir namazı kılmadan zamanını geçirebilirdi! Hepsi bir olmuş, nöbete gönüllü rıza gösterdiği hâlde uyuyakalan Hz. Bilâl’i çekiştiriyorlardı!1
Onlar üzüntü içinde düşünedursun kader hükmünü icra ediyordu; Allah (celle celâluhû), namazlarını kaçırmada bile ümmet-i Muhammed’e olan rahmetinden bir kapı aralıyor ve bundan sonra aynı konumda kalanların nasıl davranacaklarına dair Resûlullah’ın şahsında her bir mü’mine yol gösteriyordu. Önce:
– Burası, şeytanların eğleştiği bir vadidir, buyurarak hareket emri verdi ve o bölgeyi terk etti Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem). Ardından yeni konakladığı yerde abdest alıp Hz. Bilâl’e ezan okumasını emretti. Ashâb-ı kirâm da abdest almış, namaza hazırlanmışlardı. Ashâbına, sabah namazlarının sünnetini de kılmalarını söylüyordu.
Derken yine cemaat yapıldı ve Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) önlerinde imam olarak sabah namazlarını kılmaya başladılar. Namaz bittikten sonra ashâbına dönen Efendiler Efendisi, şunları söyledi:
– Hepimizin ruhu, Allah’ın yed-i kudretindedir; isterse onu tutar ve alıkoyar! Buna en çok layık olan da, şüphesiz O’dur. Öyleyse sizler, namazı unuttuğunuzda, hatırlar hatırlamaz onu hemen kılın! Çünkü Allah (celle celâluhû), “Beni anmak için namazı eda et” diye buyurmakta ve bunu emretmektedir.2
Ashâbın üzerinde, Hayber’de elde edilen zaferin neşesi ve aylardır ayrı kaldıkları Medine’ye kavuşmanın da sevinci vardı. Medine’ye yaklaştıklarında dağ taş tekbir sesleriyle inliyordu; Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bu hâli de değerlendirecek ve:
– Sessiz olun, buyuracaktı. “Zira sizler, ne sizden uzak olana ne de sesinizi duymayana dua edip sesleniyorsunuz; sizin dua edip de kendisine yöneldiğiniz Allah (celle celâluhû), her şeyi duyan ve hepinize en yakın olandır; zira O (celle celâluhû), her an sizinle beraberdir!”
Bunları söyledikten sonra Allah Resûlü, arkasında oturan Ebû Mûsa el-Eş’arî’ye dönecek ve:
– Ey Abdullah İbn Kays, diye seslenecekti. Belli ki bir şeyler söyleyecekti ve Ebû Mûsa:
– Annem-babam Sana feda olsun; buyur yâ Resûlallah, diye mukabelede bulundu Allah Resûlü’ne. Bunun üzerine:
– Sana, Cennet’in hazinesi olan kelimenin ne olduğunu söyleyeyim mi, diye sordu. Belli ki, dikkatlerin iyice yoğunlaşmasını istiyordu. Ebû Mûsa:
– Elbette söyle; anam-babam Sana feda olsun, deyince de:
– Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh, dedi.
Allah Resûlü’nden bunu duyan ashâb-ı kirâm da, artık tekbir getirmeyi bırakmış Cennet’in hazinesi olarak öğrendikleri bu cümleyi tekrar ediyordu.
Gecenin bir vaktinde Cürf denilen yere kadar gelmişlerdi; ashâbına döndü ve acele edip de gecenin karanlığında evlerine gitmemelerini söyledi.
Medine’ye girmeden önce onları, uzaktan Uhud selamlamıştı; o gün Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbından yetmiş tanesine ev sahipliği yapan Uhud’a nazar ederek ashâbına şunları söyledi:
– Bu, öyle bir dağ ki, biz onu severiz, o da bizi!
Uhud’u, ashâb-ı Uhud’a anlatıyordu; belli ki insanların gönlünde Uhud’a karşı en küçük bir olumsuzluğun olmasını istemiyordu; zaten olumsuzluklar çoktan geride kalmıştı ve bundan böyle, yürek yakan acılar yerine mahz-ı lezzet olan hatıralar yâd edilmeliydi! Sonra da mübarek ellerini kaldırıp Rabbine yönelmişti:
– Allah’ım, diyordu. “Ben, Medine’nin şu iki taşlığı arasındaki şeyleri haram ve dokunulmaz kıldım!”
Medine’ye girerken de:
– Bizler, günahlarımızdan tevbe edip Rabbimize kullukta bulunarak, secde ve hamd edip Rabbimize yönelerek geri geliyoruz, diyordu. O’nun bu ifadelerini duyan ashâb da, aynı şeyleri tekrar etmeye başlamış ve Medine’ye ulaşıncaya kadar da bunları dillerinden düşürmemişti.
Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ isimli kitabından alınmıştır.