Has dairenin gözü yaşlı müdâvimleri

253

Ganimet taksimin yankıları dalga dalga Ci’râne’de dolaşıyordu; hatta Ensâr’dan biri, Efendimiz’in yaptığı bu taksimi kastederek:

– Bu, adalet gözetilmeyen bir taksimattır ve bunda, Allah’ın rızası da gözetilmemiştir, demişti. Bunu duyan İbn Mes’ûd:

– Vallahi de bu sözü Resûlullah’a ulaştıracağım, diyerek bir çırpıda huzura gelmiş ve durumdan Allah Resûlü’nü haberdar etmişti. Resûlullah çok üzülmüştü; yüzünün rengi kaçmış ve âdeta damarlarındaki kan çekilir gibi olmuştu! Etrafına dönüp:

– Allah ve Resûlü de adil olmayacaksa kim adil davranabilir ki, buyurdu. Ardından da ilave etti:

– Allah (celle celâluhû) Musâ’ya merhamet buyursun! O, bunlardan daha fazlasına maruz kalmıştı da hep sabırla karşılık vermişti!

Bütün bunlar yaşanırken bazı insanlar kenara çekilmiş, olup bitenlere bir anlam vermeye çalışıyorlardı. Bir aralık Sa’d İbn Ebî Vakkâs Efendimiz’e yaklaşarak:

– Yâ Resûlallah, dedi. “Uyeyne İbn Hısn ve Akra’ İbn Hâbis’e yüzer deve verirken Cuayl İbn Sürâka’ya niye vermedin?”

Aklına takılanı gündeme getiriyor ve bu sorusuyla o, işin hikmet boyutunu öğrenmek istiyordu; onun için Sa’d İbn Ebî Vakkâs’a dönen Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), şunları söyleyecekti:

– Muhammed’in nefsi yed-i kudretinde olana yemin ederim ki Cuayl İbn Sürâka; Uyeyne İbn Hısn ve Akra’ İbn Hâbis gibi yeryüzü dolusunca insandan daha hayırlıdır. Ben, Müslüman olsunlar diye, onların gönüllerini almak için verdim! Cuayl İbn Sürâka’yı ise, sağlam Müslümanlığına havale ettim! Öyle ki, ondan başkası Bana daha sevimli olduğu hâlde birisine Ben, Allah’ın onu yüzü üstüne Cehennem’e atmasından endişe ettiğim için daha fazla cemilede bulunur ve ganimetten pay veririm!

Demek ki Efendimiz’in onlara ganimetten vermesi, kalplerindeki iman duygusunu canlandırma, Müslümanlığa gelişlerini hızlandırma, onların şahsında kabilelerindeki insanların da gönüllerini alma, bazıları itibariyle şerlerinden emin olma arzusundan kaynaklanıyordu. Öyleyse bir insana ganimetten çok pay verilmesi, o insanı Allah Resûlü’nün daha çok sevdiği veya onun din adına daha faydalı işler yaptığı anlamına gelmiyor, belki gelecek itibariyle daha sevimli ve din adına daha faydalı işler yapacak insanları kazanmak için bazılarına önceden verilen bir avans manası taşıyordu!

Ancak herkes, Sa’d İbn Ebî Vakkâs kadar yakın değildi ve henüz işin gerçek boyutunu kavrayamamıştı; onun için aralarında oturmuş şunları konuşuyorlardı:

– Allah (celle celâluhû), Resûlullah’a mağfiret buyursun; gerçekten de bu garip bir iş! Baksanıza, henüz hürriyetlerini yeni kazanmışlarla muhâcirîne veriyor da, kılıçlarımızdan onların kanı damladığı hâlde bize bir şey vermiyor! Ortalıkta riskli bir durum olduğunda öne çıkarılanlar bizler iken sıra ganimetin paylaştırılmasına gelince onlar el üstünde tutulup onlara veriliyor! Keşke bu durumun kimden ve nereden kaynaklandığını bir bilebilseydik; şâyet bu, Allah’ın emrettiği bir durum ise dişimizi sıkar ve sabreder, Resûlullah’ın şahsî bir görüşü ise durumu O’na arz edip hoşnutsuzluğumuzu bildirirdik!

Bu arada bilhassa gençlerden bazıları, işlerin yolunda gittiği dönemlerde kendilerinin göz ardı edilerek başkalarının tercih edildiğini söylemiş ve durumun Resûlullah’a arz edilerek hoşnutsuzluğun bildirilmesi gerektiğini söylemişlerdi. Zahire bakınca söylenilenlerin haklı olduğu zehabına kapılıyorlar ve mesele, Allah Resûlü’nün icraatlarını tenkit noktasına doğru gidiyordu!

Bütün bunlar birer fitneydi ve bünye içinde yaşanan bu hastalıktan Allah Resûlü’nün haberdar edilmesi gerekiyordu. Gelişmelerden rahatsızlık duyan Sa’d İbn Ubâde, soluğu Sultanlar Sultanı’nın yanında almıştı:

– Yâ Resûlallah, diyordu. “Ensâr içinde bir kısım insanlar, içlerinde Sana karşı bir kırgınlık ve dargınlık duymaktadır!”

Hz. Sa’d’ı dinleyen Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Hangi konuda, diye sorunca da:

– Şu ganimetleri taksim ederken, kendi kavmin ve diğer Arap kabileleri arasında onları dağıtıp da, onlara bundan hiçbir şey vermemen sebebiyle, diye cevapladı. Memnuniyetsizliğin gerekçesini öğrenir öğrenmez Efendiler Efendisi:

– Peki bu konuda sen ne düşünüyorsun, diye sordu Hz. Sa’d’a. Mahcup bir eda ile:

– Kavmim arasında ben, sadece bir insanım, diyordu Hz. Sa’d. Anlaşılan Hz. Sa’d’ın da anlayamadığı bir husustu bu ve o da farklı düşünmüyordu! Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ona:

– Öyleyse hemen kavmini şurada topla ve herkes gelince de Bana haber ver, diye emir buyurdu. Artık Hz. Sa’d dışarı çıkmış, gözüne ilişen her Ensâr’ı tarif edilen yere toplamaya çalışıyordu. Nihâyet herkes gelip de Ensâr bir araya toplanınca, gidip durumu Allah Resûlü’ne haber verdi. O da (sallallahu aleyhi ve sellem) gelmişti:

– Aranızda sizden başkaları da var mı, diye sordu önce.

– Hayır, yâ Resûlallah! Sadece kız kardeşimizin oğulları var, diyorlardı. Bunun üzerine O (sallallahu aleyhi ve sellem):

– Kız kardeşin oğlu, o kabileden sayılır, buyurdu.

Çok doluydu; belli ki kulağına kadar ulaşanlara oldukça üzülmüştü! Sanki yüzünde, dizinin dibinde sekiz yıldır yetişen cemaatinden hiç beklemediği bir tepkiyi görmüş olmanın hüznü vardı! Bugüne kadar ölümüne kapılarını aralayıp O’nu korumak için seve seve canını veren bir cemaatin, dünya nimetlerinin paylaşımı söz konusu olduğu bir yerde verdiği bu tepkiye çok üzülmüştü! Hiç ummadığı bir tepkiydi bu! Davasını yarınlara taşıyacak olanlarla özel görüşmeyi de zaten bunun için istemişti; şimdi ise onlarla aynı kubbenin altında buluşmuş, harîmde olanlarla o ölçüde bir mükâleme yapmak üzereydi! Önce Allah’a hamd edip senâda bulunduktan sonra:

– Ey Ensâr topluluğu, diye başladı sözlerine. “Ben size geldiğimde her biriniz dalâlette bocalıyor iken Allah (celle celâluhû), Benim vesilemle sizi hidâyete ulaştırmadı mı? Hepiniz fakr u zaruret içinde idiniz de Allah (celle celâluhû), Benim vesilemle sizi zengin kılmadı mı? Sizler birbirinize düşman iken Allah (celle celâluhû), kalplerinizi telif edip de aranızdaki düşmanlıkları yok etmedi mi?”

Deri kubbenin altında bulunan kimseden çıt çıkmıyordu; minnet dolu bu sözlere verilebilecek bir cevap olabilir miydi hiç! Derin sessizliği yine Resûlullah’ın şu sözleri bozdu:

– Ey Ensâr topluluğu! Bana cevap vermeyecek misiniz, diyordu. Cevap olarak:

– Sana ne söyleyebiliriz ki yâ Resûlallah, diyorlardı. “Sana nasıl cevap verelim? Bütün bu nimetler Allah’tandır ve hepsi de O’nun Resûlü sayesindedir!”

Bu bir kabuldü ama Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) için henüz yeterli bir cevap sayılmıyordu; onun için daha özele inecek ve onlara şunları söyleyecekti:

– Vallahi, isterseniz sizler, “Sen bize kovulmuş olarak geldin, biz Seni barındırdık! Sen bize muhtaç olarak geldin, biz Sana yardımcı olduk! Sen bize korku ve endişeyle geldin, bizler Sana sahip çıkıp güvenliğini sağladık! Sen bize terk edilmiş olarak geldin, bizler Sana destek verdik ve yine Sen bize yalanlanmış olarak geldin, bizler Seni tasdik ettik!” diye de söyleyebilirsiniz! Bu durumda hem doğruyu söylemiş, hem de Benim tarafımdan doğrulanmış olursunuz!

Boyunlarını bükmüş:

– Minnet Allah ve Resûlü’nedir, diyor başka bir şey söylemiyorlardı. Bu durumda Allah Resûlü onlara:

– Peki, öyleyse sizden Bana ulaşan sözler nedir, diye sordu. Yine sükût murakabesine dalmışlardı! Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ise, cevap bekliyordu ve aynı soruyu yeniden sordu:

– Peki, öyleyse sizden Bana ulaşan sözler nedir?

Durumun nezaketi adına yeni bir yanlışlık daha yapmaktan çekiniyorlardı; onun için gözler, önde gelenlere yöneldi; Resûlullah’a onların cevap vermesini istiyorlardı. Bunun üzerine Ensâr’ın önde gelenleri ileri çıkarak şunları söyleyebildiler:

– Bizim ileri gelenlerimize gelince onlar, asla böyle bir şey söylemediler! Bunu söyleyenler, sadece bıyığı yeni terlemiş olan gençlerimizdir; onlar da, “Allah (celle celâluhû), Resûlullah’a mağfiret buyursun; Kureyş’e veriyor da bizi kendi hâlimize bırakıyor!
Hâlbuki kılıçlarımızdan hâlâ onların kanı damlıyor!” demişlerdi!

Şimdi sıra, stratejiyi has dairede söylemeye gelmişti; Resûlullah, ganimetler konusunda neden böyle davrandığını anlatacak ve onların da kalbini kazanacaktı! Ensâr’ı kucaklayan bir tavırla hepsini süzen Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri şunları söylüyordu:

– Şüphesiz ki Kureyşliler, sıkıntılardan yeni kurtulmuş ve cahiliyye dönemini bırakıp da yeni gelmişlerdir; elbette Ben, onların içlerindeki kırgınlıkları düzeltip kalplerini İslâm’a ısındırmak istedim! Yoksa ey Ensâr topluluğu! Sizler, henüz yeni Müslüman olmuş bir kavme, kalplerini kazanmak için verdiğim dünyalıktan dolayı Bana kırılıp kötü duygular içine mi girdiniz? Hâlbuki Ben sizi, Allah’ın sizin için taksim buyurduğu İslâm’la baş başa bırakarak bunu yapmak istemiştim!

Ey Ensâr topluluğu! İnsanlar yurtlarına davar ve deve sürüleriyle dönerken sizler, evlerinize Resûlullah ile gitmeye ve yurdunuza O’nunla dönmeye razı değil misiniz? Vallahi de sizin kendisiyle birlikte geri döndüğünüz şey, onların birlikte gittiklerinden çok daha hayırlıdır! Nefsim yed-i kudretinde olana yemin ederim ki, bütün insanlar bir yola girse ve Ensâr da başka bir yol tutsa muhakkak ki Ben, hiç şüphesiz Ensâr’ın tuttuğu yolu tercih ederim! Zira sizler, has dairenin insanlarısınız; onlar ise henüz bu konumu ihraz edememiş kimseler! Benim için Ensâr, en seçkin ve en has insanlardır! Şâyet hicret olmasaydı Ben de Ensâr’dan bir fert olurdum! Allah’ım! Sen Ensâr’a merhamet buyur; onların evlatlarına da rahmetinle muamele et!

Bu kadar içten ve yüreklerini eriten cümleleri dinledikçe kalpleri rikkate gelip gözyaşı döken Ensâr:

– Bizler, taksim ve hisse olarak payımıza Allah ve Resûlü’nün düşmesine gönülden razıyız, diyorlardı. Üç kuruşluk dünya malı için Resûlullah’ı bu denli üzmüş olmaktan o kadar üzüntü duymuşlardı ki, ağlamaktan sakalları ıslanmış ve gözleri de kan çanağına dönmüştü!
Hatta o gün Efendimiz onlara, Bahreyn tarafından elde edilen bir ganimeti tahsis etmek isteyince tepki göstermiş ve:

– Senden sonra bizim, dünya nimetine ihtiyacımız yok, demişlerdi! Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara:

– Muhakkak ki sizler, Benden sonra da mal konusunda başkalarının size üstün tutulduğuna şahit olacaksınız; ancak sizler, havzımın başında Benimle buluşacağınız âna kadar dişinizi sıkıp sabredin, tavsiyesinde bulunacaktı!

Ganimetlerin müellefe-i kulûba dağıtılmasından sonra sıra, başlangıçtan beri Efendimiz’le birlikte omuz omuza çarpışan samimi insanların hisselerinin dağıtılmasına gelmişti. Eldeki koyun ve develerle askerlerin sayısı ortaya konulmuş ve neticede her bir piyadeye dört deve ile kırk koyun, süvari olanlara da on iki deve ile yüz yirmi koyun hisse düşmüştü. Savaşa birden fazla at ile katılanlar için ayrıca bir hisse hesap edilmemiş ve böylelikle ashâb-ı kirâm hazretleri, uzun bir bekleme döneminin ardından birer servet değerindeki mallarla geri dönmenin heyecanını yaşamaya başlamışlardı!

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.