Hanımlarının Allah Resûlü’yle (sas) Münasebeti
Yüce Yaratıcı’nın insanlığa en son rehber olarak gönderdiği Allah Resûlü’nün (s.a.s.) ve ailesinin hayatı, Müslümanlar için güzel misâllerle doludur. Bu güzel misâllerden biri de ezvâc-ı tâhirâtın Efendimiz’e (s.a.s.) karşı davranışlarıdır. Zira onları eğiten, yetiştiren, onlara hayatın her alanında nasıl davranılması gerektiğini öğreten bizzat Resûlullah’ın (s.a.s.) kendisidir. Kendisidir; zîrâ O’nun en yakın ve müdavim talebeleri, o kutlu hanenin sakinleri olan ezvâc-ı tâhirâttır. Bu makalede, Kur’ân-ı Kerîm’in, annelerimiz olarak takdim ettiği Resûlullah’ın (s.a.s.) eşlerinin, O’na karşı davranışları, münasebetleri ve O’nunla nasıl geçindikleri gibi hususlar ele alınacak, böylece mü’min kadınlar için, ideal bir eş olmanın mükemmel örnekleri sergilenmiş olacaktır.
1.Peygamber Efendimizin Eşleri, Resûlullah’ın (s.a.s.) Yakınlarına Her Türlü İyiliği Yaparlardı
Evlilik, sadece iki kişinin beraberliğini değil, en yakın ve dar daireden en uzak ve geniş daireye kadar pek çok insanın yakınlaşmasını, birbirleriyle akraba olmasını da temin eder. Eşlerin anne-babası, dayı, hala, teyze, onların çocukları… derken geniş bir aile meydana gelmiş olur. İşte bu geniş ailede her iki tarafın herhangi bir ayrıma gitmeden, birbirinin akrabasını kendi akrabası gibi bilmesi, saygı ve sevgi göstermesi gerekir. Günümüzde parçalanan evliliklere bakıldığında, bunun temel sebeplerinden birinin bu olduğu görülür. Hanım, eşinin baba ve annesini kendi öz baba ve annesi; bey de hanımının ebeveynini kendi baba ve annesi görmelidir. Böyle bir davranış, eşlerin birbirlerine karşı sevgi ve saygılarının bir belirtisi olduğu gibi bu sevgi ve saygının daha da artmasına bir vesiledir. Zira bir kişinin sevdiğinin sevdiği, o kişinin de dostu ve sevdiği konumundadır.
Bu konuda Allah Resûlü’nün (s.a.s.) vefalı eşi Hz. Hatice, Efendimiz’e (s.a.s.) sevgisini, O’nun yakınlarına gösterdiği iyiliklerle ortaya koymuş, O’nun hatırına akrabalarını da sevmiş, onların yardımlarına koşmuş ve onlara eşinden dolayı ayrı bir değer vermiştir.
Vefa insanı Allah Resûlü (s.a.s.), düğününe süt annesi Halime’yi de davet etmeyi unutmamıştı. Bu buluşmada Hz. Hatice kayın validesi konumunda bulunan Halime’ye oldukça fazla ilgi göstermişti. Hattâ düğünden sonra süt oğlu Muhammed’i (s.a.s.) görmeye geldiği zaman, Hz. Hatice ona çok sayıda dişi deve hediye etmişti. Bu yüzden, yaşlı kadın yuvasına minnet ve şükran duyguları ile dönmüştü. Bu iyilik sadece o günden ibaret kalmamıştı. Halime, bir defasında kuraklık yüzünden çektiği sıkıntıları anlatmak için Hz. Hatice’nin yanına geldiğinde, bu defa da Hatice Vâlidemiz ona 40 koyun ile bir binek devesi hediye etmişti.1
Halime evine kendisine Hz. Hatice tarafından hediye edilen deve ve koyunlarla dönüyordu. Hz. Hatice’nin iyilik yaptığı, eşinin öz annesi değil, çocukken ücret karşılığında süt emzirdiği bir sütanneydi. Sütanneye bu kadar iyi davranan, hediye veren Hz. Hatice Vâlidemiz, kim bilir eşinin öz annesini görseydi, ona nasıl davranır, nasıl saygı gösterir ve eşine olan sevgisini ona karşı hangi iyiliğiyle zirveye taşırdı!
Hz. Hatice Vâlidemiz’in konuyla alâkalı diğer bir örnek davranışı da Hz. Ali’yi yanına almasıydı. Allah Resûlü (s.a.s.), dedesi Abbdulmuttalip vefat edince, Hz. Ali’nin de babası olan amcası Ebû Talip’in yanında hayatını geçirmişti. O Ebû Talip ki, maddî durumu çok da iyi olmamasına rağmen Resûlullah’ı (s.a.s.) yanına almış, O’na kendi evlâtlarından daha fazla alâka ve sevgi göstermiş, yetimliğin verdiği sıkıntıları yaşatmamaya son derece gayret sarfetmişti. Daha doğrusu candan bir baba ve hâmî olmuştu. Resûlullah (s.a.s.) evlenince, Hz. Hatice’nin servetiyle insanlara sahip çıkmak ve gönüllere girmek için geniş imkânlara sahip oldu. Vefa insanının kendisine gösterilen vefayı unutması zaten söz konusu olamazdı. Amcası oğlu Ali’yi yanına almayı, onun ihtiyaçlarını üstlenmeyi istiyordu. Böylece amcasının iyiliklerinin karşılığını vermiş, yakın bir akrabasının elinden tutmuş olacaktı. Allah Resûlü’nün bu niyetini öğrenen saygılı ve vefalı eş, gönülden bir istekle hemen Hz. Ali’yi evine getirmesini söyledi. Allah Resûlü de henüz küçük bir çocuk olan Hz. Ali’yi yanına aldı ve ona bir baba şefkatiyle hâmîlik yaptı.
Aslında, Hz. Hatice böyle bir durumu -gayet tabiî olarak- kabul etmeyebilirdi. Fakat karşılıklı sevgiye dayalı ve birinin sevdiğini diğerinin de sevmesine bağlı bir evlilik hayatının gereği olarak, o büyük kahraman hanım eşinin arzularını kendi arzularıyla aynileştiriyor ve bir mânâda onda fânî oluyordu. Pek çok faziletinin yanında bu davranışları da onu, dünyanın en şerefli makamına çıkarıyordu.
2. Sevdikleri Bir Şeyi Gördüklerinde Hediye Ederlerdi
Hediyeleşme, eşler arasındaki sevgiyi ziyadeleştirir. Zaten Allah Resûlü (s.a.s.) de hediyeleşmeyi tavsiye ederek, dikkatleri onun sevgi arttırıcı rolüne çekmektedir. Hz. Hatice zengin olduğundan -o günün Arabistan’ında yaygın olduğu şekliyle- köleleri vardı. Bunlardan Zeyd b. Harise’yi Allah Resûlü (s.a.s.) çok sevmişti. Hz. Hatice, Resulullah’ın (s.a.s.) Zeyd’i çok sevdiğini hissedince, ona hediye etti. Allah Resûlü de Zeyd’i hürriyetine kavuşturarak kendisine evlât edindi. Bundan sonra herkes Zeyd’e (r.a.) Resulullah’ın oğlu nazarıyla bakıyordu. Bu davranışıyla vefalı eş, sevgisini bir defa daha göstermiş oluyordu.
3. Sıkıntılar Karşısında Teselli Ederlerdi
Hayat, imtihanlarla doludur. İnsan karşılaştığı sıkıntıları zaman zaman biriyle paylaşma ihtiyacı hisseder. Acılar paylaşıldıkça azalır, dertler teselli edilince diner. İmtihanların en ağırı, en büyüğü şüphesiz Hz. Peygamber’in imtihanıydı. Allah Resûlü (s.a.s.) gerek peygamberliğin başlangıcındaki sıkıntılarda, gerekse daha sonra kavmi tarafından değişik vesilelerle ağır hakaretlere maruz kaldığında, en sıcak ilgi ve teselliyi eşi Hz. Hatice’de buluyordu.
Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) Hira’da Cibril’le ilk defa karşılaşıp, “Oku!” emrini alınca, kalbi ürpererek eve dönmüştü. Allah Resulü, Hz. Hatîce’ye: “Kendimden endişe ediyorum.” deyince, o vefalı eş, Resûlullah’ı (s.a.s.) samimi ve güzel sözlerle teselli etmişti. (Buharî, Bed’ül-Vahy 7)
Efendimiz’in Peygamberliğin ağır yükü karşısında en büyük yardımcısı yine Hz. Hatice’ydi. O büyük hanım, Resûlullah’ı (s.a.s.) teselli ediyor, O’na büyük bir şefkatle yaklaşıyor ve devamlı O’nun yanında bulunarak ilk günlerdeki heyecan ve korkuyu atlatmasını sağlıyordu. Aslında bu, Hz. Hatice’nin büyüklüğünü gösteriyordu. Böyle bir durumda başka biri eşine karşı gelebilir, ondan uzaklaşabilir, hattâ onun karşısında yer alabilirdi.
Allah Resûlü (s.a.s.) hem risaletin ağır yükü hem de Mekkelilerin çeşitli sözlü ve fiilî sataşmaları karşısında sığınacak yer olarak Hz. Hatice’yi buluyordu. Zaten Allah Resûlü’ne ilk olarak o inanmıştı.
4. Resûlullah’a (s.a.s.) Maddî Destek Olurlardı
Servet, Allah’ın insanlara imtihan için verdiği bir vasıtadır; bazı kimselerin Cennet’e girmesine vesile olduğu gibi, bazılarının da yerin dibine batmasına sebeptir. Hz. Hatice’nin serveti hayırlı bir yolda harcanıyordu. Allah Resûlü (s.a.s.) bu serveti önce İslâm’ı anlatmak için kurduğu ve insanları davet ettiği sofralarda, köleleri efendilerinden alıp hürriyete kavuşturmada, çoğu fakir olan Müslümanların ihtiyaçlarını gidermede, özellikle de zalim Mekkelilerin muhasara yapıp, her şeyi yasakladıkları yıllarda “Şi’b-i Ebi Talip” tepesinde mecburî ikamete maruz bırakılan Müslümanların yardımına koşmada harcadı. Allah Teâlâ, helâl olan bu serveti, belki de en mukaddes yolda harcatıyordu. Zaten haram olan bir servet, böyle mukaddes bir yolda harcanamazdı!
Hz. Hatice Vâlidemiz’in o büyük servetinden, peygamberliğin daha ikinci veya üçüncü senesinde, neredeyse bir şey kalmamıştı. O koca servet, İslâm’ı tebliğ yolunda âdetâ eriyip gitmişti.
5. Üvey Çocuklarına Bir Öz Anne Gibi Bakarlardı
Hz. Hatice Vâlidemiz vefat ettiğinde arkada yetimler bırakmıştı. Bu yetimlerin içinde gelecekte büyük velilere analık yapacak Hz. Fatıma da vardı. Daha sonra evlendiği eşleri, Resûlullah’ın (s.a.s.) yetimlerine kendi öz evlâtları gibi bakıyor ve ihtimam gösteriyorlardı.
Meselâ Allah Resûlü’nün (s.a.s.) Sevde Vâlidemiz’le nikâhı Mekke’de iken kıyılmıştı. Aynı zamanda Sevde Vâlidemiz’in de yetimleri vardı. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de bu yetimlere, hiçbir ayırım yapmadan kendi öz çocukları gibi muamele ediyordu. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), eşlerinin yetimlerine öz evlât olarak baktığı gibi, onlar da Resûlullah’ın (s.a.s.) yetimlerine öz anne gibi davranıyor, onlara annelerinin yokluğunu hissettirmemeye gayret ediyorlardı. Sevde Vâlidemiz hayatı boyunca bu konuda örnek olmuş, Efendimiz’in (s.a.s.) çocuklarına annelik yapmış ve onlara asla annelerinin yokluğunu hissettirmemiştir. Zaten hissettirmesi de mümkün değildi. Zira onlar, Kâinat’ın Efendisi’nin evlâtlarıydı. O mübarek kadın, eşine olan sevgisini, belki de eşinin çocuklarına olan mükemmel şefkatiyle izhar ediyordu.
6. Meydana Gelen Kırgınlıklarda Hemen Ayrılmayı Düşünmezlerdi
İnsanların söz veya tavırlarında zaman zaman nahoşluklar olabilmektedir. Sabır da, esasen böyle zamanlarda gösterilir. Resulullah’ın (s.a.s.) eşleri arasında nadiren de olsa küçük memnuniyetsizlikler olabiliyordu. Ancak onlar hiçbir zaman bunu, uzun süreli kırgınlığa, meseleyi derinleştirmeye dönüştürmüyor; ayrılma gibi son derece sevimsiz bir noktaya taşımıyorlardı. Hangi mülâhaza ile olduğunu bilemediğimiz bir hâdise karşısında Allah Resûlü (s.a.s.), Sevde Vâlidemiz’i boşamak istemişti. Sevde Vâlidemiz bunu duyunca beyninden vurulmuşa döndü. Ve hemen Allah Resûlü’nün (s.a.s.) huzuruna koştu. Hattâ araya vasıtalar koydu ve yalvarırcasına şöyle dedi:
“Ey Allah’ın Resûlü! Sen’den dünyalık hiçbir şey beklemiyorum. Bana ayırdığın bir günü de Aişe’ye verdim. İstersen ömür boyu benim hatırımı sormak için dahi yanıma uğrama. Ama ne olur beni nikâhın altında bulunmaktan mahrum etme! Ben âhirete de Sen’in nikâhlın olarak gitmek arzusundayım. Başkaca da hiçbir düşüncem yok.” (Heysemî, Zevâid, 7/246) Onun bu arzusu Allah Resûlü (s.a.s.) tarafından kabul edildi ve Sevde Vâlidemiz ezvâc-ı tâhirâttan biri olarak kaldı.
7. Resûlullah’a (s.a.s.) Asla Zorluk Çıkarmazlardı
Tevazu Âbidesi’nin evi, oldukça sadeydi. Zira O (s.a.s.), toplumundaki en sade hayatı yaşayan kişiydi. İsteseydi en lüks bir hayatı tercih edebilirdi. Ancak asıl yaşanacak yerin âhiret yurdu olduğunu çok iyi biliyor ve buna göre hayatını şekillendiriyordu. Bir de o kutlu ev, kıyamete dek gelecek bütün mü’minlerin örnek alması gereken bir ev olacaktı. Dolayısıyla oldukça sade ve basitçeydi. Bu mutlu ev -bizlerin bugün zannettiği gibi- fizikî bakımdan şatafatlı, içi değerli eşyalarla dayalı döşeli, içinde lüks ve konforun bulunduğu bir ev değildi. Duvarları kerpiçten, çatısı da hurma dallarındandı. Ancak içindekiler, dünyanın en mutlu insanıydı. Zaten saadet ve mutluluğun kaynağı da, sahip olunan kıymetli eşyalar değildi. Öyle olsaydı, günümüz dünyasının insanı, konforun her türlüsüne sahip olduğu hâlde, mutsuz olmazdı, evlilikler kısa bir süre sonra kâbusa dönmezdi, mahkemeler boşanma davalarıyla dolup taşmazdı.
Ümm-ü Seleme Vâlidemiz (r.a.) anlatıyor: Resûlullah (s.a.s.) ile evlendiğimde Zeynep binti Huzeyme’nin odasına yerleştim. Orada bir toprak çanak -içinde biraz arpa-, bir el değirmeni, taştan yapılmış bir çömlek ve ayrıca başka bir çömlek buldum. Çömleğin içerisinde erimiş birazcık yağ vardı. O arpayı alıp el değirmeninde öğüttüm. Sonra onu çömlekte bulamaç yaptım. Biraz da içine yağ katıp bir yemek yaptım. İşte bu yemek Resûlullah (s.a.s.) ile ev halkının düğün gecesi yemeği oldu.2
Hz. Ömer (r.a.), kızı Hz. Hafsa’ya Resûlullah’ın (s.a.s.) ev hayatını sormuştu:
“Allah’ın Resûlü’nün giydiği en kıymetli elbise neydi?”
“İki tane renkli elbisesi vardı. Elçileri onlarla karşılar, cuma hutbelerini bunlarla okurdu.”
“Peki yediği en iyi yemek neydi?”
“Bizim yediğimiz ekmek, arpa ekmeği idi. Ekmek sıcak iken yağ sürer, yumuşatırdık. Bunu güzel bulduğumuz için misafirlerine de ikram ederdik.”
“Senin yanında kaldığı zamanlar, yerde yaygı olarak kullandığınız en geniş, en rahat yaygı neydi?”
“Kalınca kumaştan yapılmış bir örtümüz vardı. Yazın dörde katlar, altımıza yayardık. Kış gelince de, yarısını altımıza yayar, yarısını da üstümüze örterdik.”3
Mutluluk kanaatte, dünyaya dünya kadar ehemmiyet vermede, ebedî yurt âhirette de beraber olacaklarına inanmalarındaydı. Zaman zaman küçük bazı kırgınlıklar olsa da: “Önemli değil, bu da geçer! Bu da insandır!” deyip meseleyi büyütmemelerindeydi. İşte Resûlullah’ın (s.a.s.) o mümtaz eşleri, bu şartları paylaşıyorlardı; ama bir itirazları olmuyordu; kanaat, en büyük zenginlikleriydi. Zaten asıl zenginlik de kanaat değil miydi?
8. O’nu Kırmamaya Özen Gösterirlerdi
Resûlullah’ın (s.a.s.) eşlerinin de birer insan olarak zaman zaman alındıkları durumlar oluyordu. Ancak onlar hiçbir zaman bunları kalblerinin derinliklerine gömmüyorlar ve kalıcı hâle gelmesine müsaade etmiyorlardı. Onlar bu durumdan hemen uzaklaşıyor, asla davranışlarına yansıtmıyorlardı. Fakat o engin firaset sahibi Allah Resûlü (s.a.s.) onların böyle zamanlardaki psikolojilerini çok iyi biliyordu. Bir defasında Resûlullah (s.a.s.): “Ey Ayşe! Ben senin benden ne zaman hoşnut olduğunu ve ne zaman da olmadığını çok iyi bilirim.” buyurdu. Hz. Ayşe (r.anhâ) de:
“Ey Allah’ın Resûlü bunu nasıl bilirsin?” diye sorunca Resûlullah (s.a.s.), “Benden memnun olduğun ve kırgınlığını gizlemeye çalıştığın zamanlarda: “Muhammed’in Rabb’i hakkı için öyle değildir!” dersin. Benden memnun olmadığın zamanlarda da: “İbrahim’in Rabb’i hakkı için öyle değildir!” dersin ve adımı anmazsın.” Davranışlarındaki mânâları bile sezen firaset sahibi Allah Resûlü’nün (s.a.s.) bu mukabelesi karşısında Hz. Ayşe Vâlidemiz (r.anhâ):
“Evet, vallahi aynen dediğin gibidir ey Allah’ın Resûlü! Ancak ben sizden memnun olmadığım sıralarda bile sadece adınızı anmam, yoksa sevginiz daima içimde yaşamaktadır.” (Buharî, Nikah 108) buyurarak, sevgisinin hiçbir zaman kalbinden çıkmadığını ifade etmiştir.
9. O’nu (s.a.s.) Anne-Babalarına Tercih Ederlerdi
Peygamberini sevmek, O’na itaat etmek, O’na yapılan hakaretleri sanki kendisine yapılıyormuş gibi kabul etmek ve makul ölçüler çerçevesinde bunlara cevap vermek mü’min olmanın gereklerindendir. Allah Resûlü’nün (s.a.s.) eşleri bu konuda da örnek davranışlar sergilemişlerdir.
Bir Yahudi, Peygamber Efendimiz’in yanına gelerek “es-Selâmü aleyküm” der gibi yapmış, fakat, “es-Sâmü aleyküm” demişti. İbrânî dillerinde, “sâm” ölüm demekti; “es-Sâmu aleyküm” ise, “Ölüm sizin üzerinize olsun, canınız çıksın!” mânâsına gelmekteydi. Onun maksadını anlayan Hz. Ayşe Vâlidemiz duramayıp, “Ölüm, gazap ve lânet sizin üzerinize olsun; Allah canınızı alsın!” diyerek ziyadesiyle mukabelede bulunmuştu. (Buharî, Edeb 35, 38)
Diğer bir örnek de Ümmü Habibe Vâlidemiz’in, babasına karşı Resûlullah’a (s.a.s.) gösterdiği sevgi ve saygıdır. Babası Ebû Süfyan, Resulullah’ın (s.a.s.) Hudeybiye Anlaşması’nın süresini uzatması için Medine’ye gelir. Ancak haksız oldukları için hiç kimse onunla görüşmek istemez. Mekke’nin temsilcisi yalnız başına kalır. “Acaba kızım bana aracılık yapar da O’nunla (s.a.s.) görüşmemi sağlar mı?” düşüncesiyle kızının evine gider. Eve girince Resulullah’ın (s.a.s.) üzerinde yattığı yatağın üzerine oturmak ister. Ancak hemen Ümmü Habibe Vâlidemiz yatağı toplar. Ebû Süfyan kızının bu davranışı karşısında şaşırır ve sorar:
“Kızım yatağı mı babana layık görmedin, yoksa babanı mı yatağa layık görmedin?” Ümmü Habibe’nin (r. anha) cevabı müthiştir. Zira Resûlullah (s.a.s.), onun gözünde her şeyin ötesindedir. Şöyle der: “Bu yatak Resulullah’ın (s.a.s.) yatağıdır. Sen ise müşrik bir insan olduğundan necissin.” Bu müthiş söz, Ebû Süfyan’ı beyninden vurmuş ve: “Kızım benden sonra ne kadar da değişmişsin!” demişti.4
10. Dünyaya Karşı O’nu Tercih Ederlerdi
Dünya, evi olmayanın evi, malı olmayanın malıdır ve gerçek mânâda aklını kullanmayanlar, yatırımlarını ancak ona yaparlar. Resûlullah’ın (s.a.s.) mübarek eşleri, böyle bir dünya karşısında Resûlullah’ı tercih ediyorlardı. Zaman zaman dünyaya karşı içlerinde bazı istekler olsa da, Efendimiz’in (s.a.s.) gösterdiği ideal ufku hemen anlıyor ve durmaları gereken yerde duruyorlardı.
Hicretin 5. yılından sonra, Müslüman toplumunun maddî şartları nispeten iyileşmişti. Ezvâc-ı tâhirât da bu refahtan biraz istifade etmek istiyordu. Hz. Peygamber (s.a.s.) isteseydi bunları temin ederdi. Fakat o zühd prensibini ve yoksul Müslümanların hayat standartlarını esas aldığından, ilahî irşadla buna razı olmadı. Hattâ ciddî bir imtihan geçirdi. Âyetlerin talimatıyla bütün eşlerini boşamak durumu ile karşı karşıya geldi. Eşlerini, alışageldikleri sade hayata devamla boşanma arasında muhayyer bıraktı. Onlar neticede dünya refahını değil, Hz. Peygamber’le (s.a.s.) olan beraberliği tercih ettiler.
Hz. Cabir b. Abdullah’tan rivayet edilen bir hadîse göre: “Bir gün Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (r.a.), Efendimiz’i (s.a.s.) ziyaret ettiler. Hanımlarının çevresinde oturduğunu ve Hz Peygamber’in de (s.a.s.) sessiz olduğunu gördüler. Efendimiz (s.a.s.), Hz. Ömer’e (r.a.) hitaben: “Gördüğün gibi çevremde oturuyorlar ve benden harcamaları için para istiyorlar.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir ve Ömer (r.a.) kızlarını azarladı ve: “Niçin, Nebî’yi (s.a.s.) üzüyor ve sahip olmadığı şeyleri O’ndan istiyorsunuz?” dediler.
Allah Resûlü (s.a.s.) ilk defa Hz. Ayşe Vâlidemiz’i çağırdı ve ona: “Seninle bir şey görüşmek istiyorum ama, baban ve annenle konuşmadan karar vermekte acele etme.” dedi. Sonra da mevzunun başında zikrettiğimiz âyeti ona okudu. Hz. Ayşe’nin cevabı tam sıddîk babanın, sıddîka kızına yakışır şekildeydi: “Ya Resulallah! Ben ana ve babamla bu mevzuda mı konuşacağım? Vallahi, ben Allah ve Resûlü’nü tercih ediyorum.” dedi.
Daha sonrasını Vâlidemiz şöyle anlatıyor: “Allah Resûlü hangi hanımıyla konuştuysa, hepsinden aynı cevabı aldı. Bu hususta hiç kimse farklı bir mütalâa beyan etmedi. Ben ne demiş isem onlar da aynı şeyi söylediler…”5
Rivayetten de anladığımız üzere Resulullah’ın (s.a.s.) eşleri, birer insan olmaları hasebiyle durumlarının iyileştirilmesini istemişler. Resûlullah (s.a.s.) da onların bu isteklerini uygun bulmamış, âyetlerle de olmaları gereken yerde durmaları istenmiştir.
Burada gerek Hz. Hafsa Vâlidemiz’in, gerekse babası Hz. Ömer’in (r.a.) durumu da oldukça önemlidir. Hafsa Vâlidemiz dünya karşılığında Resûlullah’ı (s.a.s.) tercih etmiştir. Çünkü o Hz. Ömer gibi bir babanın kızıdır. Hem öyle bir babadır ki, yukarıdaki rivayette de gördüğümüz gibi, kızını azarlamış, hattâ bir ceza verilmesi gerekirse bizzat kendisinin vereceğini bildirmiş ve Resûlullah’a (s.a.s.), boşayacaksa bile son derece rahat olmasını söylemiştir. Bu da ideal bir babanın göstermesi gereken son derece mükemmel ve örnek bir davranıştır; özellikle de günümüz insanının ders alması gereken bir davranış.
Hz. Meymune Vâlidemiz, kendisini Resûlullah’a (s.a.s.) hibe etmişti. Kâinatın İftihar Tablosu’nun ailesi içinde olma, onun için her şeyden daha kıymetli olduğundan Cenab-ı Hakk’ın kendisine verdiği en tabiî hak olan mehirden bile vaz geçmişti.
11. Vefatından Sonra da Sevgileri Aynen Devam Etti
Allah Resûlü’nün (s.a.s.) eşlerinin sevgileri, sadece hayattayken değil, aynı zamanda Resûlullah’ın (s.a.s.) vefatından sonra da devam ediyordu. Onlar, Efendimiz’in (s.a.s.) hayatında dikkat ettikleri şeylere vefatından sonra da dikkat ediyorlar, sevmediği şeyleri sevmiyorlar, sanki O (s.a.s.) hayattaymış gibi davranıyorlardı. Meselâ Hz. Ayşe Vâlidemiz, Resûlullah’ın (s.a.s.) vefatından sonra saçlarına kına yakmıyordu. Kendisine bunun sebebi sorulunca da: “Resûlullah (s.a.s.) hayatında kınanın kokusunu sevmezdi.” (Ebu Davud, Tereccül 4) cevabını veriyordu. “Peki şimdi vefat etti” denilince de: “Hayatındayken sevmediğini vefatından sonra yaparsam sadakatsizlik olur.” diyordu.
Netice itibariyle o eşsiz hânenin mümtaz sakinlerinin hayatlarına dikkatle baktığımızda, mutlu bir aile ortamının nasıl sağlanacağının, evliliklerin kırılmalara maruz kalmadan nasıl sürdürülebileceğinin örneklerini görmekteyiz. Günümüz mü’min hanımlarına düşen, bu Cennet sakinleri olan annelerimizin hayatlarını kendilerine örnek alarak, hayatlarını güzellikler içerisinde geçirmeleridir.
Dipnotlar
1. Sübülü’l-Hedy ve’r-Reşâd, 1/341
2. İbn Sa’d, Tabakat, 8/92
3. Sübülü’l-Hedy ve’r-Reşâd, 7/97
4. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, 7/116
5. Sübülü’l-Hedy ve’r-Reşâd, 11/154
Yazar: Yeni Ümit dergisinden alınmıştır.