GEÇMİŞE AİT BİR MUHASEBE

180

Dünle bugün arasında, mü’minler açısından Batı ile Doğu arasındaki mesafe kadar açık bir fark vardı. Bu farkı tescil adına Cibril-i Emîn gelmişti ve geçmişte kalan bir konuyu hikaye ediyordu:

– Onlardan birisine, “Kız çocuğun oldu.” müjdesi verildiğinde, öfke ve üzüntüsünden yüzü kaskatı ve mosmor kesilir. Müjdelendiği bu kötü haberin etkisiyle utanıp, eş ve dostundan saklanmaya çalışır. Başına bu hal geldiğine göre şimdi ne yapacağını düşünmektedir; hor, hakir ve itilip kakılan bir bela olarak hayatta mı bıraksın, yoksa toprağa mı gömsün! Dikkat ediniz; ne kötü hükmediyor ve yanlış karar veriyorlardı!1

Cehalet, insanı ne hallere koyuyordu! Konu, henüz zihinlerde tazeydi; hatta, cehalet batağından kurtulamayan bazı insanlar itibariyle, hâlâ benzeri uygulamalar devam edip duruyordu. Kimi, açlık endişesinden, kimisi kız yerine erkek çocuğu tercih ettiğinden kimisi de kız çocuğunun olmasını kendisine yediremediği için onlara karşı cephe alıyor; bazıları itibariyle de onları öldürmeye varan canavarlıklar sergileniyordu.2

Ayet ise, o güne ait bir uygulamayı, tarihe mâl ediyor ve çizgisini kaybettikten sonra bir insanın, vahşet adına gelebileceği noktayı ibret-i âlem olması için kıyamete kadar herkesle paylaşmayı hedefliyordu.

Çok geçmeden, iman suyundan kanasıya tadanlardan biri, Habîb-i Zîşân Hazretlerinin yanına gelmişti. Belli ki, içinde çözemediği bir sıkıntı vardı. Bir şeyler söylemek istiyordu; ama bir türlü cesaretini toplayıp da başlayamıyordu. Şefkat dolu bakışlarını yakaladığı bir sırada:

– Yâ Resûlallah, diye söze başladı. Bu arada Efendiler Efendisi de, bedeniyle birlikte yüzünü bu zata doğru yöneltmiş; onu dinlemeye durmuştu.

– Bizler, cahiliye döneminin insanlarıyız; kendi elimizle yapageldiğimiz putlara tapan ve kızlarımızı öldüren kişileriz biz, diyordu. Ancak, belli ki anlatacağı şeyin onda bıraktığı tesir çok büyüktü. Kesik kesik konuşuyordu.

– Benim de bir kızım vardı. Ben de bir gün, cehalete ait bu baskılara dayanamayıp kızımı yanıma çağırdım. Koşarak geldi; çağırıp onunla ilgilenmemden o kadar mutlu olmuştu ki! Elinden tuttum ve uzaklarda bildiğim bir kuyunun yanına götürdüm onu. Eli avuçlarımın içinde kuyunun kenarında otururken, birden itip onu kuyuya atıverdim. Aşağıya düşerken,
“Babacığım! Babacığım!” diye çığlıkları yükseliyordu.

Huzur-u âlileri birden hüzne bürünmüştü. Resûl-ü Kibriyâ ağlıyordu. O kadar ağladı ki, gözyaşlarıyla sakal-ı şerifleri ıslanmıştı. O’nun bu kadar hüzünlendiğini gören bir başka sahabe kalktı ve adama dönüp:

– Ne yaptın sen! Resûlullah’ı hüzne boğdun, diye tepki gösterdi. Efendiler Efendisi aynı kanaatte değildi. Eliyle de işaret ederek:

– Bırak onu! Çünkü o, geçmişinde yaşadığı önemli bir yanlışı sorguluyor, dedi. Ardından da adama dönerek:

– Yaşadıklarını bana birkez daha anlatır mısın, dedi. Adam yeniden anlatmaya başladı. Hüzün, artarak devam ediyordu. Efendiler Efendisi’nin gözlerinde ağlamaktan yaş kalmamış, göz pınarları kurumuştu. Ardından herkese şunları söyledi:

– Şüphesiz ki Allah (celle celâluhû), bugününüzün hakkını vererek O’na kul olduğunuz sürece, cahiliye döneminde yaptıklarınızı orada bırakır.

Adam da, içini dökmüş ve en yetkili merciden içini rahatlatacak bir cevap almıştı. Eski hatalarını affettirebilmek için kim bilir neler yapacağının sözlerini veriyordu kendi kendine. İşte burada Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), yine adama döndü ve:

– Haydi şimdi, her şeye yeniden başla,3 dedi.


Dipnot:

  1. Nahl, 16/58, 59
  2. Bkz. Enâm, 6/101; İsrâ, 17/31
  3. Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, 14/169, Dârimî, Sünen, 1/14 (2)
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.