Fil Hadisesi
Beri tarafta Abdulmuttalib’in başında bir gaile daha vardı; Habeş meliki Necâşî’nin Yemen valisi Ebrehe, ordusunu toplamış Kâbe’yi yıkmak için geliyordu. Bu şahıs, insanların ibadet maksadıyla Kâbe’ye yönelmelerini kıskanarak, alternatif olsun diye kendi topraklarında bulunan San’a’da büyük bir mabed yaptırmıştı. Heybet ve ihtişamını tamamlayabilmek için elindeki bütün imkânları seferber etmiş ve onu, devrinin zirvesindeki her türlü tezyinatla da süslemişti. Bunu yaparken, Bizans imparatorundan da destek alıyordu. Maksadı, hac ibadeti için Kâbe’ye giden insanların, yön değiştirip bu kiliseye gelmelerini temin etmekti. Bunu, Habeş meliki Necâşî’ye yazdığı mektupta açıkça ifade ediyordu:
– Ey melik! Senin için öyle bir kilise yaptırdım ki, onun bir benzeri senden önceki hiçbir melik için inşa edilmemiştir. Hac vazifelerini yerine getirmek için Arapları buraya çekmedikçe de asla durmayacağım.1
Ancak, temeli takva ve samimiyet üzere kurulan bir mekana, alternatif bir yer oluşturup oradan insanların ayağını kesmenin imkânı yoktu. İşin özü, bu davete kimse icabet etmemişti.
Bir de Ebrehe’nin, hacıların yönünü değiştirmek için bu kiliseyi yaptırdığını duyan Kinâneoğullarından bir adam gizlice gidip bu kilisenin iç ve dışını, hakaret maksadıyla, tabiî ihtiyacını gidererek kirletmiş; üstüne üstlük bulabildiği kadar pisliği getirip kilisenin içine dökmüştü.
Bu hadise, Ebrehe’yi çileden çıkarmıştı ve bardağı taşıran son damla oldu; hemen emir vererek büyük bir ordu hazırlanmasını istedi.
– Şüphesiz bu Araplar bunu, evlerine alternatif olacağı için yaptılar; yemin olsun ki ben de onların Kâbe’sindeki taşları teker teker sökerek yerle bir edeceğim,2 tehditlerini savuruyordu. Habeş meliki Necâşî’ye de mektup göndermiş, bu savaşta kullanmak üzere Mahmûd ismindeki meşhur büyük filini kendisine göndermesini istemişti.
Derken, altmış bin kişilik büyük bir ordu hazırlayıp Mekke’ye doğru yürümeye başladı. Ordusu arasında filler de vardı. Melikin gönderdiği Mahmûd’u kendi kontrolünde tutuyordu.
Mekke yakınlarındaki Muğammıs denilen yere geldiklerinde ordusuna konaklama emri veren Ebrehe, öncü kuvvet olarak Esved İbn Maksûd ismindeki bir kumandanıyla birlikte bir müfrezeyi Mekke’ye gönderdi. Mekke civarına kadar sokulan bu müfreze, Kureyş Hüzeyl ve Tihâmelilere ait kıymetli mal ve sürülerin yanında bir de, o gün Mekke’nin reisi olan Abdulmuttalib’e ait iki yüz deveyi gasp ederek geri döndü. Konudan haberdar olan Kureyş, Hüzeyl ve Tihâmeliler, böylelikle kapılarına kadar gelen bir tehlikenin varlığından haberdar olmuşlardı. Ancak, gelen ordunun gücünü duyduklarında, yapabilecekleri pek bir şey olmadığını da anlamışlar, çaresizlik içinde bekleşmeye durmuşlardı.
Daha sonra Ebrehe, gönderdiği Hunâta adındaki bir elçi ile Abdulmuttalib’e şu mesajı ulaştırmıştı:
– Ben, sizinle harp etmek için gelmedim; benim geliş maksadım, şu Kâbe’yi yıkmaktır. Şayet bu konuda problem çıkarıp bana karşı gelmezseniz, benim sizinle bir işim yok.
Mesajı yerine ulaştıran elçinin Abdulmuttalib’den aldığı cevap, beklenilenden çok farklıydı:
– Vallahi, biz de onunla savaşma niyetinde değiliz; zaten buna gücümüz de yetmez. Bu ev ise, Allah’ın haram evi ve O’nun Halîl’i İbrahim’in yâdigârıdır. Şayet onu koruyacaksa mutlaka O koruyacaktır; eğer yıkmasına müsaade edecekse de bizim, onu koruma adına bugün yapabileceğimiz bir şey yok.
Hunâta, kendisiyle birlikte Abdulmuttalib’in de gelmesini istemiş ve o da yola koyularak Muğammıs’a kadar gelmişti. Ebrehe’nin niyeti belliydi ve bu niyetini gerçekleştirmek için yola koyulduğunda, sebepler açısından önünde duracak bir güç de yoktu. Ancak çıkmayan candan da ümit kesilmezdi. Bu durumda bile, çözüm arayışı içindeydi. Önce, tanıdık dost bir sima aradı ve Zî Nefr adında eski bir dostunun da burada olduğunu öğrendi. Sevinmişti; ancak, Zî Nefr denilen bu adam da, Ebrehe’nin esirleri arasındaydı. Yine de Abdulmuttalib, Ebrehe ile görüşüp bu işten onu vazgeçirme konusundaki isteğini iletti ona.
– Ey Zî Nefr! Başımıza gelen şu işi engelleyecek bir çözüm bulamaz mısın, diyordu.
– Sabah-akşam ne zaman öldürüleceği belli olmayan bir esir ne yapabilir ki? Şu halde, sizin için yapabileceğim hiçbir şey yok, diye cevapladı Zî Nefr. Arkasından da:
– Ancak, filleri sevkeden seyis benim arkadaşımdı. İstersen ona haber ulaştırıp sizin isteklerinizi melike ulaştırma, hakkınızı koruma ve melikle konuşma ortamı hazırlama hususlarında yardım isteyebilirim, dedi.
Böyle bir ortamda, her bir emare büyük bir umuttu ve adama haber gönderilip maksat anlatıldı. Çok geçmeden seyis, Ebrehe’nin karşısındaydı:
– Ey melik! Bu adam, Kureyş’in efendisidir; huzuruna gelmek için senden izin talep etmektedir. Aynı zamanda o, Mekke kervanlarının sahibi, insanlara bollukla ikramda bulunan, hatta dağ başlarındaki yırtıcı hayvanlara bile yiyecek dağıtan şerefli bir zattır. Onunla bir konuşsan da sana halini arz etse, diye de tamamladı.
Talep, kabul görmüştü. İri yapılı, heybet ve cemal sahibi Abdulmuttalib’i karşısında görünce Ebrehe, önce izzet ve ikramda bulundu; oturduğu yüksek yerden aşağıya indi ve kendisi de Abdulmuttalib’le birlikte yere oturdu ve tercümanı vasıtasıyla sordu:
– Ne ihtiyacın var, benden ne istiyorsun?
Alışılmışın dışında bir cevap geliyordu:
– Benden alınan ve mülküm olan iki yüz devemi geri vermeni istiyorum.
Ebrehe, büyük bir şok geçirmişti. Bu, nasıl bir reislikti! Karşı konulmaz bir ordu ile gelmiş, sorumluluğunu uhdesinde taşıdığı beldeyi yerle bir edeceğini haykırıyordu, ama o şahsına ait bir malın peşine düşmüş; olacaklara aldırış bile etmiyordu.
– İşin doğrusu, seni ilk gördüğümde, duruşundan etkilenmiştim, diye tepkisini dile getirdi önce ve arkasından ekledi:
– Fakat, konuştukça anlıyorum ki sen, öyle bir insan değilmişsin. Senden aldığım iki yüz devenin peşine düşüp onu benden istiyorsun da, senin ve atalarının dini olan bir evi yıkmak için gelmiş bir ordu hakkında hiçbir şey konuşmuyorsun!
Abdulmuttalib, vakar ve ciddiyetinden hiç taviz vermeden bütün samimiyetiyle:
– Ben, sadece develerin sahibiyim; şüphesiz, o evi de koruyacak bir Sahibi var, deyiverdi. “Şu an için istediğin her şeyi yaparım zannediyorsun; ama iş, öyle senin zannettiğin gibi kolay değil.” mânâsına geliyordu. Zira, güç ve kuvvetin gerçek sahibine sığınıp dehalet eden hiçbir zayıfa, onun dışındaki hiçbir güç zarar veremezdi ve işte, Abdulmuttalib de Ebrehe’ye bu gücü hatırlatıyordu.
Elbette Ebrehe kızmıştı:
– Onu bana karşı kimse koruyamaz, diye gürledi sinirle… Tavrını hiç değiştirmeyen Abdulmuttalib, kendinden emin bir ses tonuyla ve bunu zaman gösterecek dercesine:
– Madem öyle, işte o ve işte sen, deyiverdi. Bunun anlamı, “Madem öyle, sonucuna da katlanırsın.” demekti.
Ortam iyice gerilmişti. Aldığı cevaplar karşısında oldukça sinirlenen Ebrehe, buna rağmen Abdulmuttalib’in develerini geri teslim etti.
Yeniden Mekke’ye dönen Abdulmuttalib, ahaliyi toplayıp işin vahametini haber verdi ve herkesten, gelecek tehlikelerden canlarını kurtarmaları için, Mekke’yi terk ederek dağlara sığınmalarını istedi. Ardından da, Mekke’nin önde gelenleriyle birlikte Kâbe’ye geldi. Kapının halkasına yapıştı ve Ebrehe ordusuna karşı kendilerine yardım etmesi ve Hz. İbrahim emanetine sahip çıkabilmeleri için, beraberce ve saatler süren bir yakarışla Rabb-i Rahîm’e yalvarmaya durdular. Daha sonra onlar da Kâbe’den ayrılıp dağ başlarına çıkarak beklemeye koyuldular.
Beri tarafta Ebrehe, ordusunu hazırlamış ve Kâbe’yi yıkmak için hareket emri vermişti. Ancak, ordusunun içinde onun emrini dinlemeyenler vardı. Filleri sevk etmekle görevli olan Nüfeyl ibn Habîb isminde bir zat, kendisinden çok büyük işler beklenen Necâşî hediyesi Mahmûd’un kulağına eğilmiş ve:
– Olduğun yere çök ve sakın kalkma! Ardından da sağ-salim olarak geldiğin yere geri dön! Çünkü sen, Allah’ın haram bir beldesindesin, demişti. Firavun hanedanı arasındaki mü’min özellikleri taşıyan bu zat da, kendisine düşen görevi yerine getirmenin huzuruyla oradan ayrılmış ve o da dağlara sığınmıştı.
Müsebbibü’l-Esbâb olan Allah’ın, kimi ve ne şekilde hayra sebep kılacağı belli olmazdı. Gerçekten de Mahmûd, olduğu yere çökmüştü ve bütün zorlamalara rağmen ayağa kalkıp bir türlü Mekke’ye doğru yol almıyordu. Bir aralık, yönünü değiştirmeyi denediler; hiç beklemedikleri şekilde Mahmûd yerinden fırlamış ve koşarcasına ilerliyordu. Sağ ve sol istikamete de çevirdiklerinde durum farklı değildi; filin gitmediği tek istikâmet, Kâbe yönüydü. Zavallı hayvanı, akla hayale gelmedik şekilde dövüp tartakladılar, ama sonuç değişmiyordu. Mahmûd, kan revan içinde kalmıştı.
Bu ara, hiç beklemedikleri bir gelişmeye daha şahit oluyorlardı; sahil cihetinden büyük bir karartı kopmuş kendilerine doğru geliyordu. Biraz daha yaklaşınca, gelenlerin büyük bir kuş sürüsü olduğunu gördüler. Büyük bir gürültüyle üzerlerine doğru gelen bu kuşlar, Allah düşüncesine savaş açan Ebrehe ordusunu hedef seçmişlerdi ve taşıdıkları nohut büyüklüğündeki taşlarla ordunun üzerine yürüyorlardı. Her biri, gagaları ve ayaklarında üçer tane taş taşıyordu. Attıkları her bir taş, mutlaka bir askerin üzerine isabet ediyor ve taşın isabet ettiği asker de olduğu yere yığılıp çöküveriyordu. Orduyu, büyük bir korku ve telaş kaplamıştı. Şimdiye kadar böyle bir hadiseyi, ne görmüş ne de duymuşlardı. Çığlıklar arasında koşuşturan her bir asker, hedefi belli olmayan bir yöne doğru kaçmaya çalışıyordu, ama hedefi belli olan bir taşın gelip de kendisini bulmasından kurtulamıyordu. Ebrehe de bundan nasibini almıştı. Kaçarken isabet eden taşın etkisiyle vücudu pul pul dökülmeye başlamış ve o da, büyük bir inilti, ıstırap ve korkuyla geri dönerken son nefesini vermişti.
Çok geçmeden, kimsenin karşı koymaya cesaret edemeyeceği ihtişamdaki Ebrehe ordusu, elinde güç olmadığı halde gücün gerçek sahibine yönelmekle kuvvet kazananlar karşısında yerle bir olmuş ve yenilmiş ekin taneleri gibi delik deşik hale gelivermişti. Sanki gizli bir el, masanın üstündeki kir ve pası temizlercesine Ebrehe ordusuna yönelmiş, üstlerine bir sünger çekerek Hicaz’ı, kir ve paslarından temizleyivermişti.
Temizliği bir başka temizlik takip edecekti; bardaktan boşanırcasına bir yağmur yağacak ve bundan hasıl olan seller, önlerine kattıkları cesetleri alıp denize dökecek ve böylelikle, Allah davasına baş kaldıran küfür ordusunun geride bıraktıkları da dezenfekte edilerek Hicaz, yeniden yaşanılır bir mekana inkılâb edecekti.
Zira, çok geçmeden bu mekanı, Alemlerin Sultanı şereflendirecekti.
Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ isimli kitabından alınmıştır.