En Büyük Mucizesi; Kur’ân-ı Kerim
Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) peygamberliğine delil teşkil eden pek çok mucizesi yanında, şüphesiz Kur’ân’ın ayrı bir yeri vardır. O, en büyük mucizedir. Kıyamete kadar da eşsizliği devam edecektir. Zira Kur’ân, kâinat kitabının ezelî bir tercümesidir. Kâinatın, tekvînî ayetlerini okuyan çeşitli dillerinin ebedî tercümanıdır. Görünmeyen ve görünen âlemin müfessiridir. Şu şehâdet âleminin perdesi arkasından gelen ebedî rahmânî iltifatların ve ezelî sübhanî hitapların hazinesidir. İnsanlık âleminin mürebbîsidir. İnsanlığın en ileri derecesi olan İslâmiyet’in hayat suyudur, ışığıdır. Bütün beşer nev’inin uyması gereken hakiki hikmet ve fikirdir. İnsanlığı mutluluğa götüren hakiki mürşiddir. Ve insana hem bir hukuk hem dua hem zikir ve ibadet hem bir fikir ve hikmet hem bir emir ve davet (tebliğ) kitabıdır. Hülâsa bütün insanlığın her türlü manevî ve fikrî ihtiyaçlarına mercî olacak çok kitapları ihtiva eden kutlu bir kitaptır.
Her yönüyle mucize olan Kur’ân-ı Kerim, aynı zamanda Kur’ân’ın mübelliği ve müfessiri olan Zât’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) da en büyük mucizesi ve peygamberliğinin en büyük delilidir.
Şimdi burada Kur’ân-ı Kerim’in mucize bir kitap olduğunu gösteren aşikâr özelliklerin ele alındığı Yrd. Doç. Musa Kazım Gülçür Hocamızın Yeni Ümit dergisinde yayınlanan makalesinden bir bölüme yer verelim:
Kur’ân’ın Mucizeliğini Ortaya Koyan Bariz Vasıfları
1. Kur’ân-ı Kerim, diğer mukaddes kitaplardan farklı bir şekilde, günümüze kadar Cenâb-ı Hakk’ın teminatıyla 1, ziyadelik-noksanlık, tebdil-tağyir vb. tüm hususlardan tamamen uzak kalmıştır. Bu çok önemli bir özelliktir ve dost-düşman herkesin üzerinde ittifak ettiği, reddedemediği bir gerçektir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim ilk indiği andan itibaren günümüze kadar, sayısız denecek derecede Kur’ân hafızlarının ezberi ve yazılarak çoğaltılması metotlarının çok yüksek derecede icrası ile sarsılmaz bir “korunmuşluk” zırhına alınmıştır.
2. Kur’ân-ı Kerim’de, Arapça ve diğer başka dillerdeki bütün diziliş şekillerinin dışında olan çok muhteşem bir diziliş (nazım) vardır. Kur’ân-ı Kerim’in nazmı şiire de benzemez. Çünkü onu düzen1eyen Rabbu’l-İzze şöyle buyurmaktadır: “Biz O’na (Muhammed’e) şiir öğretmedik, (şiir) ona yakışmaz da.”2 Bu âyet-i kerimeyle ilgili olarak iki nakilde bulunmak istiyoruz.
a) Sahih-i Müslim’de rivayet edildiğine göre: “Ebu Zerr’in (ra) kardeşi Üneys ona şöyle dedi: ‘Mekke’de senin dininden olan birisine rastladım. Peygamber olduğunu ve kendisini Allah’ın göndermiş olduğunu söylüyor.’ Ebu Zerr diyor ki: ‘Başkaları bu söze karşı ne diyorlar?’ diye sordum. O da: ‘İnsanlar O’nun için (haşa) şair, kâhin, sahir diyorlar’ dedi. Üneys aynı zamanda şairdi de. Şöyle devam ediyor: Kâhinleri dinledim, Muhammed’in sözü onlarınkine benzemiyor. O’nun sözlerini bütün şiir çeşitlerine, kafiye ve vezinlerine uygulamaya çalıştım, hiçbirisine uygun düşmedi. Vallahi Muhammed doğru, diğerleri ise yalan söylüyor”3
b) Keza, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Utbe b. Rebia’ya Fussilet suresini okuduğu zaman o da, Kur’ân’ın ne sihre ne de şiire benzemediğini ikrar etmişti.4 Çünkü Kur’ân-ı Kerim, Arapça’daki bütün ifade şekillerinden farklı bir diziliş ortaya koymuştu.5
Kur’ân kelimelerindeki güzel birleşim, gayet yüksek uyum, mânâ ve ahenk itibarı ile mükemmellik, az sözde çok anlamı barındırma, güzel söz meydana getirmede maharet sahibi olan Arapların gücünü aşan harika bir söz”cümle dizilişi vb. yüksek özellikler, Kur’ân-ı Kerim’in hiç kimse tarafından taklit edilemeyen bir mükemmelliğe sahip olmasına sebeb olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri şöyle diyor: “Kur’ân-ı Kerim’in, bütün İlâhî kelâmlar içinde cihet-i ulviyyeti ve bütün kelâmlar üstünde ciheti tefevvuku zahirdir. Nihayetsiz sayıdaki kelimeler içinde en büyük makamın Kur’ân’a verilmesinin sebebi şudur ki; Kur’ân İsm-i A’zamdan ve her ismin en yüksek mertebesinden gelmiştir…
Ayrıca, bütün âlemlerin Rabbi itibarı ile Allah’ın Kelâmıdır. Hem bütün mevcudatın ilâhı ünvanı ile Allah’ın fermanıdır. Hem semavat ve arzın yaratıcısı hâsiyeti ile bir hitaptır. Hem Rububiyyet-i Mutlaka yönü ile bir konuşmadır. Hem, sınırsız Subhanî Saltanat hesabına bir “Sonsuz Hutbe”dir. Hem, bütün varlığı kaplayan “rahmet” noktasından bir “Rahmanî İltifatlar Defteri”dir. Hem, uluhiyyetin büyük heybeti yönü ile, başlarında bazen şifre bulunan bir haberleşme kitabıdır. Hem, En Büyük İsim’den gelerek Yüce Taht’ın her yönüne bakan, teftiş eden hikmet ve güzelliklerle dopdolu bir “Mukaddes Kitap”tır.6
Yukarıda değinmeye çalıştığımız; kelimelerdeki güzel birleşim, gayet yüksek uyum, mânâ ve ahenk itibarı ile mükemmellik, az sözde çok anlamı barındırma vb. hususlar her surenin hattâ her âyetin lâzımı, ondan kopmayan bir özelliği hükmündedir. Bu önemli özellikleri ile, Kur’ân-ı Kerimi dinleyen her insan, onun cümlelerinin diğer beşer kelamlarından ayrı olduğunu hemen fark edecektir (Kurtubi, 1/73). Çünkü Kur’ân âyetleri, zahiri-batını ve öncesi-sonrası itibariyle ince bir mantıkla örülü bulunmaktadır. Allah (cc) buyuruyor: “Eğer (Kur’ân) Allah’tan başkası tarafından (indirilmiş) olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şey bulurlardı” (4, Nisa, 82). Dolayısı ile bu durum bizi rahatlıkla; “âyetlerle sureler arasında öyle kuvvetli bir münasebet vardır ki Kur’ân sanki tek bir kelime gibidir” (Suyuti, 1/54) yargısına götürür.
Burada, “kelime” kavramının “kelâm” kavramına açık delaleti sebebi ile bu bahse de kısmen değinmek istiyoruz. Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi Kur’ân-ı Kerim’in mucize bir kitap oluşu ile bağlantılı olarak “kelime”lere dönüşen “kelâm” konusunda şu değerli bilgileri veriyor: “Eğer kelâm, tahayyüldeki şekliyle ifade edilebilmişse, yani niyet ve ifade azmi tam ifadeye uymuşsa, o zaman bu kelâm tamdır. Aksine, tasavvur, tam tahayyülü kucaklayamamışsa bu, bir evvelkine göre kusurlu bir ifadedir ve eksiktir. Taakkül, kendine yüklenenleri ifadeye taşıyamamışsa, bir kısım derinlikler de onda elenmiş demektir. İşte bütün bu süzgeçlerden süzüle süzüle tahayyül mertebesine göre pek çok şey kaybeden kelâm eksik, tahayyüldeki derinlikleriyle ifade edilebilen mânâ, mefhûm ve niyet ise tamdır yani kusursuzdur. İşte bu mükemmeliyetin biricik şaheser örneği de sadece ve sadece Kur’ân-ı Kerim’dir. Ondaki bu mükemmel diziliş, sözü ister canlıdan, ister cansız görünen eşyadan kimden naklederse etsin, bir mânâda onun, tahayyül ve tasavvur ötesi derinlikleri korumasında aranmalıdır. Meseleye diğer bir yönüyle bakıldığında ise, insanlığın böyle bir kelâm ve beyana muvaffak olmasının imkânsız olduğu görülür. Evet beşer, veya başka varlıkların cinler ve melekler gibi kelâmlarında, niyet ve tahayyül mertebesinden, mânâ ve mazmunun yakalanıp bu şekilde ifade edilebilmesi mümkün değildir. Öyleyse, bu mükemmeliyeti yakalayan Kur’ân mucizedir ve Allah kelâmıdır” (Gülen, Fasıldan Fasıla 2, s. 174-175).
3. Kur’ân-ı Kerim, her sure ve âyetinde, her bölüm ve paragrafında, her başlangıç ve sonucunda âhenk ve musiki ile dopdolu üslûbuyla mümtaz bir mevkidedir. Öyle ki bu konuda bir sureyi diğerinden ayırmak, üstün tutmak büyük bir hata olur. Bu iç musiki, âyetlerin her birinin tek kelimesinde bile mevcuttur. Bu kelimeler ahenkleri ile sanki, parlak veya sönük renkleri, ince veya kalın gölgeleri olan eşsiz bir tabloyu yine aynı eşsizlikle tasvir etmektedirler. Meselâ, şu âyette anlatılan, Allah’a bakan mutlu yüzlerin parlaklığından daha parlak bir renk ve asık suratlı kötü yüzlerin karartısından daha siyah ve çirkin bir renk sanırız görülemeyecektir: “Nice yüzler vardır ki, o gün bütün güzelliği ile pırıl pırıl parlamaktadır. (O aydınlık yüzler) Rabb’lerine bakmaktadırlar. Nice yüzler de vardır ki, o gün somurtup kapkara kesilmiştir” (75, Kıyamet, 22″24). Mutlular tablosunda “nadira” kelimesi en parlak rengi yalnız başına resmetmekte, kötüler tablosunda ise “basira” kelimesi en çirkin rengi tek başına tasvir edebilmektedir (Suphi Salih, 6 s.266).
4. Kur’ân-ı Kerim’in diğer bir özelliği de onun gayb, yani görülüp bilinemeyen bazı hususlardan da haber veriyor olmasıdır. Meselâ: “O, Rasulünü hidayet ve hak dinle gönderdi ki o (hak dini), bütün dinlere üstün kılsın. Şahit olarak Allah yeter” (48, Fetih, 28). “Allah, imana erişip dürüst ve erdemli davranışlarda bulunanlara, tıpkı kendilerinden önce gelip geçen (inanmış toplumları) egemen kıldığı gibi, onları da mutlaka yeryüzünde egemen kılacağına; onları üzerinde görmekten hoşnut olduğu dini onlar için kökleştireceğine ve çektikleri korkulardan, kaygılardan sonra onları mutlaka güvenli bir duruma kavuşturacağına dair söz vermiştir” (24, Nur, 55). “Andolsun Allah elçisinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse güven içerisinde Mescidi Haram’a gireceksiniz” (48, Fetih, 27). “İmdi, (hatırlayın) Allah (bu) iki (düşman) topluluğundan birinin sizin olduğunu vaad etmişti” (8, Enfal, 7). “Elif, Lam, Mim. Rumlar yenildi. Yakın bir yerde. Ama bu yenilgiye rağmen (yeniden) galip gelecekler. Bir kaç yıl içinde. Çünkü karar yetkisi, eninde sonunda Allah’a aittir. O gün müminler de Allah’ın verdiği zafer sayesinde sevineceklerdir. Zira O, mutlak galiptir, sınırsız merhamet ve ihsan sahibidir.” (30, Rum, 15) İşte bütün bu ayetlerde sadece Cenab-ı Hakk’ın bilebileceği o güne göre gaybe ait haberler yer almaktadır. Cenab-ı Hak, O’nun sıdkına delil olsun diye Rasulünü (sas) ve müminleri bu gaybî haberlere Kur’ân-ı Kerim vasıtası ile vakıf kılmıştır.
5. Hz. Peygamber (sas)’in ümmiliği de Kur’an’ın mucizeliğinin.ortaya çıkmasında en mühim bir âmil durumundadır. Bakıllani de Kur’ân’daki i’caz yönlerini: a) O’nun gaybdan haber vermesi, b) Bedii nazmı, ve c) Hz. Peygamber’in ümmiliği olmak üzere üçe ayırmıştır (Mahluf, el-Bakıllani ve İ’cazu’l-Kur’ân’ı, s.137) Hz. Peygamber (sas), ilim kitaplarına bizzat müracaat imkânlarına sahip değildi. Çünkü, muarızlarının da ittifakıyla ümmî olarak doğmuş, ümmî olarak yetişmiş, daha önceleri sağ eliyle ne bir yazı yazmış, ne de bir kitap okumuş bu ümmî peygamber (29, Ankebut, 48), kendi asrından çok daha önceki tarihlerde cereyan etmiş hâdiselerden haber vermişti. Hz. Peygamber; ümmetleri ile birlikte onlara gönderilen enbiyayı anlatmış, tarihî olaylardan bahsetmiş, ehl-i kitabın kendisine tevcih etmiş oldukları; Ashab-ı Kehf, Musa-Hızır ve Zülkarneyn aleyhimüsselam ile ilgili sorulara, ümmî bir toplumun en ümmisî olduğu, bu mevzular hakkında daha önceden bir bilgisi bulunmadığı hâlde, Allah’ın (cc) kendisine vahyetmesi ile anlattığı şeyler, ehl-i kitabın kendi mukaddes kitaplarında da kısmen bulabileceği ve yine kendisinin doğru olduğuna kanaat getirecekleri şekilde mukni ve tatminkâr cevaplar vermiştir. Kadı İbnu’t-Tîb diyor ki: Kabul etmek gerekir ki, Hz. Peygamber’in bu bilgileri verebilmesi için daha önceden bir öğrenim görmüş olması gerekirdi. Öğrenim görmediği herkesçe bilindiğine göre, bu bilgileri ancak ilâhî vahiy yoluyla insanlara getirdiği kendiliğinden ortaya çıkar (Kurtubi, Ahkam, 1/74).
6. Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hakk’ın Rasulüne ve mümin1ere verdiği sözler, bu sözlerin gündüz gibi ortaya çıkması ve Hz. Peygamber’in bu sözler karşısında göstermiş olduğu sınırsız teslimiyet vb. hususlar da Kur’ân’ın mucizeliğini yansıtan başka bir kaynaktır. Yüce Allah, risaletini tebliği anında karşılaşabileceği güçlükler sebebiyle Hz. Peygamber’in hayatını korumayı üstüne almıştır: “Ey Peygamber! Rabb’inden sana indirileni tebliğ et; eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah, seni insanlardan (onların şerrinden) koruyacaktır” (5, Maide, 67) Kendilerini askerlerin ve yardımcıların koruduğu nice hükümdârlar ve ileri gelenler suikastçilerin ellerinden kurtulamamışlardır. Fakat bu gerçek söze, Rasulul1ah (sas)’ın gösterdiği itimadı şu nakilde görmeye çalışalım: Hz. Aişe (ra)’den rivayet ediliyor: Geceleri Rasulullah’ın yanında müminler nöbet tutarlardı. Bu âyet iner inmez: Gidin, beni Allah koruyacak dedi (Tirmizi, Tefsir, Maide). Gerçekten Yüce Allah’tan başka hiç kimsenin koruyamayacağı durumlara maruz kalmıştı. Bir çoğu arasından şu hâdiseyi misal olarak verelim:
“Seferlerimiz esnasında gölgeli bir ağaca rastladığımızda orasını Rasulullah Efendimiz’in istirahati için tahsis ederdik. Zatürrika gazvesinde Peygamber Efendimiz (sas) bir ağacın altında konakladı, kılıcını da ağacın üzerine astı. Müşriklerden biri kılıcı alarak kınından çıkardı ve Rasulullah’a: Benden korkuyor musun? diye sordu. O da: Hayır! diye cevap verdi. Müşrik: Peki, şimdi seni elimden kim kurtaracak?” dediğinde Hz. Peygamber: Allah kurtaracak, bırak kılıcı! dedi, o da kılıcı bıraktı (Buhari, Meğazi, 31) Ayrıca, Müslümanların dağıldığı, kendisinin düşmanlar arasında yalnız kaldığı Huneyn muharebesinde dahi: “Ben peygamberim, bunda yalan yok. Ben Abdulmuttalib’in oğluyum” (Buhari, Cihad, 52) diyerek kısrağından inmiş, düşmanlara meydan okumuştu. Neticede ona en ufak bir zarar bile veremediler. Bilakis, Allah onu görünmez ordularıyla (9, Tevbe, 26) destekledi, Kendi eliyle düşmanlarını defetti.
Hudeybiye mütarekesinin yapıldığı yıl Müslümanların Mekke’ye gjrmesi engellenmişti. Kureyşliler antlaşma maddelerinden birini, “Müslümanlar şayet ertesi yıl hacc için Mekke’ye geleceklerse, kınında olan kılıç dışında hiç bir silah taşımayacaklardır” şeklinde belirlemişlerdi (İbn Sa’d, Tabakat, 2/101). Müşriklerin ahdi bozduklarına, mü’minlerle akrabalık bağlarını kesip attıklarına, Allah Teala’nın nazarındaki her türlü Mukaddesatı çiğnediklerine şahit olmuş bulunan Müslümanlar, müşriklerin vermiş olduğu bu söze güvensinler miydi? Şu anda kurbanlıklarıyla hacc için gelmişken onların bu ibadetini engelleyen zaten onlar değil miydi? Şimdi bunu yapanlar yarın kimbilir neler yaparlardı? Diyelim ki Müslümanların ertesi yıl hacc etmesine imkân tanıyarak verdikleri sözü tuttular. Peki silahsız ve kuvvetsiz olarak Mekke’ye giren müminler, onların yanlarında canlarından nasıl emin olabileceklerdi? Bu, onların yavaş yavaş tuzağa çekme plânı olamaz mıydı? Nitekim kındaki kılıç dışında hiçbir silâh taşımamayı şart koşmaları da bunun delili sayılamaz mıydı? Kılıç sadece, müşriklerin elleri ve mızraklarıyla savaşmalarına karşı bir güvenlik tedbiri olabilirdi, ama meselâ ok yağmuruna tutulmaları hâlinde ne yapabilirlerdi? İşte böyle müthiş bir vaziyette oldukları bir sırada şu üç şeyi; yani Mekke’ye girmeyi, güvenliği ve bir de hacc ibadetini ifa etmeyi teminat altına alan âyet geldi: “Biz sana apaçık bir zaferin önünü açtık. Allah, Rasulünün rüyasını elbette doğru çıkaracaktır. İnşaallah siz, kiminiz başını traş ettirmiş, kiminiz saçlarını kısaltmış olarak, Mescid-i Haram’a korkmaksızın tam bir güvenlik içerisinde gireceksiniz. Allah, sizin bilemediğiniz şeyleri bildiğinden ondan önce yakın bir zafer nasip etti (48, Fetih, 127). Bilindiği gibi ertesi yıl, Müslümanlar kaza umresini güvenlik içerisinde yaptılar. Mekke’de üç gün kalarak bütün menasiki ile hacc ziyaret1erini ifa ettiler. (Draz, En Mühim Mesaj, 62. Bu husustaki hadîsler için bkz. Buhari, Megazi, 35; Ebu Davud, Menasik, 79)
7. Burada son özellik olarak, Kur’ân-ı Kerim’in meydan okumasına yer vermek istiyoruz. Cenab-ı Hak, Bakara suresi 23-24. âyetlerde şöyle buyurmaktadır: “Eğer kulumuza ceste ceste indirdiğimiz Kur’ân’dan şüphede iseniz haydi onun surelerinden birine benzer bir sure meydana getirin ve Allah’tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın, iddianızda haklı iseniz! Bunu yapamazsanız ki hiçbir zaman yapamayacaksınız, çırası insanlarla taşlar olan o ateşten sakınınız. Bu ateş inanmayanlar için hazırlandı.” Hud suresi onüçüncü âyette ise şunu görürüz: Yoksa Kur’ân’ı kendisi uydurmuş mu diyorlar! De ki: İddianızda tutarlı iseniz, haydi Kur’ân’a benzer on sure getirin, isterse kendi uydurmanız olsun ve Allah’tan başka çağırabileceğiniz herkesi de yardımınıza çağırın.” Bediüzzaman hazretleri bu hususu İşaratu’l-İ’caz adlı eserinde oldukça güzel izah ve ispat ettiğinden dolayı burada bu kadarla yetinmiş oluyoruz.
Bu kısa çalışmamızda elbette Kur’ân-ı Kerim’in özelliklerinin ne tamamını ne de büyük bir kısmını göstermiş oluyoruz. Çünkü Kur’ân, vahyedilmiş bir kitaptır. O, inen bir tenzildir. Bu sebeple onun kıyamete kadar izahları yapılacaktır. Selefimiz (Allah hepsinden razı olsun) bu Yüce Kitab’ı ilgilendiren her hususa büyük bir aşkla sarılmışlar; âyet ve harf1erini, noktalarını bile saymışlardır. Bu, Rabbanî bir hikmettir. Kendi madeninde sonsuz bir durumdadır. Kur’ân, insanı kendisine öyle bağlar ki, muhatabın kulağına anlayacağı şekilde açıktan açığa fısıldar. Fakat muhatap, ondan ve tadından, Allah’a yakınlığı nisbetinde haberdar olur. Ama yine de herkes Kur’ân’dan bir şekilde tad alır ve sütünden gıdalanır. Yalnız, olgunlar için, Kur’ân’ın mânâsında ayrı bir zevk vardır. Ve onlar daha büyük ve yüksek mana platformlarına Allah’ın izni ve kudreti sayesinde çıkabilir, orada da Allah sevgisi ve aşkı ile gerçek insanlığa ulaşabilirler. İşin doğrusunu en iyi O bilir.