Ehl-i Kitab’ın Arap Yarımadasından Çıkarılması
Evs ve Hazrec kabilesinin başında bulunan Sa’d İbn-i Muaz ve Sa’d İbn-i Ubâde’nin Müslüman olması, Medine yönetimi noktasında bazı gelişmelere sebebiyet vermişti. Bu iki lider, hicretten sonra Allah Resûlü’ne (aleyhissalâtu vesselâm) tâbi olmuş ve Medine’nin idaresi tabii olarak Müslümanlara geçmişti. O, idareyi devralmadan önce Evs ile Hazrec, 120 yıldır devam eden iç savaş halindeydi. Şehirde etkili ve güç sahibi Kaynuka, Nadîr ve Kurayza isimli üç büyük Yahudi kabilesi vardı ve onlar da hem kendi aralarında hem de Evs ve Hazrec ile zaman zaman çatışmaya dönüşen bir çekişme içerisindeydi. Kendisini öldürmek için peşine düşen müşrikleri ve ödül avcılarını atlatıp Kuba’ya ulaşan Allah Resûlü, bir müddet burada kalmıştı. Bu süre zarfında hem şehirde yaşayan müşriklerin hem Ehl-i Kitab’ın gelişine verdiği tepkiyi gözlemlemiş hem de şehrin sosyolojik bir analizini yapıp emniyet ve güven dolu yarınlar adına atacağı adımları belirlemişti.
İslam; barış, huzur, emniyet ve güven diniydi ve Müslümanlar da bu değerlerin yeryüzündeki en samimi temsilcileriydi. Bundan dolayı Allah Resûlü, sulhu öncelemiş ve muhacirlerle onları davet eden ve kendilerine kucak açan Ensar arasında göçün beraberinde getirdiği sıkıntıların çözümü için düşündüğü “muahat/kardeşleştirme” projesini ikinci sıraya almıştı. İlk olarak Medine’de yaşayan farklı kimlikleri ve onların temsilcilerini bir araya toplamıştı. Her kesimin birlikte barış, huzur, emniyet ve güven içerisinde yaşamalarını sağlayacak, din ve vicdan hürriyeti başta olmak üzere temel hak ve hürriyetleri koruma altına alan bir anlaşma ve hukuk metni oluşturmuştu. Herkesin gönüllü bir şekilde “Evet!” demesi ve altına imza atmasıyla bu anlaşma ve anayasa metni yürürlüğe girmişti. Böylece O hem geçmişten miras kalan bütün kavgalara son vermiş hem de bir arada emniyet ve huzur içerisinde yaşamayı hukuki güvence altına almıştı.1
Şiddetin Genele Teşmil Edilmemesi
Bu anlaşma ve anayasaya rağmen bazı Yahudîler özellikle Nadîroğullarının ileri gelenleri, fırsatını buldukça O’na ve kadın erkek ashâbına kötülük yapmaya devam etmişlerdi. Allah Resûlü, ferdi planda ortaya konulan bu şiddet eylemlerini, “Şu muhakkak ki gerek mallarınızda gerek canlarınızda imtihana tâbi tutulacaksınız. Sizden önce kendilerine kitap verilen Yahudi ve Hıristiyanlardan ve bir de müşriklerden sizi inciten birçok söz işiteceksiniz. Ama siz sabreder ve günahlardan korunursanız, muhakkak ki bu davranış, yapılacak işlerin en değerlisidir.”2, “Sırf nefislerinden ileri gelen bir kıskançlık sebebiyle Ehl-i kitaptan birçok kimse, gerçek kendilerine ayan beyan belli olduktan sonra, sizi imanınızdan uzaklaştırıp kâfir haline çevirmek isterler. Yine de Allah bu husustaki emrini bildirinceye kadar affedin ve hoşgörün! Şüphesiz Allah her şeye kâdirdir.”3 âyetleri çerçevesinde sabır, af ve müsamaha ile karşılamış ve genel huzurun bozulmaması adına yapılanları sineye çekmişti. Müslümanlara reva gördükleri şiddete ve pazar yerlerine yaptıkları kundaklamalara rağmen O’nun sergilediği feragatle iki yıl boyunca her kimlik emniyet ve güven içerisinde kendi hayatını yaşamıştı.
Kaynukalıların Anlaşmaya İhaneti ve Çıkarılmaları
Bedir’de elde edilen zafer, Müslümanların Kureyş tarafından yok edileceğini uman ve bundan dolayı sakin duran Medine’deki münafıkları, Yahudi kabilelerini ve Arap yarımadasındaki müşrik kabileleri harekete geçirmişti. Bu çerçevede ilk olarak Kaynuka Yahudileri anlaşmaya ihanet etmiş; pazarlarında Müslüman bir kadına saldırmış, bir sahabîyi öldürmüş ve iç isyana kalkışmışlardı. Bunun üzerine kaleleri kuşatılmış ve bir müddet sonra teslim olmuşlardı. Allah, farklı kimliklerle alakalı hükümlerinde Resûlü’nü serbest bırakmış; İslam hukukuna ya da onların kendi hukuklarına göre karar vermede hür kılmıştı.
Tevrat’a göre erkeklerin öldürülmeleri, kadın ve çocukların köleleştirilmeleri gerekiyordu. O günkü devletlerin teamülleri de çok farklı değildi. Fakat Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm), merhameti ve yaşatmayı tercih etmiş ve ne Tevrat’a ne de teamüllere göre hüküm vermişti. Onlardan isyana kalkışanların, silahlar hariç sahip oldukları ve taşıyabilecekleri ne kadar malları varsa hepsini alıp Medine’den çıkmalarına hükmetmişti. Bu karar diğer seçenekleri düşününce onlar tarafından memnuniyetle karşılanmış ve üç gün içerisinde gerekli hazırlıkları yapıp şehirden ayrılmışlardı.4
Nadîroğullarının Anlaşmaya İhaneti ve Çıkarılmaları
Kaynuka isyanına rağmen Allah Resûlü, şehirde yaşayan diğer küçük büyük Yahudi kabileleri ile Medine Vesikası’nda kararlaştırılan hukuki esaslar çerçevesinde karşılıklı saygı içerisinde yaşantısını sürdürmüştü. Kaynukalıların suçunu genele teşmil edip şehirde yaşayan bütün Yahudileri içine alan bir karara imza atmamıştı. Fakat buna rağmen Uhud savaşından sonra ilk günden beri her fırsatta şiddete başvuran, gizli gizli Kureyş’i ve Gatafan’ı Müslümanlara saldırmaya teşvik eden hatta bunun için onlarla anlaşma imzalayan Nadîroğulları, isyan etmiş ve Allah Resûlü’nü öldürmeye kalkışmışlardı. Kendilerine sunulan çözüm tekliflerini kabul etmeyince kaleleri kuşatılmış ve onlar da uzun süre dayanamayıp teslim olmuşlardı. Aynı şeyler onlar için de geçerliydi ama Allah Resûlü yine öldürme ve köleleştirme yerine sahip oldukları her şeyi yanlarına alıp şehirden ayrılmalarına hükmetmişti.5
Allah Resûlü’nün onların diledikleri bir yerde ve hür bir şekilde hayatlarına devam etmeleri için verdiği bu kararlar arkada kalan Yahudi kabilelerini isyan noktasında cesaretlendirse de O bu çizgisinden vazgeçmemişti. Yine Nadîroğullarının yaptığından hareketle diğer Yahudi kabilelerini de gündeme getirmemiş ve onlarla ilişkisini ilk geldiğinde beraberce kararlaştırdıkları anlaşma ve anayasa çerçevesinde sürdürmüştü. Hicretin beşinci yılında, Medine’den çıkarılan Nadîroğulları ve Hayber Yahudileri, bütün müşrik Arap kabilelerini topyekûn Medine’ye saldırmaya ve Müslümanları yok etmeye ikna etmiş ve onların organizatörlüğünde yaklaşık bir ay sürecek Hendek/Ahzâb süreci yaşanmıştı.6
Kureyzalıların Anlaşmaya İhaneti ve Tevrat’a Göre Cezalandırılmaları
İslam toplumunun zihninde Allah Resûlü’nün sergilediği onca merhamete ve müsamahaya karşı Yahudi kabilelerinin sergilediği vefasız ve saldırgan tavır ve tutum, derin izler bırakmıştı. Nadîroğullarının canları bağışlanmışken yaptıkları bu organizatörlük ve kışkırtma, bardağı taşıran son damla olmuştu. Üstelik yine onların başındaki Huyey İbn-i Ahtab’ın faaliyetleriyle beş yıldır Medine’de hür ve adil bir şekilde yaşama imkânına kavuşan Kurayza Yahudileri de anlaşmaya ihanet etmişti. Ahzâb ordusuna karşı Hendek’te savunma mücadelesi veren Müslümanların arkada bıraktığı sivillere; kadınlara ve çocuklara saldırmışlardı. İki ateş arasında kalan İslam toplumu, yaklaşık bir ay boyunca korku dolu günler yaşamıştı. Kuşatmadan dolayı askerler cepheyi terk edememiş ve siviller, katliama karşı kendilerini savunmak zorunda kalmıştı.
Ahzâb ordusu kuşatmayı kaldırıp çekilince anlaşmayı bozan ve anayasaya ihanet eden Kurayzalıların kaleleri kuşatılmış ve bir müddet sonra “kendilerinin seçeceği birisinin hükmüne teslim olacaklarını” haber vermişlerdi. Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm) onaylayınca önceden müttefik oldukları Hz. Sa’d İbn-i Muaz’ı (radıyallahu anh) haklarında karar vermesi için seçmişlerdi. Hz. Sa’d, onlarla alakalı hükmünü, kitapları Tevrat’a göre vermişti.7 Fakat buna rağmen Allah Resûlü, İslam’a girenleri ve kendilerine eman verilenleri affetmişti. Medine’de yaşayan ve anlaşmaya sadık kalan diğer küçük Yahudi kabilelerine ise dokunmamıştı.
Hayber Yahudileri ile Yapılan Anlaşma
Kureyş ile Hudeybiye anlaşmasını imzalamış ve hemen peşinden Ahzâb savaşını organize eden ve Medine’ye saldırı hazırlıklarına başlayan Hayber’i kuşatmıştı. Yaklaşık iki ay süren kuşatma sonrasında Hayber fethedilmiş ve Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm), yine onları Tevrat’a göre öldürmek ve köleleştirmek ya da daha önce tercih ettiği haliyle şehirden çıkarmak yerine ihtiyaç duyulursa çıkarma inisiyatifi Müslümanlar da kalmak kaydıyla8 onların yaptığı anlaşma teklifini kabul etmişti. Buna göre Hayber Yahudileri evlerinde yaşamaya ve bahçelerinde çalışmaya devam edecek ve her yıl elde ettikleri mahsulün yarısını devlete vereceklerdi.9 Anlaşmayı imzalayan Allah Resûlü, ganimetler arasında bulunan Tevratları sahiplerine iade etmiş, başlarına bir vali bile atamamış ve Hayber’den ayrılmıştı. Dönüş yolunda Fedek ve Vadilkura Yahudileriyle de benzeri anlaşmalar yapmıştı.10 Ömrünün sonuna kadar da -yaklaşık dört yıl boyunca- bu anlaşmalara sadık kalmıştı.
Necran Hristiyanları ile Yapılan Anlaşma
Mekke’nin fethinden sonra Yemen’deki müşrik kabileler, Medine’ye heyetler göndermeye ve bir bir Müslüman olmaya başlamıştı. Bu arada Allah Resûlü, Necran’da yaşayan Hristiyanlara bir mektup göndermişti. Bunun üzerine onlar, yavaş yavaş Medîne’nin idaresine geçen bölgede kendi durumlarını netleştirmek için Medine’ye 60 kişilik bir heyet yollamışlardı. Allah Resûlü, heyeti Mescid-i Nebevî’de bizzat ağırlamış ve en nihayetinde Necran Hristiyanlarıyla onların temel hak ve hürriyetlerini koruma altına alan ve ilişkileri düzenleyen bir anlaşma imzalamıştı.11
Ömrünün sonuna kadar bu anlaşmaya da sadık kalmıştı. Ama hem Hayber Yahudileri hem de Necranlılar, daha Allah Resûlü hayatta iken zaman zaman bu anlaşmalara ihanet sayılabilecek cürümlerin içine girmişlerdi. Meselâ Hayberliler, Hayber’de Ensar’dan Hz. Abdullah İbn-i Sehl’i (radıyallahu anh) öldürmüşlerdi. Necran Hristiyanlarından bazıları ise Esvedü’l-Ansi ayaklanmasına destek vermişlerdi.12 Kendileriyle anlaşma yapılan müşrik Arap kabileleri de aynı durumdaydı ki anlaşmalara ihanetleri karşısında Tevbe sûresi ile Cenâb-ı Hak kendilerine ültimatom vermişti.13
Karşı Taraf İhanet Ederse O’nun Yaptığı Anlaşmaların Durumu
Bütün bunlar üzerine Allah Resûlü; onların ihanet düşüncelerinin önüne geçmek, devrin süper güçleriyle karşı karşıya gelmek zorunda kalacak Müslümanların içlerinde onlarla iş birliği yapma potansiyeli bulunan bu gruplara karşı idareyi devralacakların işini kolaylaştırmak, fiili olarak İslam toplumunu sarsacak birtakım kötülüklere girdiklerinde kendi yaptığı anlaşmaları yeniden değerlendirme imkanı sunacak şekilde gerekirse “Kendisinden sonra Yahudileri, Necranlı Hristiyanları ve müşrikleri Hicaz’dan/Arap yarımadasından çıkarılabileceklerini” haber vermişti.14
Allah Resûlü hayatta iken bu üç kimlik, Arap yarımadasında yaşamaya devam etmişlerdi. O’ndan sonra Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh) yönetimi devralmıştı. Halifeliği döneminde Yahudiler ve Necranlı Hristiyanlar çıkarılmayı gerekli kılacak boyutta bir suç işlemedikleri için Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtu vesselâm) bu kimliklerle yaptığı anlaşmalar çerçevesinde ilişkilerini sürdürmüştü.15 Hatta o, Necranlı Hristiyanlarla yapılan anlaşmayı yenilemişti.16
Hayberlilerin Anlaşmaya İhaneti, Teymâ ve Eriha’ya Yerleştirilmeleri
Onun vefatından sonra devlet başkanlığını devralan Hz. Ömer de yedi yıl boyunca daha önce onlarla imzalanan anlaşmalar çerçevesinde ilişkileri yürütmüştü.17 Fakat halifeliğinin son yıllarında bu grupların yaşadığı yerlerde sıkıntılar ortaya çıkmıştı. Öncelikle Hayberliler, muhatap oldukları Müslümanlara kötü muameleye etmeye başlamıştı.18 Zararı İslam toplumuna da dokunacak şekilde ve boyutta kendi aralarında fuhşu yaygınlaştırmışlardı.19 Muhtemelen bunun bir neticesi Hayber’de sürekli salgın hastalıklar yaşanmaya başlanmıştı.20 Abdullah İbn-i Ömer, Zübeyr İbn-i Avvam, Mikdad İbn-i Amr ve Said İbn-i Zeyd, teftiş için Hayber’e gelmişlerdi. Gece evinin damında uyuyan Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’a suikast girişiminde bulunmuş; damdan atmışlardı. Bunun üzerine Hz. Abdullah’ın elleri ve ayakları kırılmıştı.21 Bu arada Muzahhir İbn-i Rafi isimli bir sahabî, Hayber’deki bahçesinde çalışmak üzere Şam’dan on Hristiyan işçi getirmişti. Hayberliler bu işçileri tahrik etmiş ve Hz. Muzahhir’i (radıyallahu anh) öldürtmüşlerdi.22
Hayber, başkentin hemen yanı başında çok kritik bir konumdaydı. Özellikle son iki hadise bardağı taşıran son damlalar olmuştu ve Hz. Ömer (radıyallahu anh), son zamanlarda fırsatını buldukça anlaşmaya ihanet eden bu kimseleri sürekli cezalandırmak yerine kalıcı bir çözümü gerekli görmüştü. Bunun üzerine halkı toplamış ve onlarla alakalı kararını şu şekilde açıklamıştı: “Biz Hayberlilerle dilediğimiz vakit onları çıkarmak üzere anlaşmıştık. Daha önce Ensar’dan birinin canına kastettikleri gibi şimdi de Abdullah İbn-i Ömer’e saldırdılar. Orada onlardan başka bize düşman kesilen bir kesim tanımıyoruz. Kimin Hayber’de malı varsa alsın. Zira ben, yapıp ettiklerinden dolayı Yahudileri oradan çıkarmaya karar verdim.”23
Hayberlileri bu şekilde anlaşmaya ihanete iten sebeplerden birisi, Hayber’deki ziraat faaliyetlerini, yeterli ve nitelikli işgücü bulunmadığı için Müslümanların deruhte edemeyeceğini, onların kendilerine muhtaç olduğunu, doğal olarak da kendilerine kimsenin dokunamayacağını düşünmeleriydi. Ama Hayber’in fethinden sonra aradan geçen on üç yıllık zaman zarfında büyük değişimler yaşanmış ve bu arazilerin heba olmasının önüne geçecek insanlar yetişmişti. Bunu da dikkate alan24 Hz. Ömer, daha büyük sıkıntılar yaşanmasını engelleme adına aldığı bu kararı, en kısa sürede tatbik etmişti.
Yahudileri Hayber’den çıkarmış; dindaşlarının yoğunlukta olduğu ve yine İslam devletinin sınırları içerisinde bulunan Teymâ ve Eriha bölgelerine devlet kontrolünde yerleştirmişti.25 Çıkarılmadan önce ellerinde bulunan hurmanın tamamını satın almış ve bedelini hem yolculuk boyunca hem de gittikleri yerde kendilerine lazım olacak deve, deve yuları, deve palanı, mal vs. şeyler olarak kendilerine teslim etmişti.26 Hz. Ömer (radıyallahu anh), daha önce Kufe ve Basra şehirlerini inşa ettirip bazı Müslüman kabileleri de iskân politikası çerçevesinde buralara yerleştirdiği için bu süreç, belli bir tecrübe dahilinde kimse mağdur edilmeden gerçekleşmişti.
Necranlı Hristiyanların Anlaşmaya İhaneti ve Irak’a Yerleştirilmeleri
Onun döneminde Arap yarımadasından çıkarılan bir grup da Necranlı Hristiyanlardı. Onlar da Hz. Ömer’in (radıyallahu anh) halifeliğinin yedinci yılında Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm) ve Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh) ile imzaladıkları anlaşmalara ihanet etmişlerdi. Öncelikle askerî yığınak yapmaya; at ve silah gibi savaş malzemeleri toplamaya başlamışlardı ve bu durum, onların Müslümanlara saldırabileceği hususunda Hz. Ömer’i endişeye sevk etmişti.27 Zira eli silah tutan Necranlıların sayısı kırk bin kişiydi28 ve bir isyan durumunda İslam ordularının yerleştiği karargâhlar, tam ters istikamette ve başkente Necran’dan çok daha uzak bulunan Şam, Mısır ve Irak’taydı. Sonra anlaşmanın “faiz yememe” maddesini29 de ihlal etmişlerdi.30
Bütün bunlar31 üzerine Hz. Ömer, onların bölgede bir fitne unsuru haline gelmelerini engelleme ve İslam toplumuna verecekleri zararın önüne geçme adına bir kısmını Kûfe yakınlarına taşıma kararı almıştı. Bu karar da çok geçmeden devlet desteğiyle hayata geçirilmiş ve onlar da İslam toprakları içerisinde güvende olacakları ve isyana yeltenemeyecekleri Kufe yakınlarında verimli bir bölgeye yerleştirilmişti.32
Bu iki grubun dışında kalan Yahudiler ve Hristiyanlar; mesela Yemen’in kalan bölgelerinde ve Bahreyn’de yaşayan Hristiyan ve Yahudiler, Dûmetu’l-Cendel ve Eyle Hristiyanları, Vâdi’l-Kurrâ,33 Cerba, Ezruh, Eyle ve Makna Yahudileri kendileriyle yapılan anlaşmalara sadık kaldıkları için Arap yarımadasında, yerlerinde yaşamaya devam etmişlerdi. Müşrikler de bir müddet sonra Müslüman olduğu için onlarla alakalı bir süreç yaşanmamıştı.
Sonuç
Allah Resûlü, hayatta iken Yahudi ve Hristiyanlarla anlaşmalar yapmış ve onlar bu anlaşmaları ihlal edinceye kadar hepsine sadık kalmıştı. Hz. Ebû Bekir, O’nun yaptığı bu anlaşmaları sürdürmüş hatta bazılarını yenilemiş ve onların Allah Resûlü dönemindeki statülerinde devam etmelerine izin vermişti. Zira onların Hicaz bölgesinden çıkartılmalarıyla alakalı nebevî beyanları, “emir” şeklinde değil şayet anlaşmalara ihanet eder ve İslam toplumu için tehdit ve tehlike oluşturmaya başlarlarsa “bir güvenlik hamlesine izin” şeklinde anlamıştı. Hz. Ömer’in anlayışı da bu şekildeydi. Bundan dolayı o, devlet başkanlığının ilk yedi yılında Hicaz bölgesindeki Yahudi ve Hristiyanların kendileriyle yapılan anlaşmalar çerçevesinde emniyet ve güven içerisinde ve hür bir şekilde bulundukları yerlerde yaşamalarına izin vermişti.
Onlardan bazılarının anlaşmaya ihanet edip İslam toplumuna zarar vermeye başladıklarını görünce işler daha vahim boyutlara ulaşmadan bir çözümü gerekli görmüş ve onları, halifeliğinin yedinci yılında yaşadıkları yerden çıkarıp güvenli ve huzur içerisinde yaşayabilecekleri uygun bölgelere yerleştirmişti.34 Hatta bu insanların mağdur olmaması adına arkada bıraktıkları menkul, gayr-ı menkul bütün malları satın almış ve bedelini kendilerine ödemişti.35 Yerleştirildikleri yerlere bakan valilere onların hak ve hürriyetlerini güvence altına alan, göçün beraberinde getirdiği sıkıntıları en aza indirmeyi hedefleyen mektuplar göndermişti. Hz. Ömer’in hangi duygularla hareket ettiğini anlamamıza da vesile olacak bu mektuplardan mesela Necran Hristiyanlarıyla alakalı gönderdiği ve bir örneğini kendilerine de verdiği mektup şu şekildeydi:
“Bu mü’minlerin emiri Ömer’in Necran halkına yazdığı “eman/dokunulmazlık/güvence” belgesidir. Allah Resûlü ve Ebû Bekir’in yazdıklarına bir vefakârlık olarak onlardan yeni yerleşim yerine giden herhangi bir kimse Allah’ın emanı altındadır ve Müslümanlardan hiç kimse ona bir zarar vermez/veremez. Şam ve Irak valilerinden her kim onların yerleştirildiği bu yeni yere; Irak Necran’ına uğrarsa onlara geniş topraklar versin. Onların bu topraklardan elde edecekleri şeyler, kendilerine Allah rızası için ve eski topraklarına karşılık olarak bağıştır. Onlar bu topraklardan elde ettikleri şeyler için hiç kimseye bir şey vermeyecektir. Müslümanlardan herhangi bir kimse onlara zulmeden birine rastlarsa kendilerine yardım etsin, zira onların “zimme”si vardır; zimmi statüsündedirler. Onlar, ödemekle mükellef oldukları cizyelerinden yeni yerlerine geldiklerinden itibaren iki yıl muaf tutulmuşlardır. Ancak kendi imal ettikleri bezden gelir vergisi ödeyeceklerdir. Onlara zulüm yapılmayacak ve fazla fiyatla bir şey satılmayacaktır.”36
Görüleceği üzere kendileriyle anlaşma yapılan Ehl-i Kitab’a mensup kabileler, bu anlaşmalara sadık kaldıkları sürece bulundukları bölgelerde her türlü hak ve hukuklarını emniyet, huzur ve güven içerisinde hayata taşımış ama ihanet ettiklerinde daha vahim şeyler yaşanmaması adına devlet desteğiyle birlikte yine Müslümanların idaresi altında bulunan güvenli, verimli ve uygun bölgelere yerleştirilmişlerdir.
2003 yılında ilahiyat üzerine lisans eğitimini bitirdi. 2012 yılında yüksek lisansını tamamladı. 2015-2016 yıllarında özel bir üniversitede misafir öğretim görevlisi olarak dersler verdi.
Dipnot:
- Bkz. İbn-i Hişâm, Sîre 2/113, 114
- Âl-i İmrân Sûresi, 3/186
- Bakara Sûresi, 2/109
- Bkz. İbn-i Hişâm, Sîre 3/6, 7
- Bkz. İbn-i Hişâm, Sîre 3/114-117
- Bkz. İbn-i Hişâm, Sîre 3/130-144
- Hz. Sa’d’ın (radıyallahu anh) hüküm verirken esas aldığı Tevrat’ın ilgili beyanları şunlardır: “Bir şehre saldırmadan önce şehir halkına barış önerin. Barış önerinizi benimser, kapılarını size açarlarsa, şehirde yaşayanların tümü sizin için angaryasına çalışacak, size hizmet edecekler. Ama barış önerinizi geri çevirir, sizinle savaşmak isterlerse, şehri kuşatın. Tanrınız Rab şehri elinize teslim edince, orada yaşayan bütün erkekleri kılıçtan geçirin. Kadınları, çocukları, hayvanları ve kentteki her şeyi yağmalayabilirsiniz. Tanrınız Rab’bin size verdiği düşman malını kullanabilirsiniz. Yakınınızdaki uluslara ait olmayan sizden çok uzak şehirlerin tümüne böyle davranacaksınız.” Bkz. Tevrat, Tesniye: Bâb 20:10-16
- Bkz. Buhârî, Farzu’l-Humus 19
- Bkz. Buhârî, Meğâzî 41; İbn-i Hişâm, Sîre 3/237; Ebû Yusuf, Harâc 62; Belâzurî, Futûhu’l-Buldân 33
- Bkz. Ebû Yusuf, Harâc 62; İbn-i Kesîr, Bidâye 4/248
- Bkz. Ebû Yusuf, Harâc 84, 85
- Bkz. Taberî, Târîh 3/185
- Bkz. Tevbe Sûresi, 9/1-15
- Bkz. Buhârî, Cihâd 176; Müslim, Cihâd 21 (63/1767); Ebû Dâvud, Harâc 27, 28; Tirmizî, Siyer 43
- Bkz. İbn-i Hişâm, Sîre 3/238; Ebû Yusuf, Harâc 61
- Bkz. Ebû Yusuf, Harâc 85; Taberî, Târîh 3/321; İbnu’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh 2/227
- Bkz. Ebû Yusuf, Harâc 61
- Bkz. Belâzurî, Futûhu’l-Buldân 32
- İbnu’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh 2/569
- Bkz. Belâzurî, Futûhu’l-Buldân 32
- Bkz. İbn-i Hişâm, Sîyer 3/238; Belâzurî, Futûhu’l-Buldân 34
- Bkz. İbnu’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh 2/389
- Buhârî, Şurût 14; İbn-i Hişâm, Sîre 3/238; Ebû Yusuf, Harâc 62
- Bkz. İbn-i Sa’d, Tabakât 2/114; Belâzurî, Futûhu’l-Buldân 33
- Bkz. Buhârî, Farzu’l-Humus 19; Müslim, Musâkât 1 (6/1551)
- Buhârî, Şurût 14
- Ebû Yûsuf, Harâc 87; Belâzurî, Futûhu’l-Buldân 74
- Taberî, Târîh 3/321
- Madde için bkz. İbn-i Sa’d, Tabakât 1/220
- İbn-i Sa’d, Tabakât 1/268; Belâzurî, Futûhu’l-Buldân 184, 185
- Bir de bu arada Necran’da nüfus hızla artar ve eli silah tutanların sayıları kırk bini bulur. Bu durum kendi içlerinde yaşanan gerginliklerin de artmasına sebep olur. Aralarından bir grup Hz. Ömer’e gelir; “Bizi Necran’dan çıkar.” der ve artan nüfusu yerleştirmek için yeni yerler tahsis edilmesini talep ederler. Hz. Ömer’in (radıyallahu anh) karar verirken bu durumu da dikkate aldığı kaynaklarda ifade edilir. Bkz. Belâzurî, Futûhu’l-Buldân 74
- Yakut, Mu’cem 5/269
- Bkz. İbn-i Kesîr, Bidâye 4/248
- Bkz. Taberî, Târîh 4/112; İbnu’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh 2/387
- Bkz. Belâzurî, Futûhu’l-Buldân 74
- Ebû Yûsuf, Harâc 86; İbn-i Sa’d, Tabakât 1/268