Efendimiz’in (sas) Kendi Ordusuna Merhameti
Peygamber Efendimiz’in (aleyhissalâtu vesselâm) ashâbına karşı derin bir sevgisi ve şefkati vardı. Onların üzerine bir baba hassasiyetiyle titrer; kendilerine zarar dokunmaması için kılı kırk yararcasına dikkatli ve dengeli hareket ederdi.1 Hak ve hukuklarını muhafaza adına müthiş bir cesaret, gayret ve kararlılık sergilerdi. Zira başta Mekkeliler olmak üzere farklı grupların kara propagandası ve kışkırtmasıyla neredeyse bütün bir bölge İslam’ın ve Müslümanların karşısına dikilmiş; O’nu ve etrafındaki insanları bitirmek için çabalıyordu. Böylesi bir zeminde Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) kendisine gönül veren, davasına destek çıkan ve kendisinden sonra işi omuzlayacak yanındaki az sayıda insanı, savaş meydanlarına sürüp ölümle burun buruna getirmeyi doğru, makul, mantıklı ve stratejik bulmuyordu.
Bedir’in intikamını almak için yola koyulan müşriklere, Müslümanların kendilerini savunmak için şehrin içinde kalarak kalelere sığınabilecekleri ve bundan dolayı Medine’ye gidilse bile bir şey elde edilemeyeceği, geri dönmenin daha isabetli bir yol olduğu söylendiğinde şirk ordusunu organize eden Safvan İbn-i Ümeyye’nin verdiği şu tepki bunun açık bir göstergesiydi:
“Eğer onlar meydana çıkmazlarsa biz de Evs ve Hazrec’in bahçelerine yönelir ve hurmalarını keseriz! Onları tamamen malsız bırakırız! Bir daha asla onları iyileştiremezler! Eğer bizimle savaşmak için meydana çıkarlarsa sayı ve silahımız, onların sayı ve silahından çoktur! Bizim süvarilerimiz vardır, onların yoktur! EN ÖNEMLİSİ DE BİZİM ONLARA KARŞI BİR SALDIRGANLIK ARZUMUZ VARDIR. AMA ONLARDA BİZE KARŞI BİR SALDIRGANLIK ARZUSU YOKTUR!”
Mekke yıllarında bazı sahabîler, gördükleri kötü muameleye aynı anda karşılık vermek istediklerinde kuvvetler dengesinin bulunmadığını ifade edip izin vermemişti. Kendileri için bin bir tehlikenin kol gezdiği coğrafyada her an ve her yerde bir saldırıya maruz kalırlar duygu ve düşüncesiyle umreye götürürken bile yanlarına yolcu silahı olarak bilinen kılıcı almalarını istiyordu. Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm), kaçınılmaz hale gelen düşman saldırıları hariç mümkün mertebe onları zarar görecekleri zeminlerden uzak tutmaya, kıvam ve kalitelerini, keyfiyet ve kemiyetlerini artırmaya çalışmıştı. Mecbur kalıp cepheye gitmek zorunda kaldıklarında ise rahmet kanatlarını onlar için sonuna kadar açmış; zarar görmemeleri ya da en az zararla geri dönmeleri adına her türlü tedbiri ve önlemi almıştı.
Yaş Şartı
Cephenin kendine göre büyük zorlukları vardı. Oraya götürülenlerin yaş, sağlık ve tecrübe itibarıyla bu zorlukları göğüsleyecek ruhi ve bedeni güce erişmesi veya sahip olması gerekiyordu. Bundan dolayı Allah Resûlü, 15 yaşın altındaki genç sahabîleri mümkün mertebe cephelerden uzak tutuyor; yanında yer almak istediklerini açıkça ifade etseler de orduya katılmalarına izin vermiyordu.2
Vicdanlarını rahatlatmak için de kendileri için bir mesuliyetin bulunmadığını bildiriyor ve üzerlerine, arkada kalan kadın ve çocukları -bir tehlike hasıl olursa- koruma misyonu yüklüyordu. Böylece hem cepheye gidenlerin muhtemel endişelerini izale ediyor hem de arkada kalanları rahatlatmış oluyordu. Bu görevlerinde hastalık, bakıcılık vb. sebeplerle mazur sayılan ve Medine’de bırakılan yetişkin sahabîler de kendilerine destek oluyordu. Rahmetinin bir neticesi olarak O (aleyhissalâtu vesselâm) herkesi meydanlara götürmediği gibi mümkün mertebe cepheyi de yerleşim yerlerinin dışına taşımaya çalışıyordu.
Yol Tercihi
Allah Resûlü’nün, kalabalık düşman ordularının taarruzu karşısında ordusunu cepheye götürürken yaptığı yol tercihleri de rahmetinin bir yansımasıydı. Kendi ifadesiyle o bir avuç sahabîyi ne çileler ve ne dayanılmaz tazyikler altında bin bir ihtimamla yetiştirmişti ki gözü dönmüş saldırganların tuzaklarına açık halde yürütmesi mümkün değildi. Bu onları göz göre göre ölüme sürüklemek olurdu ki yolda pusuya düşürülmemeleri için düşmanla karşılaşmayacakları güvenli bir güzergâh takip ediyordu.
Uhud’a giderken “Kim bizi Mekke ordusuyla karşılaşmayacağımız en kısa yoldan cepheye götürür?” diye sormuş; Hz. Ebû Hayseme, “Ben yaparım!” deyince ordusuyla beraber onun arkasından gitmişti.3 Hayber’e giderken de benzeri bir sebeple bölgeyi çok iyi bilen müşrik birisini -Eşca’ kabilesinden Huseyl İbn-i Harice’yi- 20 sa’ hurma karşılığında kılavuz olarak tutmuştu.
Ordu yolda konaklamışsa uyuyup dinlendikleri sırada askerleri ani saldırıları kurban etmemek için belli sayıda askeri, ordunun etrafında devriye gezmek ve nöbet tutmakla görevlendiriyordu. Yollarda pusu kurulup kurulmadığını tespit etmek için birkaç kişiyi önden gönderiyordu. Yine yapılan saldırı hazırlıklarını bitirmek için ashâbını bilmedikleri bir yere seriyyeye gönderecekse yanlarına gerektiğinde onları farklı yollardan hedeflerine ulaştıracak bir rehber veriyordu.
Mekân Tercihi
Allah Resûlü’nün ordusunun yolda konaklaması ve cephede konuşlanması için yaptığı mekân tercihleri de hep tehlikeyi kayıpsız veya en az kayıpla savuşturmaya yönelikti. Hatta bu hususta daha isabetli bir görüş bildirilirse kendi görüşünden de vazgeçiyordu. Nitekim Bedir’de öyle olmuştu. Hz. Hübâb İbn-i Münzir, mekân tercihinin ilahî mi iradî mi olduğunu sormuş O da (aleyhissalâtu vesselâm) kendi görüşü olduğunu bildirmişti. Bunun üzerine düşmanı güçsüz düşürmek için orduyu en yakın su kuyusunun yanına yerleştirerek diğer kuyuların kapatılmasını teklif etmişti. Teklif uygun bulununca emir verilmiş ve mekân değiştirilmişti.4
Ashâbın düşmanla yaka paça olurken arkadan saldırıya uğrayıp kayıp vermemesi için ordunun sırtını dağa vermiş; buna rağmen saldırı olabilecek noktalara onların hayatını güvence altına alacak okçular yerleştirmişti. Bunun en açık misalini Uhud’da görürüz ki ordunun konuşlanacağı yeri ihtimamla seçen Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm), askerlerin hayatını tehlikeye atacak, saldırı olması durumunda çok can kaybına vesile olacak noktaları okçularla emniyet altına almış ve her ne olursa olsun asla yerlerinden ayrılmamaları emrini vermişti.5
Efendimiz’in aldığı bu tedbirin ashâbın hayatını muhafaza adına ne kadar hayati olduğu emre itaatteki inceliğin son sınırını kavrayamayan okçuların yerlerini terk etmesiyle ortaya çıkmış; onların görev yerlerinden ayrılmasıyla oluşan gediği çok iyi değerlendiren düşmanın saldırıları Müslümanların lehine biten savaşı tekrar başlatmış ve yetmiş sahabî şehit düşmüştü. Ağır yaralar alsalar da geriye kalanların kurtulmasında Efendimiz’in (aleyhissalâtu vesselâm) Müslüman askerlerin sırtını dağa vermiş olmasının payı büyük olmuştu. Zira O dâhil askerler dağa çekilmiş ve canlarını böylece muhafaza buyurmuşlardı. Bu yönüyle ordu konuşlandırırken tercih edilen mekân ashâb için rahmet olmuştu.6
Allah Resûlü’nün askeri konuşlandırırken tercih ettiği alan askerle birlikte Medine’yi de himaye altına alacak yerlerdi. Ahzâb savaşı öncesi hendekler kazılırken şehrin ve içinde yaşayan çocuk, kadın ve yaşlıların minimum zararla tehlikeyi atlatabilecekleri yerler tespit edilmiş ve oralar kazılmıştı.7
Ashâbını cepheye konuşlandırırken Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm), zaten çok sıcak olan bölgede gün içerisinde güneşin sıcaklığının çok daha şiddetleneceğini de hesaba katarak gölgelenebilecekleri konumları tercih etmişti. Düşmanla karşılaşacak olmanın verdiği ağır baskının altında bulunan ashâbını, bir de sıcaklığın verdiği meşakkat, eza ve zararla kaşı karşıya bırakmamıştı.8
Yer seçerken dikkate aldığı bir husus da düşman tarafa yardım gelmesini engelleyecek bir noktaya kendi ordusunu konuşlandırmaktı. Nitekim Hayber’e giderken kılavuz olarak tuttuğu Huseyl İbn-i Hârice’ye “Önümüze düş! Bizi öyle vadilere tutup götür ki, Hayber’le Şam arasındaki yoldan Hayber’e varalım; Hayber Yahudileriyle Şam arasına girmiş, onlarla müttefikleri olan Gatafanlar arasına konuşlanmış olalım!” buyurmuştu. Öyle de olmuş orduyu Gatafanlılarla Hayberliler arasında bir mevkiye yerleştirmişti. Böylece kuşatma sırasında Gatafanlıların, Hayberlilere yardım ulaştırmasının önüne geçmişti.9
Üstelik bu mevki, Hayberin en mahir okçularının yerleştiği ve bir tepenin sırtında bulunan Natat kalesine de yakın bir yerdi. Hubâb İbn-i Münzir’in görüşü kabul edilmiş ve ashâbı kiram, onların ok ve mızrak mesafelerinin dışında kalan, kalede bulunanların yukardan baktığında ordunun hal ve hareketlerine muttali olamayacağı bir noktaya konuşlandırılmıştı.10
Zaman Tercihi
Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm) askerlerine duyduğu rahmet ve şefkatin bir yansıması olarak sefere çıkarken vakit tayinine de özel ihtimam göstermiş ve çoğu zaman sıcaktan daha az etkilenmeleri için gece yürüyüşünü ihtiyar etmişti. Örneğin Hayber’e çıkılırken geceleri yürünmüş, gündüzleri gölgeliklerde dinlenilmişti. Yolculuk boyunca onları dinlendirecek şiirler okunmasına müsaade etmiş; hatta okuyanlara duada bulunmuştu.11
Bütün diplomatik girişimlerine rağmen kaçınılmaz hale gelen savaşlarda sıcak temasın vuku bulduğu anları, sabahın erken saatlerine denk getirmiş; aksi durumlarda güneşin batmaya yüz tuttuğu zaman dilimlerini tercih etmişti.12 Düşmanla karşı karşıya gelinen bazı günlerde güneşin batmaya yüz tuttuğunu görünce ayağa kalkıp ashâbına seslenmiş ve:
– Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz! Allah’tan afiyet talep ediniz! Buna rağmen karşılaşmak zorunda kalmışsanız sabrediniz ve biliniz ki cennet kılıçların gölgesi altındadır!” buyurmuştu.13
Sefer için yola çıkan ashâbını, düşmanla karşılaşılsa da karşılaşılmasa da hemen geriye döndürmemiş genelde üç gün olmakla bir müddet beklettikten; onlar savaş veya sefer yorgunluğunu üzerlerinden attıktan sonra Medine’ye hareket etmeleri emrini vermişti.
Vazife Taksimi
Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm) ashâbın sefer sırasında sıkıntı çekmemesi için askerlerin sayımında, ordunun teçhizinde ve tertibinde, yemek, su ve yaralıların tedavisi vs. görevlerin taksiminde rahmet ve şefkatle hareket etmiş; hiçbir şeyi muallakta bırakmamış ve hiç kimseye kaldıramayacağı bir yük yüklememişti.
Cepheye giderken her seferinde yerine birini vekil bırakmıştı. Üstelik kendisi cepheye gittiği zaman arkada ailesine bakacak kimsesi olmayan sahabîleri, asker sayısı az olmasına rağmen Medine’de bırakıyor ve cepheye götürmüyordu.
Bölük, birlik komutanlarını net tayin etmiş; herkese, sağ sol merkez ordunun hangi kanadında yer alacağını bildirmişti. Cephede ortaya çıkan problemlerin hemen çözülmesi için o işe ehil insanları mesul kılmıştı.
Yemek
Askerin cepheye zinde gitmesi ve orada güçlü kuvvetli bulunması çok önemliydi. Zira o kılıç sallayacak ve vuruşacaktı. Bunun için askerin çok iyi beslenmesi gerekiyordu. Bundan dolayı kendisine ve birkaç sahabîye yetecek kadar yemeğin olduğu zaman dilimlerinde ashâbının halini göz önünde bulundurmuş; askerin hepsini davet etmiş ve onların açlığının giderilmesi adına ellerini açıp yemeğe bereket vermesi için Allah’a dua etmişti. Bedir’i netice veren sefere çıkılırken ellerini açmış, az sayıdaki ordusuna bakmış ve şöyle dua etmişti: “Allah’ım! Onlar aç, doyur! Çıplak, giydir. Yaya, bindir!”14
Askerler kendi yiyeceklerini yanlarına alsalar da O, sefer sırasında aç kalmamaları için Medine’den hareket etmeden önce yeteri kadar azık ve yiyecek toplamaya önem vermiş ve çoğu zaman konaklama yerlerinde veya ihtiyaç olan anlarda bu azıkların getirilip cemaat halinde yenilmesini talep etmişti. Zira böylece hem cemaatin rahmet ve bereketinden istifade edilmiş ve hem de mali güçleri aynı olmayan askerlerin aç kalmasına fırsat verilmemişti.15
Kıtlık, kuraklık ve hasat mevsiminden önceye denk gelen seferlerde aç ve susuz kalan askerler, bindikleri develeri kesmek gibi alternatif yollara başvurduğunda onlara kızmamış; sadece o anı değil uzun vadede yaşanılabilecek sıkıntıları da hatırlatarak yapılacak en isabetli şeyleri adres göstermişti. Askerlerin bu hususta ihtiyaçlarını giderdiği gibi yardımcı olan sahabîlere teşekkür etmişti.16
Binit
Yeteri kadar binitin bulunmadığı zamanlarda günlerce yürümek zorunda olan ashâbının sefer yolunda perişan olmamaları, ayaklarının parçalanmaması için “Ey muhacir ve ensar topluluğu! Malı ve akrabası olmayan kardeşleriniz vardır. Her biriniz onlardan iki veya üç kişiyi yanına alsın!”17 buyurarak binitleri kullanmayı nöbete koymuş ve mesafeyi taksim ederek onları muhafaza etmeye çalışmıştı.
Bu çerçevede Bedir’i netice veren sefere çıkarken yanlarında sadece 2 at ve 70 deve bulunuyordu. Halbuki sefere çıkanların sayısı üç yüzün üzerindeydi. Bundan dolayı Allah Resûlü, askerleri gruplandırıp binitlere nöbetleşe binmelerini emir buyurmuştu.18 Kendisi de Hazreti Ali, Zeyd İbn-i Hârise ve Mersed İbn-i Ebî Mersed ile aynı deveye nöbetle binecekti. Onlar yürüme sırası Allah Resûlü’ne geldiğinde “Yâ Resûlallah! Siz binin! Biz sizin yerinize yürürüz!” deseler de O, “Siz yürümekte benden daha güçlü değilsiniz! Ecir ve mükâfat hususunda da ben sizden daha müstağni, ihtiyaçsız değilim!” buyurmuş ve yürüyerek yoluna devam etmişti.
Tebûk’e gidilirken de benzeri bir sıkıntı vardı. Askerler atlara ve develere nöbetleşe biniyorlardı. Sıcaktan ve susuzluktan bunalan bazı sahabîler, bindikleri develeri kesip midelerinde depoladıkları suyu içmeye yeltenmişlerdi. Bu durumu haber alan Allah Resûlü, önlerindeki uzun yolu ve dönüşü hatırlatarak bunu yapmalarına izin vermemiş ve onların sıkıntılarını farklı yollarla çözmüştü.
Yaralalıların tedavisi, okların tamiri ve hazırlanması, yemek pişirilmesi vs. gibi maksatlarla sefere dâhil edilen az sayıdaki uzman kadın sahabîlere ise güvenlikleri ve zarar görmemeleri için kapalı hevdeçler tahsis edilmişti.
Hazır Bekletme
Savunmanın kılıç ve okla yapıldığı o günlerde askerin beden gücü çok büyük öneme haizdi. Bazı seferler ve seriyyeler, Ramazan ayına denk gelmişti ki ashâbını düşünen Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm), onları düşmanın karşısına zayıf düşmüş, kılıç sallamakta zorlanan bir halde çıkartmamak için oruç tutmamalarına varsa tutan oruçlarını açmalarına ruhsat vermişti.19
Bu çerçevede Mekke’nin fethine giderken yaşanan bir hadiseyi Ebû Said el-Hudrî (radıyallahu anh) şöyle anlatır: “Fetih yılı Resûlullah’la (sallallahu aleyhi ve sellem) birlikte yola çıktık. O da biz de oruç tutuyorduk. Nihayet bir yere varınca Allah Resûlü: “Şüphesiz düşmanınıza yaklaştınız, oruçlu olmamanız, sizin daha kuvvetli olmanızı sağlar.” buyurdu. İçimizde hem oruçlu olanlar hem de oruçlu olmayanlar olduğu halde sabahladık. Sonra tekrar yürüdük ve başka bir yerde durduk. Bu sefer Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem): ‘Siz düşmanınızla karşılaşacaksınız. Oruçlu olmamanız sizin daha kuvvetli olmanızı sağlar. Onun için oruçlarınızı açınız!’ buyurdu. Bu, Resûlullah’tan (sallallahu aleyhi ve sellem) bir kolaylık oldu.”20
Geri Hizmetler
Allah Resûlü, askeri cepheye sürüp dertleriyle başbaşa bırakmamış, yaraları saracak ve problemleri giderecek sayıda işinin ehli kadın sahabîleri, onların da istek ve rızalarıyla geri hizmetlerde istihdam etmek için orduya dahil etmişti. Onlar yemek pişirecek, su tedarik edecek, yaralıları tedavi edecek, hastaların ihtiyaçlarını giderecek, elbiseleri onaracaklardı. Bu uzman kadın sahabîler, her türlü sıkıntıya anında müdahale etmiş ve tehlikenin kayıpsız veya en az kayıpla atlatılması hususunda orduya yardımcı olmuşlardı.21
İhtiyaçların Temini
Düşman tehlikesini savuşturmak için uzun yola çıkacak ashâbının her türlü teçhizi; askerin kafasının arkada bıraktıklarında kalmaması için onlarla ilgilenilmesi adına infak seferberliği başlatmış ve bunun için:
– Kim bir gaziyi Allah yolunda teçhiz ederse o da gaza etmiş gibidir ve yine her kim de Allah yolunda gazaya giden kimsenin arkada bıraktığı aile efradını korur, gözetir, geçimlerini ve sair ihtiyaçlarını temin ederse o da muhakkak gaza etmiş kimse gibidir!” buyurmuştu ki bu da ordusuna olan merhametinin ayrı bir göstergesiydi.22
Moral Verme
Yorgunluktan ve açlıktan bunalan ashâbını dinlendirmek ve kederlerini sevince çevirmek için bizzat kendisinin devreye girip şiirler okuması da ayrı bir rahmet örneğidir. Medine’yi müdafaa adına hendekler kazılırken bu işe yabancı ashâbını sevindirmek için şiir tadında şunları terennüm etmişti:
– Allah’ım bizim için hayat, ahiret hayatıdır, Sen Ensar ve Muhaciri mağfiret buyur!” O’nun bu sözleri ile heyecanlanan ashâb, hep bir ağızdan Efendimiz’e (aleyhissalâtu vesselâm) karşılık vererek:
– Biz Muhammed’e beyat ettik,
Bizden hiç kimse kalmayıncaya kadar!” buyurmuşlar ve daha bir aşkla çalışmaya devam etmişlerdi.
Onların moral ve motivasyonlarını zirveye çıkarmak için geleceğe dair birtakım müjdeler de vermiş ve bu zor günlerin geçeceğine, huzur ve saadet dolu zamanları yaşayacaklarına işaret etmişti. Meselâ yine hendek kazılırken ashâbın önüne çıkan bir kayayı parçalarken onlara yarın karşılarına dikilecek büyük devletlerin mülklerine malik olacaklarını haber vermişti.23
İstişare
Ordu içerisindeki askerleri de çok yakından ilgilendiren savaşla ilgili kararlar alırken kendileriyle istişare etmiş, savaşın seyri açısından fikirlerine önem vermiş hatta bazen öncelemişti. Neticesinde zarar görme ihtimali bulunan hiçbir şeyi onlara dayatmamış ve rızalarının olmadığı hiçbir şeyi onlara zorla kabul ettirmemişti.
Not: Bu makalede zikredilen hususlar ve örnekler, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem), “savaş öncesinde” ordusuna karşı merhametini göstermektedir. “Savaş sırasında ve savaş sonrasında” ordusuna karşı merhameti ayrıca ele alınacaktır.
Dipnot:
- Bkz. Tevbe Sûresi 9/128
- Bkz. Buhârî, Megâzî 29
- Bkz. İbn-i Hişâm, Sîre 378, 379
- Bkz. İbn-i Hişâm, Sîre 296
- İbn-i Hişâm, Sîre 379
- Bkz. İbn-i Hişâm, Sîre 388, 389
- Bkz. İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî 7/394
- Bkz. Buhârî, Megâzî 32
- Bkz. Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ 3/1028
- Bkz. Diyarbekrî, Târîhu’l-Hamis 2/45, 46
- Bkz. Buhârî, Megâzî 38
- Buhârî, Cihâd ve Siyer 156
- Buhârî, Cihâd ve Siyer 156
- Vâkıdî, Megâzî 1/40
- Bkz. Buhârî, Megâzî 29, 38
- Bkz. Buhârî, Megâzî 35
- Ebû Dâvûd, Cihad 34
- Bkz. Vâkıdî, Megâzî1/38
- Bkz. Buhârî, Megâzî 47
- Müslim, Sıyâm 102; Beyhâkî, es-Sünenü’l-Kübrâ 2/390
- Bkz. Buhârî, Cihâd ve Siyer 65-68
- Bkz. Buhârî, Cihâd ve Siyer 38
- Bkz. İbn-i Hişâm, Sîre 454, 455
[…] kendilerine zarar dokunmaması için kılı kırk yararcasına dikkatli ve dengeli hareket ederdi.1 Hak ve hukuklarını muhafaza adına müthiş bir cesaret, gayret ve kararlılık sergilerdi. Zira […]