Efendimiz’in (sas) İhram Namazı, Niyeti, Telbiyesi ve Mekke’ye Hareketi (26 Zilkâde 10 Hicrî)

260

Bugün (26 Zilkâde 10 Hicrî), Teheccüd namazıyla birlikte Zü’l-Huleyfe’de yeni bir hareketlilik daha başlamıştı. Aslında dünden bu yana söz konusu hareketlilik hiç durmamıştı; zira, sayıları nisbî olarak azalmış olsa da hâlâ arkadan gelenler vardı! Sabah namazına çıkmadan önce o gün de gusül abdesti aldı Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem). Sefer boyunca arasına toz-toprak girmemesi için saçlarını birbirine yapıştırmış, rida ve izarı üstünde olduğu halde yeniden güzel kokular sürmüştü. O kadar ki o gün Resûlullah’ın mübarek saçlarındaki parıltı, göz kamaştırır bir görüntü arz ediyordu! Ardından ashâbının önüne geçti ve mahşerî kalabalığa sabah namazını kıldırdı.

Zü’l-Hulefye’deki namazın ardından heyecan dolu kalabalığa dönen Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbına yeniden hitap etmeye başladı. Çıkılan seferin ehemmiyetinden bahsediyor ve hac yolcularını titizlikle bilgilendiriyordu. Ashâbına söyledikleri arasında iki şey, ayrıca dikkat çekiyordu. Gecenin bir yarısında Cibrîl-i Emîn gelmiş ve Akîk Vadisi’ni kastederek, “Bu mübarek vadide namaz kıl!” demiş, o güne kadarki uygulamadan farklı olarak, “Hac içinde aynı zamanda umre de yap!” emrini talim etmişti.  

Cibrîl-i Emîn’in mesajını Muhammedü’l-Emîn’den duyan herkes Akîk Vâdisi’nde namaz kılıyor, hac ibadeti yanında aynı zamanda umreye de niyet etmesi gerektiğini konuşuyordu. Zira Câhiliyye dönemleri dâhil bugüne kadar hac ibadetinin içinde umre yer almamış, bir önceki yıl Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh) ile yapılan hacda da bu konuda bir değişiklik söz konusu olmamıştı. Bu yolculukta, haccın yanında umreye de niyet edilecekti. Burada niyet edecek, “Kıran” haccı mı “temettu’” haccı mı yapacağına herkes kendisi karar verecekti. Nebevî yönlendirme şu şekildeydi:

“Sizden her kim, hac ile umreye niyet etmek isterse bunu yapsın! Sizden kim de yalnızca hacca niyet etmek isterse o da öyle niyet etsin! Sizden kim de yalnız umreye niyet etmek isterse o da umreye niyet etsin!”

Beydâ denilen mevkideki bu manzara görülmeye değerdi. Yönünü Kâbe’ye çeviren her bir sahabî namaza durmuş, evrâd ü ezkâr ile zamanına ayrı bir kıymet kazandırıyordu! Akik vadisi adeta arı kovanı gibi kaynıyordu.

Resûlullah ile birlikte hac ibadetini îfâ edebilmek için hâlâ gelip cemaate katılanlar vardı. Onun için öğle namazına kadar burada bekledi Habîb-i Kibriyâ Hazretleri. Vaktin girmesiyle birlikte namaz mahallinde toplanan ashâbına önce öğle namazını da kıldırdı. Ardında da kendisi iki rekât namaz daha kıldı. Bilenler biliyordu ve bilmeyenler de öğrenecekti. Allah Resûlü’nün kıldığı bu iki rekât namaz, “ihram” namazıydı. Birinci rekâtta Kâfirûn, ikincisinde ise İhlâs, sûrelerini okumuştu!

Bu, hac ibadetinin başladığı anlamına geliyordu. Zira Habîbullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Allah’a hamd ü senada bulunduktan sonra tesbih çekip tekbir getirmiş, Cibrîl’in getirdiği hükme uyarak “Umre ve hac için lebbeyk!” diyerek niyet etmişti. Ardından da “Allah’ım! Bunu bana, içinde riya ve süm’a bulunmayan mebrur ve makbul bir hac kıl!” diye niyazda bulunmuştu. Bu dakikadan itibaren ihram yasakları da başlamış oluyordu.

“Umre ve hac için lebbeyk!” ifadeleriyle Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), hac ve umreye birlikte niyet ettiğinden dolayı “kıran” haccı yapacağını ilan etmiş oluyordu.   

Sahâbeden bazıları ise umre niyetiyle ihrama girip telbiye getirirken diğer bazıları da hac ile birlikte umreye niyet etmiş ve öyle ihrama girmişlerdi. Onlar arasında eskiden olduğu gibi sadece hacca niyet edip ihrama giren ve telbiye getirmeye başlayanlar da vardı.

Bu andan itibaren Zü’l-Huleyfe telbiye sesleriyle inler olmuştu; başta Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) olmak üzere ashâbın hepsi, “Emrine âmeâdeyim, Allah’ım, emrine âmâdeyim, Senin ortağın yoktur. Emrine âmâdeyim, hamd ve nimet Sana mahsustur, mülk de. Senin ortağın yoktur!” manasında, شريك لك لبيك ، إنّ الحمد والنّعمة لك والمُلك لا شريك لبيك لك ،لا اللّهم لبيك” diyerek telbiye getiriyordu!

Yüksek sesle telbiye getirmeyi, bizzat Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) teşvik ediyordu; zira Cibrîl-i Emîn gelmiş ve “Yâ Muhammed!” demişti. “Ashâbına, telbiyede seslerini yükseltmelerini emret; çünkü bu haccın alametlerindendir!”

Bir aralık ashâbdan birisi, “Hangi amel daha faziletlidir Yâ Resûlallah?” diye sormuştu. Efendimiz’in cevabı şu istikamette oldu: “Telbiye getirirken sesi yükseltmek ve hedy kurbanı kesmek!”

Bundan böyle telbiye, Kâbe’ye ulaşılacağı âna kadar her fırsatta hatırlanacak, yollardaki her iniş ve yokuşta tekrar edilir olacaktı.

Aslına bakılacak olursa telbiye, muhtevası değişken olmakla birlikte Câhiliyye Araplarının bildiği bir husustu. Bunu, “Buyur Allah’ım; özür ve ta’zim sanadır! İşte Zübeyd, zorluklara katlanarak ve zayıflatılmış binekler üzerinde sana geldi! Çölleri, dağları ve ıssız yerleri aşarak sana geldi! Onlar, putları yalnız ve başıboş bıraktılar!” gibi bir muhteva ile ifade ediyorlardı. “Onlar” derken muhtemelen putları yalnız başlarına bırakıp ilgilenmeyenleri, fedakârlık yapanları zikrederken ise kendilerini kastediyorlardı! 

Tevhid anlayışını bütün yönleriyle ikame için gönderilen Nebiler Serveri (sallallahu aleyhi ve sellem), muhtemelen köken itibariyle ilahi dinlere dayanan ancak zamanla asıl mihverinden uzaklaştırılan telbiyeyi de ıslah etmiş, yeniden tevhid çizgisine çekerek aslî hüviyetine büründürmüştür! 

Telbiyelerle ile teyakkuza geçen ashâb, artık hareket zamanının geldiğini anlamış ve yola çıkmak için etrafını toplamaya çoktan başlamıştı. Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri ise, mescidden çıktıktan sonra kurbanlık devesinin getirilmesini istemişti. Kıbleye dönen Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), hafif kan akacak şekilde devenin sağ hürgücünü çizdi ve boynuna da iki nalın takarak (taklîd) işaretledi. Üstelik kurbanlıklarıyla birlikte yola çıkan az sayıdaki ashâbına da aynı şeyi yapmalarını emrediyordu.

Aslında bu da o güne kadar bilinen bir âdetti. Câhiliyye Arapları, kurbanlık olarak ayırdıkları hayvanları bu şekilde işaretler ve böylelikle onlara zarar verilmesinin önüne geçmek isterlerdi. Çünkü yol kesen eşkıyalar, işaretli olan bu hayvanlara dokunmaz, hacda kesileceğini anladıkları hayvanları sahiplerine bırakırlardı. Bu işareti görenler, söz konusu hayvana hürmet eder, hatta üzerine bile binmezlerdi. Nitekim bu yolculuk esnasında Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), yanında devesi olduğu halde yürüyerek giden birisini görünce sebebini sormuş, kurbanlık olduğu için binmediğini öğrenince müdahale ederek devesine binmesini emretmiş ve böylelikle bu âdeti ortadan kaldırmıştı.

Beydâ Tepesi’nde bir müddet daha bekleyen Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Kasvâ’ya binerek Allah’a hamd ü senâda bulundu ve tesbih ü tekbir getirerek Mekke’ye doğru ilk hareketi başlatmış oldu. Zü’l-Huleyfe’den Arafat’a kadar uzanacak büyük hac yolculuğu başlamıştı. Yine her fırsatta ve yüksek sesle telbiye getiriyordu!

Kurbanlık develeri Mekke’ye götürmekle görevlendirilen Hazreti Nâciye, bir aralık Efendimiz’e gelmiş ve işaret konulan hayvanlardan herhangi birisinin telef olmayla karşı karşıya kalması durumunda ne yapacağını sormuştu. Fahr-i Rusül Hazretleri, “Onu kesebilirsin!” buyurdu ve devam etti: 

“Sonra da gerdanlığını kanına bulaştır. Ardından onu sağ tarafı üzerine yatır ve sakın ondan yeme; senin ihramlı dostlarından birisi de yemesin!”

Güzergâh itibareyle Melel’e uğramış ve günün akşamında Şerefü’s-Seyyâle’ye varmışlardı. Burada konakladı ve önce akşam namazını, vakti girdiğinde de yatsı namazını kılarak istirahat ettiler.


Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.