Efendimiz’in (sas) Evrensel Ahlakı, Entegrasyon ve Asimilasyon (1)

1.049

Kuralları ve değer yargılarıyla toplumdan topluma değişkenlik gösterse de ahlak, evrensel bir kavramdır. Bu durum tıpkı hukukun evrenselliğine rağmen kanunların, ülkelere ve sistemlere göre değişkenlik arz etmesine benzetilebilir. Bu farklılığın temelinde ise inançlar, kültür, örf, âdet ve gelenekler vardır. Buna bağlı olarak bugün hicret edilen coğrafyalarda yeni kültür ve inançların yanında farklı ahlak anlayışlarıyla da karşılaşılması tabiidir. Burada takip edilecek en isabetli yol, farklılıklara karşı belirlenecek tavır ve davranışlar çok önemlidir. Zira bu hususta isabetli bir yol haritası belirlenmeden sağlıklı entegrasyon gerçekleşemeyeceği gibi asimilasyonun önü de alınamaz ve farkına varılmadan hicret diyarı, nesillerin sessizce kaybolduğu/kaybedildiği bir girdaba dönüşebilir. 

İşte böyle bir yol ayırımında Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) örnekliği/rehberliği çok önemlidir. Çünkü O’nun tanınması/tanıtılması ve hayatının her alanda model alınması, Müslümanlara hem İslam ahlakının yaşanması/yaşatılması hem de İslam dininin özüne uygun hayata taşınması hususunda tam bir rehberlik imkânı sunacak ve onları, ahlak dışı her türlü davranıştan ve zararlı alışkanlıklardan koruyacaktır.

Allah Resûlü’nün ve Ashabının Örnekliği

Efendimiz’in yaşadığı hayat, her insanın kendisine model alıp yaşayabileceği örnek bir hayattır. Kur’ân, daha nübüvvetin ilk günlerinde inen Kalem Sûresi’nde O’nun yüce ahlakını takdir ederek1 hayatını bütün insanlığa en güzel örnek olarak takdim buyurur:“Hakikaten, Resûlüllah’ta sizler için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Allah’ı çokça zikredenler için en mükemmel bir numune vardır.”2 O, itikat ve ibadetlerde olduğu gibi ahlakî meselelerde de Rehber-i Ekmel’dir. 

Cenâb-ı Hak, O’nu, razı olduğu dini ve ahlakı, bildirme ve yaşama/yaşatma adına her zaman ve zeminde güzel örnekliğe muhtaç insanoğluna, bir lütuf olarak göndermiştir.3 Kendisi bu misyonunu ifade ederken: “Şüphesiz ki Ben, ahlâkî güzellikleri tamamlamak üzere gönderildim” buyurmuş4 ve hayat boyu ümmetine ve bütün insanlığa bir lutüf olarak yaşamıştır. O, bu sözüyle ahlakî görevini hakkıyla eda ettiğini belirtirken aynı zamanda ümmetinin omuzlarına, İslam ahlakının bütün güzelliklerini yaşama ve cihan çapında temsil etme sorumluluğunu da yüklemiştir. 

O’nu örnek alan ashabı da çok kısa zamanda “örnek bir nesil” konumuna yükselmiştir. Kur’ân, onların ihraz ettiği bu üstün konumu ifade ederken, onların “gerçek mü’minler olduğunu”5 ve “Allah’ın kendilerinden razı olduğunu”6 beyan buyurmuştur. Allah Resûlü de onları, sahip oldukları iman, ahlak ve faziletleriyle “insanlar arasında en hayırlı nesil7 olarak tavsif etmiş ve örnek bir toplum olarak nazara vermiştir.

Allah Resûlü’nün Örnekliği Evrenseldir!

Kur’ân’ın, “Ey Resûlüm! Biz Seni bütün insanlar için sırf bir rahmet vesilesi olman için gönderdik.”8 beyanıyla, Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) bütün insanlık için peygamber olarak görevlendirilmiştir. O, kendisinden önce gönderilen peygamberler gibi sadece bir topluma değil bütün insanlığa hitap ediyordu.9 Bu açıdan O’nun örnekliği sadece belli bir zamanı ve mekanı içine alan sınırlı bir örneklik değil kıyamete kadar gelen bütün insanlığı kuşatan, kucaklayan cihanşümul bir  örnekliktir. İnsanî ve ahlakî değerler alanında getirdikleri, adalet ve hukuk alanında ortaya koyduğu ilkeler ve yaptıkları, ticaret ve insanî ilişkiler sahasında vazettikleri, insanlar arasında yerleştirdiği hak anlayışı, sevgi, saygı, vefa ve şefkat düstürları, farklı kimlikler arasında ortaya koyduğu hoşgörü ve müsamaha ölçüleri, kadın ve çocuk haklarıyla ilgili belirlediği prensibleri… bugün hangi dine ve kültüre mensup olursa olsun, doğruluğu herkes tarafından tasdik edilecek ve rahatlıkla yaşanabilecek hususlardır.

Dolayısıyla hicret sonrasında içinde yaşanılan toplum hangi inanç ve dine mensup olursa olsun, Kur’ân ve Sünnet orada yaşanabilir/yaşatılabilir bir özelliğe sahiptir. Bu açıdan Peygamber Efendimiz’in, inanan-inanmayan bütün insanlar için örneklik taşıdığı düşüncesi, peygamberlik inancımızın önemli bir esasıdır. Bugün Müslümanlara düşen görev, başta Allah Resûlü olmak üzere bütün Peygamberlerin hayatını incelemek ve yaşadıkları her olay, söz ve davranışlarından gerekli dersleri çıkarıp evrensel ilkeleri yakalamak ve hayata taşımak olmalıdır.

Sünneti Üzere Yaşamak

Allah Resûlü’nün sünnetine tabi olma ve o çizgide bir hayat yaşama düşüncesi ve azmi müminleri itikadî, amelî ve ahlakî her türlü asimilasyondan koruyacaktır.10 Nitekim bu istikamette Kur’ân’ın özellikle üzerinde durduğu konulardan birisi de Allah’a ve Resûlü’ne itaattir.11 Aslında itaat, örnekliği de beraberinde getiren bir kavramdır. Zira itaat etmeden O’nu örnek alamayız. Allah ve Resûlü’ne itaat etmeyip emirlerinden yüz çeviren kimseler, zamanla nefislerini ilahlaştırmaya başlarlar ki “Ey Nebim ve Hak elçilerim! Kendi istek ve tutkularını ilah edineni gördün mü?..” ayeti, bu hususu çok çarpıcı bir şekilde ifade etmektedir. Bu kimseler zamanla içinde yaşadıkları toplumların inanç ve kültürel tesirleri altına girerek her şeyleriyle onlara benzemek de isterler. Artık örnekleri Allah Resûlü değil kalabalıklar olur. Bir de bu durumu entegrasyon sürecinin tabii bir yansıması olarak görme yanılgısına kapılırlar ki o zaman asimilasyonun kahredici pençelerinden kurtulmak da mümkün olmaz.  Buna karşı yapılması gerekli olan şey ise topluma değil, Allah’a ve Resûlü’ne itaatle Efendimiz’i örnek almak ve bu sayede ilahî ahlakla ahlaklanmaktır.  

Takvada O’na Benzemeli

Hicret yurdunda asimilasyona karşı Allah Resûlü’nün örnek alınması gerekli bir yönü de takvadır. Takva, Allah’ın emirlerine riayet edip yasaklarından kaçınmak suretiyle O’nun azabından korunma gayretidir. Takva, Efendimiz’in hayatı boyunca takip ettiği yolun adıdır. O, ashabına “Sizin, Allah’tan en çok korkanınız ve emirleri karşısında en saygılı olanınız Benim.”12 buyurarak muttakilerin rehberi ve öncüsü olduğunu ifade etmiş ve onları da bu istikamette yönlendirmiştir. Bir ömür, Kur’ân’ın: “Gücünüz yettiğince Allah’a karşı gelmekten, haramlara girmekten sakının ve kendi iyiliğinize olarak hayır yolunda mal harcayın.”13 emrine imtisal etmiş ve bu çizgiden her ne pahasına olursa olsun asla ayrılmamıştır. O, bu fiilî gayretlerinin yanında kavlî dualarını da ihmal etmemiş ve Rabbine daima şöyle yalvarmıştır: “Allah’ım! Senden hidayet, takva ve gönül zenginliği isterim.”14 Bu hassasiyetinden dolayıdır ki O, genellikle şu duayı yapmadan bir meclisten kalkmazdı: “Allah’ım! Bize, günahla aramıza girip ona düşmemize mâni olacak kadar korkundan hisse ver…”15

Bir gün uykusuz olduğu halde bir türlü uyuyamayan Allah Resulü’ne, eşi, sıkıntısının sebebini sormuştu. O da, “Evde bir hurma buldum ve onu yedim. Yalnız biz de sadaka hurmaları da saklıydı. Benim yediğim hurmanın sadaka hurmalarından olmasından endişe ettim ve korktum.”16 diye cevap vermişti. O, bu hususta sadece kendini değil yakınlarını da korumaya almıştı. Bir gün huzuruna sadaka olarak getirilen hurma yığınlarının birinin başında torunları Hz. Hasan ve Hüseyin oynuyorlardı. İçlerinden biri eline aldığı hurmayı ağzına götürünce Allah Resûlü hemen yanına koşmuş ve ağzındaki hurmayı çıkarmış ve kendisine, “Bilmiyor musun? Muhammed’in ehl-i beyti sadaka yemezler.”17 buyurmuştu. Bu konuda ashabına da hassasiyet tavsiye eden Allah Resûlü takvayla ilgili onlara şu ölçüyü vermişti: “Bir kul, günaha girerim korkusuyla, yapılması mahzurlu olmayan bazı şeylerden bile kaçınmadıkça muttakiler derecesine çıkamaz.”18

Kur’ân’ın ifadesiyle takva, insan için büyük bir şeref ve değer vesilesidir: “Sizin, Allah katında en asil ve şerefli/değerli olanınız, takvada en derin olanınızdır.”19 Takva, insanı bütün kötülüklerden koruyan ve uzaklaştıran Allah’ın emir ve yasaklarına dikkat etme şuur ve hassasiyetidir. Nitekim Allah Resulü, bütün ömrünü bu dikkat ve hassasiyet içinde yaşamış ve ümmetine bu konuda da tam bir rehber olmuştur. 

Önce Habeşistan’a hicrette, sonra Medine’ye ve daha sonra bütün bir cihana açılmada ashab-ı kiramı gittikleri beldelerde hâkim kültürlerin tesirinde kalarak asimile olmaya karşı koruyan en önemli kalkanlardan birisi de bu takva düşüncesi olmuştur. 

Efendimiz’in (sas) Evrensel Ahlakı

O, Doğrulukta ve Dürüstlükte Örnektir.

Doğruluk ve dürüstlük, her toplumda ahlakî erdemlerin temeli olarak kabul edilir. Bundan dolaydır ki peygamberlerin temel vasıflarından birisi sıdk yani doğruluktur. Onlar, ilâhî vahiy ve hükümleri insanlara tebliğde ve bildirdikleri her haberde doğru sözlüdürler. Allah’a karşı yalan söylemedikleri gibi insanlara karşı da yalan söylemekten uzaktırlar. Söz ve davranışlarıyla özleri birdir. Söyledikleriyle yaptıkları arasında bir tenakuz yoktur. Yalan söylemeleri ve ikili davranmaları muhaldir. Kur’an, Efendimiz’in şahsında bütün peygamberlerin de bir an olsun doğruluktan ayrılamayacaklarını şöyle ifade eder: “Eğer o Resûl, bizim adımıza bir takım sözler uydursaydı, onu  elimizle yakalar sonra da onun şah damarını keserdik.”20 Yine Efendimiz’in “Hud Sûresi, Beni ihtiyarlattı!” derken kastettiği ayet olan, “Öyleyse ey Resûlüm! Sen ve beraberin de olup tövbe edenlerle birlikte, sana nasıl emredilmişse öyle dosdoğru ol, dosdoğru hareket et.”21 emri, doğruluğun vazgeçilmez ilk kural olduğunu açıkça göstermektedir.

Kur’ân, müminlere doğruluğu emrederken ancak bununla işlerin düzelip yoluna gireceğini hatta işledikleri günahlar varsa bu vesileyle bağışlanabileceklerini de haber verir: “Ey İman edenler! Allah’a  karşı gelmekten sakının ve hep doğru söz söyleyin ki Allah da işlerinizi ve hallerinizi düzeltsin, günahlarınızı affetsin…”22 Bu konuda “Doğrulukla kurtuldum!” diyen Hz. Ka’b İbn-i Mâlik, ne güzel misaldir. “İslamiyet’in esası, doğruluk olduğu gibi, imanın da en belirgin tezahürü doğruluktur. Yine ahlak-ı âliyenin hayatı, sıdk yani doğruluk/dürüstlüktür. Maddi-manevî terakkinin mihveri sıdktır. Alem-i İslam’ın nizamı sıdktır. İnsanoğlunu her türlü kemalata ulaştıracak olan da sıdktır. Ashab-ı kiramı bütünü insanlara üstün kılan sıdktır. Muhammed-i Hâşimî’yi (aleyhissalatü vesselam) beşerî mertebelerin en üstüne yücelten yine sıdktır.”23  

El-hasıl, hicret edilen diyarlarda Rabbimizin emrettiği doğruluk yaşanmadan ve yaşatılmadan İslam ahlakı korunamaz ve dejenerasyon kaçınılmaz olur: “Güzel huy ve davranışları, hakikate yapıştıran ve ahlakı daima yaşattıran, ciddiyet ile doğruluktur. Eğer sıdk kalkıp araya yalan girerse, rüzgarlara oyuncak olan yapraklar gibi o insan da başkalarına oyuncak olur, gider.”24 Dolayısıyla Hakk’a doğru seyahatte sağlam seyredebilmenin yolu doğruluktur. Allah Resûlü’nün nurlu beyanlarıyla: “Size doğruluk yaraşır. Zira doğruluk, insanı iyiliğe, o da cennete götürür. İnsan kendini bir kere doğruluğa verip, o yola yöneldi mi hep doğru söyler, doğruyu araştırır. Böylece o insan Allah katında ‘sıddîk’ olarak yazılır…” Böylece söz ve davranışlarında doğruluğu tabiatının bir parçası haline getirip, insanlarla olan muamelelerinde hep dürüst davranan sâdık kimseler, yaşadıkları toplumlar tarafından asimile edilmek değil örnek alınacak kimseler konumuna yükseleceklerdir.

Allah Resûlü, Yalandan ve Yalancıdan da Fersah Fersah Uzaktı.

Dinin de ahlakında en temel ilkesi doğruluk ve dürüstlüktür. Doğruluk olmazsa din ve ahlak olmaz, faziletli davranışlar da hayata mal edilemez. Kur’ân, doğruluğun zıddı olan yalanı, adeta putlara tapmakla eş değer tutarak her ikisinden de müminleri şiddetle sakındırmıştır: “Allah’ın yasakladığı her şeyden, özellikle pis putlardan ve yalan sözden kaçının”25 Yine Allah, has kullarının vasıflarını sayarken onların yalancı şahitlik yapmayacaklarını ve yalan söze kulak vermeyeceklerini de belirtir.26 Zira böyle bir davranış imanı da tehlikeye atan bir husustur. Allah Resûlü’nün beyanıyla: “Kul, yalan söylemeye ve yalan söyleme niyetini taşımaya devam ettikçe bir an gelir ki kalbinde önce siyah bir nokta belirir. Sonra bu nokta büyür ve gittikçe kalbin tamamını kaplar. Sonunda o kimse Allah nezdinde ‘yalancılar’ arasına kaydedilir.”27 

Allah Resûlü, büyük günahları haber verdiği bir hadislerinde üç kere üst üste, “Size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi?” buyurarak inananları şöyle uyarmıştı: “Allah’a şirk koşmak ve anne-babaya saygısızlık/kötülük/zulüm yapmaktır.” buyurdu. O esnada arkasına yaslanmış şekilde duran Allah Resûlü bir miktar doğruldu ve: “Dikkat edin! Bir de yalan söylemek ve yalancı şahitlik yapmaktır. Dikkat edin! Bir de yalan söylemek ve yalancı şahitlik yapmaktır.” Bu olayı anlatan sahabi hadisi naklettikten sonra diyor ki, Allah Res’ulü bu ikazı o kadar çok tekrarladı ki hiç susmayacak zannettim.”28 

Allah Resûlü’nün yalana karşı bunca tahşidatı, yalanın doğuracağı sonuçlara bakıldığında daha iyi anlaşılacaktır. Yine Efendimiz’in beyanıyla, “…Yalan, kişiyi haddini aşmaya götürür. Haddi aşmak da cehenneme götürür. Kişi yalan söyler ve yeni yalanlar araştırır durur da sonunda Allah katında yalancılar arasına kaydedilir.”29 Hak katında yalancılar listesine kaydedilen bir kimsenin ise toplum tarafından sevilmesi ve benimsenmesi de mümkün değildir.

Dolayısıyla hicret yurdunda, yalan ve yalancılar tarafından, ruhun teslim alınmaması adına doğruluk önemli bir dinamiktir. Bunun içindir ki Allah Resûlü, bin bir maddi-manevi tehlikelerle dolu Mekke’den hicret yolculuğuna doğru çıkarken ve hicretin yurdu Medine’ye girerken her halükârda ve nerede olursa olsun doğruluktan ayrılmamak için dua etmekle emrolunmuştur: “De ki Rabbim! Gireceğim yere doğrulukla girmeye, çıkacağım yerden de doğrulukla çıkmaya beni muvaffak eyle!”30

Allah Resûlü’nün örneklediği dürüstlüğü yaşamayan kimseler sonunda yalana teslim olur yalan girdabında asimile olup giderler. Dolayısıyla dinî, ahlakî ve sosyal birçok tehlikeyle muhat hicret diyarlarında, Allah Resûlü, kavlî ve fiilî doğruluk sünnetiyle örnek alınmazsa iman da ahlak da varlığını uzun süre devam ettiremez.

Sonuç

Allah Resûlü’nün nurlu beyanıyla: “Din, samimiyettir.”31 Müslüman, hem Allah’a ve Resûlü’ne hem de içinde yaşadığı toplumun fertlerine karşı samimi ve açık yüreklidir. O, “zü’lvecheyn” yani iki yüzlü değildir, olamaz da. Zira “İnsanların en şerlisi iki yüzlü olanlardır!”32 Hadisin manay-ı muhalifiyle düşündüğümüz de ise “İnsanların en hayırlıları onlara karşı en açık yürekli olanlarıdır.” diyebiliriz. Dolayısıyla içinde yaşadığı topluma karşı doğru, dürüst ve samimi olanlar mutlaka samimiyetle karşılanacaktır. Samimiyet ekenler sonunda samimiyet, insanlardan uzak yaşayarak haklarında şüphe ve korku ekenler de onu bulacaklardır. Bugün insanlığın en çok tiksindiği şeylerden birisi yalan; ahlak güzelliği adına insanlarda aradığı faziletlerden birisi de bir yudum samimiyet değil midir?

Yazar: Dr. Selim Koç

Dipnot:

  1. Bkz. Kalem, 68/4
  2. Ahzab, 33/21
  3. Bkz. Âl-i İmran, 3/164
  4. Muvatta’, Hüsnü’l-Huluk 8; Buhari, Edebu’l-Müfred, s. 104, Had. No: 273
  5. Enfal, 8/74
  6. Tövbe, 9/100
  7. Bkz. Müslim, Fedâil 52 (3535); Buharî, Şehadât 9 (2651, 3650, 2428, 6695)
  8. Enbiya, 21/107; Bkz. Sebe’, 34/28
  9. Bkz. Buharî, Teyemmüm 1 (335); Müslim, Mesâcid 3 (521)
  10. Geniş bilgi için tıklayınız: https://peygamberyolu.com/efendimize-sas-itaatin-ilahi-gerekceleri/#.Xkqr1C3BKqA
  11. Bkz. Haşr, 7; Muhammed, 33; Nisa, 69; Âl-i İmran 31, 32
  12. Buharî, Nikah 1 (5063)
  13. Teğâbun 64/16
  14. Müslim, Zikir 72 (2721); Tirmizî, Daavât 74 (3489)
  15. Tirmizî, Daavât 84 (3502)
  16. İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, V/254
  17. Buharî, Zekat 57 (1485); Müslim, Zekat 51 (1069)
  18. Tirmizî, Kıyamet 19 (2451); İbn Mâce, Zühd 24 (4215)
  19. Hucurât, 49/13
  20. el-Hâkka, 44/46
  21. Hud, 11/112
  22. Ahzab, 33/70,71
  23. Said Nursî, İşâratu’l-İ’câz, s. 91
  24. İşaratu’l-İ’caz, s. 28
  25. Hac, 22/30
  26. Bkz. Furkan, 25/72
  27. Muvatta, Kelam 7 (1814)
  28. Buharî, Edeb 6
  29. Buharî, Edeb 69 (6904); Müslim, Birr 45 (2607); Ebu Davud, Edeb 87 (4989)
  30. İsra, 17/80
  31. Ebu Davud, Edeb 67 (4944)
  32. Buharî, Menakıb 1 (3494); Müslim, Birr 26 (2526); Ebu Davud, Edeb 39(4872)
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.