Ebû Zerr’in Gelişi ve Yaşanan İlk Acı Tecrübe
İçten içe bir heyecan dalgası yayılıyordu Mekke’de… Yüzyılların kuraklığını dindirecek bir menba bulunmuştu ve bunun farkına varan herkeste, susuzluğunu gidermenin telaşı vardı. Hatta insanlarda, sadece kendi susuzluğunu değil, kendisi gibi susuzluk çeken herkesi bu pınarla buluşturmanın gayreti görülüyordu. Yıllardır bugünü bekleyen insanlar, aradığını bulmanın heyecanını yaşıyorlardı. Gıfâr kabilesinin dil üstadı Ebû Zerr de bunlardan birisiydi. Mekke’deki farklılığı duymuştu ve bir an önce buluşmak için can atıyordu. Önce, kendisi gibi şair olan ağabeyi Üneys’i gönderdi Mekke’ye… Müşahedelerini anlatırken:
– Mekke’de senin dininin benzeri bir dinle gelen bir adamla karşılaştım. Allah O’nu peygamber olarak göndermiş, insanlar ise O’na, ‘sâbi’ diyorlar. Ben sadece insanların O’na dediklerini aktarıyorum. O’na ‘kâhin’, ‘sihirbaz’ ve ‘yalancı’ diyorlar. Ama ben, O’nun bazı sözlerini duydum; eminim ki O, bunlardan hiçbiri değil; Allah’a yemin olsun ki ben, O’nun doğru söylediğine inanıyorum, dedi.1
Ebû Zerr için o gün bayramdı; ağabeyi gitmiş ve gelişini gözlediği Zât’tan haber getirmişti. Onun da içine bir kor düşmüştü. Bunca yıl bekledikten sonra yerinde durmak olur muydu? Hemen yola koyuldu ve doğruca Mekke’ye geldi.
Geldi gelmesine; ama beklediği Zât’ı tanımıyordu. O günlerde tebliğ açıktan yapılmadığı için ortalıkta da kimseyi görememişti. Çaresiz, sorarak bulacaktı. Karşılaştığı bir adama döndü ve:
– Hani, şu sizin sâbi dediğiniz adam nerede, diye sordu. Adamın bakışları, sorduğuna pişman edici mahiyetteydi. Bu kadar çekingen olmalarına bir anlam veremiyordu. Derken akşam olmuştu; çaresiz Kâbe’nin avlusuna geldi ve o geceyi orada geçirdi.
Ertesi gün Allah (celle celâluhû), karşısına Hz. Ali’yi çıkardı. Mekke’ye uzaklardan gelmiş bu yabancıya yardım etmek istiyordu Hz. Ali. Ancak, o günün Mekke’sinde Müslümanlar üzerinde o denli bir sosyal baskı kurulmuştu ki, kimse inancını açıktan ifade edemez olmuştu. İkisi de içten içe maksatlarını açamamanın ıstırabını duyuyorlardı; Hz. Ali, “Şayet söylersem ve inanmayıp tepki gösterirse!” diye düşünürken Ebû Zerr, “Ya bu da bana kızar ve benden uzaklaşırsa!” diye endişe duyuyor ve böylelikle ikisi de, gerçek niyetlerini ortaya koyamıyordu. Ne de olsa, birbirlerini tanımıyorlardı. Meseleyi ana konuya hiç getirmeden akşamı birlikte geçirdiler. Ebû Zerr Mekke’ye geleli üç gün üç gece geçmişti; ama hâlâ aradığına ulaşamadan yine Kâbe’ye gelmiş vuslatı bekliyordu. Nihayet Hz. Ali yanına yaklaştı ve her türlü riski göze alarak Ebû Zerr’in gerçek niyetini sordu. Onu rahatlatmak için de Efendiler Efendisi’nden bahisler açtı. Evet, şimdi aynı dili konuşmaya başlamışlardı. Bu kadar yakınına gelmişken, niçin O’ndan üç gün daha ayrı kaldığına yanıyordu Ebû Zer. Niyet ve hedef belli olduğuna göre şimdi sırada, problemsiz bir şekilde buluşma mekanına ulaşmak vardı. Muhammed’ül-Emîn’in yanına bir başka insanın daha geldiğini görürlerse, engel olmaya çalışır veya olur-olmadık sözlerle aklını çelmek, hatta bir kötülük yapmak isteyebilirlerdi. Yani, sonucunun tatlıya bağlanabilmesi için belli ölçüde tedbire riayet edilmesi gerekiyordu. Onun için Hz. Ali:
– Ben önden gideceğim ve sen de beni, arkadan takip edeceksin. Şayet ben, senin için sıkıntılı olabilecek bir durum sezersem bir kenara çekilir ve ihtiyacımı giderir gibi yaparım; işte o zaman sen, beni hiç düşünmeden yoluna devam edersin. Nasılsa, sonra ben seni yine bulurum. Şayet bir tehlike sezmezsem, sen de benimle birlikte gelirsin ve o zaman istediğimiz yere birlikte gideriz, dedi. O gün için Mekkelilerin Müslümanlar üzerinde nasıl bir baskı kurduklarını anlatan sözlerdi bunlar aynı zamanda…
Derken bir yolculuk başladı. Aslında gidilecek yer, öyle çok da uzak değildi; ancak bu kısa yol bile Ebû Zerr için, uzaklardan da uzak olmuş, bir türlü bitmek bilmiyordu.
Ve çok geçmeden kapı aralanmış, yıllardır gelişini gözlediği ay yüzle göz göze gelmişti Ebû Zerr. Yüreğini ısıtan bakışlardı bunlar…
– Allah’ın selamı senin üzerine olsun ey Allah’ın Resûlü, diye seslendi önce. Selamından da anlaşılacağı üzere çoktan eriyip teslim olmuştu Ebû Zerr. Daha sonra da, beklentilerini, yaşadıklarını ve Mekke’ye gelip bekleyişini anlattı bir bir… Ardından da:
– Ey Allah’ın Nebisi! Bana ne emreder, neye davet edersin, diye sordu. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Seni Allah’a ibadet etmeye, O’na hiçbir şeyi şerik koşmamaya ve bütün putları bir kenara koyup terk etmeye çağırırım, buyurdu. Hemen oracıkta Ebû Zerr:
– Ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur ve yine ben şehadet ederim ki, Sen de O’nun Resûlü’sün, deyiverdi. Halinden, daha diyeceği başka şeylerin de olduğu seziliyordu. Bir müddet daha bekledi ve dayanamayıp şunları söyledi:
– Yâ Resûlallah! Şimdi ben memleketime, ailemin yanına geri dönecek ve orada, savaş emrinin geleceği günü iştiyakla bekleyeceğim! O zaman Senin yanına gelecek ve Sana destek olacağım; çünkü şu an kavmini, Senin aleyhinde birleşmiş olarak görüyorum.
Onun bu tespiti karşısında Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) önce:
– Doğru söylüyorsun,2 dedi ve arkasından da, ruh dünyasında kopan fırtınaları görürcesine şunları ilave etti:
– Bu mesele açığa çıkıp da güzel haberlerimiz size ulaşıncaya kadar kavminin yanına geri dön ve güzel bildiklerini onlarla paylaş!
Bu, olacakları önceden sezen bir Mürşid-i Kâmil’in, fıtratlarına göre müritlerini yönlendirmesi demekti. Ancak Ebû Zerr, heyecandan yerinde duramıyor ve:
– Nefsim, yed-i kudretinde olana and olsun ki, gidip Kâbe’de İslâm’ı haykırmadıkça dönecek değilim, diyordu.
Gerçekten de Ebû Zerr, huzur-u risalette söylediği gibi çok geçmeden bir çırpıda Kâbe’ye gelecek ve avazı çıktığı kadar şunları haykıracaktı:
– Ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur ve yine ben şehadet ederim ki Muhammed, O’nun hem kulu hem de Resûlü’dür.
Bir anda bütün nazarlar, onun üzerinde toplanıvermişti:
– Adama bak! Bu da sâbi oldu, diyor ve onu alaya alıyorlardı. Bir adamın daha karşı tarafa geçtiğini duyan herkes toplanmış, Ebû Zerr’e hakaret yarışına girmişti. Nihayet işi daha da ileri götürdüler ve sırtlanların üşüşmesi gibi üşüşüverdiler Ebû Zerr’in üzerine. Gözü dönmüş kör kalabalığın tekme-tokatlarına hedef olmuştu Gıfârlı Ebû Zerr.
Konunun nezaketini bilen ve zekasıyla meseleye yaklaşan Efendimiz’in bir diğer amcası Hz. Abbas olmasaydı o gün, belki de Ebû Zerr öldürülecekti. Hz. Abbas önce Ebû Zerr’in üzerine eğilip kollarıyla korumaya çalışacak ve arkasından da öfkeli kalabalığa şöyle seslenecekti:
– Ey Kureyş topluluğu! Siz ne yapıyorsunuz? Gıfâr kabilesi sizin ticaret yolunuzun üzerindedir; onu öldürmekle siz, ticaretinizi tüketmek mi istiyorsunuz? Bırakın onu!
Evet, Abbas doğru söylüyordu. Savunmasız bir adamı öldürüp de tek geçim kaynakları olan ticaretlerini riske atmanın bir mânâsı olamazdı ve ağza alınmadık küfürler ederek teker teker uzaklaşmaya başladılar Ebû Zerr’den.
Kâbe’de tek başına ve kanlar içinde kalakalan Ebû Zerr, önce Zemzem’in yanına gitti. Elini-yüzünü yıkayıp kendine gelmeye, üzerindeki kanları da Zemzem’le temizlemeye çalışıyordu. İçinde öylesine tufanlar kopuyor, öylesine fırtınalar esiyordu ki, bedenine gelen onca darbenin acısını belki de hiç duymamıştı. O gününü, böylesine gelgitlerle geçirdikten sonra ertesi sabah karar vermiş ve yine Kâbe’nin avlusuna gelmişti; çıktı yüksek bir yere ve yine aynı şeyleri haykırdı. Sanki gün, dünün bir tekrarı gibiydi. Yine üzerine çullandılar ve yine Hz. Abbas koştu imdada.3
İkinci defa aynı sonuçla karşılaşınca Efendiler Efendisi’nin sözleri geldi hatırına. Demek ki gün, bu hareketi kaldıracak keyfiyete henüz ulaşmamıştı. Demek ki her dönemin şartları hesaba katılmalı ve ona göre bir hareket stratejisi ortaya konulmalıydı. Yeni dünyaya gelen bir çocuktan, yirmi yaşındaki bir delikanlının hareketi beklenmemeli ve gelişimine paralel bir muamele de bulunulmalıydı.
Ve Ebû Zerr, yaşadığı bu acı tecrübenin ardından yeniden köyünün yolunu tutacaktı. Onun bu acı tecrübesi, bütün mü’minler için de bir ders olmuştu. Zaten o gün, bilhassa zayıf ve kimsesiz olanlar hedef haline getirilmiş; her fırsatta hakarete maruz kalıyorlardı. Efendiler Efendisi, amcası Ebû Tâlib’in himayesinde olduğu için ve Hz. Ebû Bekir de, kavminin arasındaki konumu gereği, kendisine sahip çıkıldığından dolayı bu duruma maruz kalmıyordu. Diğer Müslümanlara gelince, onlar adeta Kureyş için birer eğlenme vesilesi haline getirilmeye çalışılıyordu. Ağza alınmadık hakaretlere maruz kalıyorlar, köşe başlarında sıkıştırılarak taciz ediliyor ve her fırsatta sıkıştırılıp şiddete maruz bırakılıyorlardı.4
Dipnot:
- İbn Hacer, İsâbe, 1/136. Ebû Zerr, Müslüman olmadan önce de namaz kılan bir insandı. O günlerini anlatırken sonraları, Efendimiz’le buluşmadan üç yıl öncesinden namaz kılmaya başladığından bahsedecek ve akşamları başladığı bu ibadetini gecenin geç vakitlerine kadar devam ettirdiğini ifade edecekti.
- İbn Sa’d, Tabakât, 4/222
- Bkz. İbn Sa’d, Tabakât, 3/165; 4/224, 225, 255
- Bkz. İbn Sa’d, Tabakât, 3/165