“Bunu sana iade etmezdik! Ne var ki ihramlıyız!” (1 Zilhicce 10 Hicrî)
Hac yolculuğu devam ediyordu. Yeni ayın hilaliyle birlikte çıkılan yol, yorucu bir gece yolculuğundan sonra kafileyi Ebvâ’ya getirmişti. Sabahın erken saatleriydi. Mûtâd olduğu vechile yine namazlar kılınmış ve dinlenmek için istirahat ilan edilmişti.
Burada istirahat edip beklemeyi Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), özellikle istemişti; zira Ebvâ, bağrında annesi Hazreti Âmine’yi barındıran bir mekandı. Daha önceleri buraya üç kez gelip annesini ziyaret etmiş, mübarek elleriyle düzelttiği mezarının başında ağlamış ve etrafındaki ashâbını da ağlatmıştı.
Ebvâ’daki konaklama esnasında Sa’b İbn-i Cessâme adındaki bir sahâbinin Efendimiz’e, üzerinden kan damlayan bir zebra eti hediye etmek istediği görüldü. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bu hayvanın kendisi için avlandığını anladı ve hediyeyi nazikçe geri çevirdi.
Dört yıl önce Hudeybiye’ye giderken Ebû Katâde’nin avladığı zebrayı kabul edip etinden yiyen Allah Resûlü’nün bugünkü tercihini anlayamayanlar vardı ve bakışlarıyla sanki, sebebini sorar gibiydiler. Zaten O da (sallallahu aleyhi ve sellem), hem bu bakışların anlamını hem de hediyenin sahibi olan Hazreti Sa’b’ın yüzündeki memnuniyetsizliği okumuştu. Öncekilerden farklı bu uygulamanın gerekçesini açıklama lüzumu duydu; ona dönerek, “Bunu sana iade etmezdik! Ne var ki ihramlıyız!” buyurdu.
Bu vesileyle zihinler o günlere bir kez daha gitmişti. Ebû Katâde o gün ihramlı değildi ve zebrayı da Resûlullah’a hediye etme niyetiyle avlamamıştı! Bu izahıyla Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), hem ashâbının gönlünü almış oluyor hem de ihramlı birisi kastedilerek avlanan hayvanın etinden yenilemeyeceğini tekrar ifade etmiş oluyordu.
Öğle vakti girdiğinde Ebvâ vadisine bakan bir mescidde namaz kılan Nebiler Serveri (sallallahu aleyhi ve sellem), Veddan’da kendisine hediye edilen bir yemek ile karnını doyurdu.
Ebvâ’ya ve burada yatan güle vedâ eden kervan, yeniden yola koyuldu. Bir müddet sonra “Telâtu’l-Yemen”e ulaştı. Ashâbına namaz kıldırdıktan sonra Bir “semure” ağacının altına gelip oturdu. Etrafındakilerle bir müddet sohbet etti.
O gün Efendimiz’i bu ağacın altında otururken görenlerden birisi olan Abdullah İbn-i Ömer (radıyallahu anhümâ), O’na ve O’nun hâtıralarına saygının bir neticesi olarak ne zaman hac için Mekke’ye gidecek olsa bu ağacın altında istirahat etmeyi itiyâd haline getirecek ve kurumaması için dibine kırbasıyla su dökecekti.
Ağaç altındaki moladan sonra başlanan yolculuk, hac yolcularını yeni bir vadiye getirmişti. Etrafındakilere dönen Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), “Bu vadinin adı ne?” diye sordu. “Ezrak vadisi!” cevabını vermişlerdi. Hal ve duruşundan, bildiği halde sorduğu anlaşılıyordu; belli ki burası ile ilgili bilgi verecekti:
“Şehâdet parmaklarını kulaklarına koymuş, yüksek sesle Allah’a telbiye getirerek yürüyen Hazreti Mûsâ’yı, bu vadide ilerlerken sanki görüyor gibiyim!”
Peygamber yolunun en müstesna temsilcisi, peygamberlerin yolunu takip ediyordu! O’ndan bunları duyanlar, üç gün önce Ravhâ’da işittiklerini de hatırlamaya başlamıştı! Bunu pekiştiren bir soru daha geldi:
“Bu yokuşun adı nedir?”
Sorunun gelişinden sürpriz bir bilgi daha geleceği anlaşılıyordu. “Herşâ veya Lefet yokuşudur!” diye cevapladılar. Tarihten bir sayfa daha açılmak üzereydi. Yokuşa nazarlarını kilitleyen Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), müşahedesini şöyle seslendirdi:
“Yûnus İbn-i Mettâ’nın, yuları hurma lifinden yapılmış kızıl bir devenin üstünde, sırtında yünden bir abâ bulunduğu halde telbiye getirerek buradan geçtiğini görüyor gibiyim!”