“Bu, bizim de hoşumuza gider yâ Resûlallah!” (16 Zilkâde 8 Hicrî)
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Huneyn’de esir alınan insanlar ve ganimetlerle alakalı hükmü vermeden önce 35 gün Hevazinlilerin pişman olup gelmelerini beklemiş ama onlardan bir hareketlilik görmeyince dün esirleri ve ganimetleri dağıtmıştı. Bugün başlarında Züheyr İbn-i Surad olduğu hâlde on dört kişilik Hevâzin hey’etinin Ci’râne’ye doğru geldiği görüldü. Aralarında, Efendimiz’in süt amcası Ebû Bürkân da vardı; ardı arkası gelmeyen savaşlarla bir yere varılamayacağını anlamış ve Müslüman olmuşlardı! “Yâ Resûlallah!” dediler. “Bizler, köklü ve asil bir topluluğuz; ancak başımıza gelen bela ve musîbeti Sen de biliyorsun; bize iyilik edip ihsanda bulun ki Allah da Sana lütufta bulunsun!”
Resûlullah’ın ilk tepkisi, “Mâlik İbn-i Avf ne yapıyor?” diyerek Hevâzin ahâlisini maceraya sokan kumandanlarını sormak oldu. “O, Sakîflilerle birlikte kaçıp Tâif’e sığındı!” dediklerinde ise “Gidip ona haber verin; şâyet Müslüman olarak o da Bana gelirse, mallarıyla çoluk çocuğunu ona iade eder ve üzerine de yüz deve veririm!” buyurdu. Zaten O (sallallahu aleyhi ve sellem), Mâlik İbn-i Avf’ın ailesini Mekke’ye göndermiş, özel ilgi gösterilmesi için halası Ümmü Abdillah Bint-i Ebî Ümeyye’nin yanında tutuyordu! Efendimiz’in niyetindeki samimiyeti gören Hevâzin hey’etinin, “Yâ Resûlallah! Onlar, bizim efendilerimiz ve en çok sevdiğimiz kimselerdir!” demesi üzerine Allah Resûlü de (sallallahu aleyhi ve sellem), “Zaten Ben de onlar için hayır murat etmekteyim!” buyurdu.
Ashab-ı kiram hazretleri, gelişmeleri taaccüple seyrediyordu! Demek ki o güne kadar meseleyi ağırdan almasının ve Hevâzin’de elde edilen esir ve ganimet konusunda aceleden karar vermemesinin altında, kendilerinin muttali olamadığı bazı gerçekler vardı. Efendimiz’in onlara şefkatle muamele edeceği, daha esirlere pamuk ve ketenden imal edilmiş elbiseler dağıtıp onları giydirmesinden belliydi. Şimdi ise birkaç hafta öncesine kadar kendilerine karşı kılıç sallayan adamlar, özgür iradeleriyle gelmiş, Müslüman olduklarını ifade ediyorlardı! Bu arada, söz alan liderleri şair Züheyr İbn-i Surad Efendimiz’e dönmüş, “Yâ Resûlallah!” diyordu. “Şu anda burada bulunan esirlerin bir kısmı, Senin süt teyzelerin, süt halaların ve Seni emzirip büyüten bakıcılarındır. Şâyet biz, Şam kralı Hars İbn-i Ebî Şimr veya Irak kralı Nu’mân İbn-i Münzir’i emzirmiş olsaydık da şu an Seninle olan münasebetimiz onlarla ilgili olarak başımıza gelmiş olsaydı bizler, onlardan şefaat ve ihsan bekler, içinde bulunduğumuz sıkıntılardan kurtulmayı umardık; hâlbuki Sen, yâ Resûlallah, bakılıp büyütülenlerin en hayırlısısın; bize ihsanda bulun!”
Efendimiz’in huzurunda bunları söyleyen şair Züheyr, daha sonra şiirindeki güce sarılacak ve maksadını bir de şiirin diliyle ifade edecekti! Zaten bu, Allah Resûlü’nün beklediği bir gelişmeydi ve önce, “Benim ve Abdulmuttaliboğullarının payına düşen ne varsa hepsi sizindir!” buyurdu. Ashâbına bir konuda daha öncülük yapacak ve kendi iradeleriyle haklarından vazgeçmeleri adına ilk adımı yine kendisi atacak, yine onlara yol gösterecekti; zira bunu duyup gören Kureyş de “Bizim payımıza düşenler de Allah ve Resûlü’ne aittir!” diyor ve haklarından feragat ettiklerini ilan ediyordu. Bu tabloyu gören Efendiler Efendisi onlara, “Hangisini tercih edersiniz?” diye sordu. “Benim için en sevimli olan şey, sözün en doğru olanıdır; Sizin için kadınlarınızla çocuklarınız mı, yoksa mallarınız mı daha kıymetlidir? İkisinden birini tercih edin! Zaten Ben de sizin geleceğinizi bekleyerek onların taksimini geciktirmiştim!”
Hiç beklemedikleri böyle bir civanmertlik karşısında Hevâzin hey’eti, “Yâ Resûlallah!” dediler. “Görüyoruz ki Sen, ailelerimizle mallarımız arasında bizi muhayyer bırakıyorsun; bizler için çocuklarımızla kadınlarımız elbette daha önceliklidir ve Seninle, develer ve koyunlar hakkında konuşup ısrar edecek değiliz!”
Efendiler Efendisi için bunlar sürpriz değildi; ancak bunu, herkesin önünde ve ma’şerî vicdana sindirerek yapacaktı. Bunun için onlara, “İnsanlara namaz kıldırdıktan sonra sizler yanıma gelin ve herkesin huzurunda Müslüman olduğunuzu ilan edin ve ‘Bizler, sizin din kardeşleriniziz; çocuklarımız ve kadınlarımız konusunda Resûlullah’ı şefaatçi kılarak Müslümanlardan ve Müslümanları da araya koyarak Resûlullah’tan şefaatçi olmalarını diliyoruz!’ deyin! O zaman Ben, kendi hissemi size bağışladığım gibi diğer insanların da hisselerini bağışlamalarını talep ederim!” diyerek yol gösterdi. Ayrıca onlara, kelime-i tevhidi nasıl söyleyip de şehadet getirecekleri ve namazdan sonra insanlarla nasıl konuşmaları gerektiği konusunda taktikler veriyordu!
Derken öğle namazı kılınmış ve sıra, Efendimiz’in talim buyurduğu stratejinin uygulanmasına gelmişti; Hevâzin hey’eti, konuşmak için ayağa kalkmış, izin istiyorlardı! İzin verilir verilmez de hatiplerini ileri sürerek Efendimiz’in kendilerine talim buyurduğu şekilde maksatlarını ifade etmeye başladılar. Etkili bir şekilde ashaba dönmüş, esirlerinin geri verilmesini talep ediyorlardı! Herkesin gözü önünde yeni bir sayfa daha aralanıyordu ve onların bu konuşmalarının üzerine, şefkat nebisi Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) insanlara döndü; önce Allah’a hamd edip O’nu noksan sıfatlardan tenzih edip tebcil ettikten sonra da şunları söyledi:
“Şüphesiz ki onlar, sizin kardeşlerinizdir; tevbe etmiş olarak buraya yanımıza gelmişlerdir. Kuşkusuz Ben, kendi payıma düşen esirleri kendilerine iade etmenin uygun olduğunu düşünüyorum; sizden her kim de gönlünden gelerek böyle yapmayı uygun görürse aynısını yapsın! Her kim de Allah’ın bize ihsan edeceği ilk ganimetlerden kendisine vereceğimiz âna kadar kendi payına düşeni elinde tutmak isterse o da öyle yapsın!”
Ashâb-ı kirâm hazretleri, anlayış itibariyle de ferasetli insanlardı ve Efendiler Efendisi’nin bu ifadelerindeki inceliği çoktan kavramışlardı; esirleri serbest bırakmak istiyordu! Onun için hep bir ağızdan, “Bu, bizim de hoşumuza gider yâ Resûlallah!” diye seslenmeye başladılar; haklarından kendi iradeleriyle vazgeçiyorlardı! Ancak Sultân-ı Rusül Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bu kabulün sadece mescitte bulunanlarla sınırlı kalmasını istemiyor, toplumun bütününe mâl etmeyi arzu ediyordu. Onun için, “Şu anda biz, sizden hanginizin izin verip hanginizin vermediğini tam olarak bilemeyiz; en iyisi mi siz evlerinize dönün ve meseleyi aranızda yeniden görüşün. Sonra sözcüleriniz gelerek durumu bize haber versin!” buyurdu.
Çok geçmeden Ensâr ve Muhâcirînin temsilcileri Efendimiz’in huzuruna gelmiş ve “Bizim hakkımız, Allah ve Resûlü için helâl olsun!” diyor ve herkesin bu teklifi kabul ettiğinin müjdesini bildiriyorlardı. O gün ashab-ı kiram içinde bu teklifi kabul etmeyen Benî Teym’in sözcüsü Akra’ İbn-i Hâbis, Benî Fezâra’nın lideri Uyeyne İbn-i Hısn ve Benî Süleym’in temsilcisi Abbâs İbn-i Mirdâs’tan başka kimse kalmamıştı. Bunlar, kendi haklarına düşen esirleri bırakmayacaklarını söylüyor ve kabilelerinin de aynı şekilde hareket edeceklerini ifade ediyorlardı! Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) onlara, serbest bırakacakları her bir esir için, ilk ganimet malından verilmek üzere altı deve vaadedince Uyeyne İbn-i Hısn dışındakiler buna razı olacaktı; ancak Uyeyne, buna yanaşmıyordu! Bu anlamsız ısrar ve dünya malı elde etme hırsı karşısında Sultanlar Sultanı, Uyeyne’yi kastederek, “Allah’ım! Onun hissesine düşeni azalt!” diye dua edecekti.