Benî Kurayza
Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbıyla birlikte Hendek’ten Medine’ye dönmüştü; silahlarını bırakmış ve oturup istirahate çekilmişlerdi. Âişe Validemizin hücresine çekilen Allah Resûlü, bir miktar su istemiş, bununla eliyle yüzünü ve başını yıkadıktan sonra da Mescid-i Nebevî’ye yönelmiş ashâbıyla birlikte öğle namazını kılmıştı!
Ardından yeniden hane-i saadetlerine dönmüştü. Bu sırada kapıda, bineğinin üzerinde sarıklı bir adam belirdi; zırhları içinde kapıda durmuş, üzerindeki toz ve toprağı silkeleyerek Allah Resûlü’ne sesleniyordu.
Sesi duyar duymaz yerinden fırlayan Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), adamın yanına koştu! Efendimiz’in telaşını gören Âişe Validemiz de meraklanmıştı; kapının kenarına kadar gelip olup bitenleri görmek istedi. Dışarı çıkan Efendimiz, heyecanlanmıştı; zira gelen, Dıhyetü’l-Kelbî suretindeki Cibril-i Emîn’den başkası değildi!
– Yâ Resûlallah, diyordu. “Silahlarınızı bırakma konusunda ne kadar da acele ediyorsunuz! Düşman geldiğinden beri melekler olarak bizler, silahlarımızı bir kenara koymadık! Şu anda da, Hamrâü’l-Esed’e kadar onları takip ettikten sonra şerlerinden emin olarak geri dönmekteyiz; Allah (celle celâluhû) onlara büyük bir hezimet yaşattı! Aff-ı ilâhîye mazhar olasın; biz işin peşini bırakmadan sizler niye bir kenara çekildiniz? Haydi gidiyoruz; çünkü Allah’ın Sana, Benî Kurayza ile savaş emri var; şimdi ben, yanımdaki meleklerle birlikte onların kalelerini sarsmak için onların yurduna gidiyorum; ashâbını al ve Sen de gel!”
Ashâbına karşı merhametle yaklaşan Efendiler Efendisi, Cibril-i Emîn’in getirdiği haber karşısında ümmetini düşünerek açık bir kapı olup olmadığını soracaktı:
– Ashâbım oldukça yorgun; en azından dinlenmeleri için birkaç gün müsaade etsen!
– Hiç bekleme ve yürü onların üstüne! Allah’a yemin olsun ki ben, üzerlerine balyoz gibi inecek ve yurtlarıyla birlikte onların hepsini sarsacağım, diyordu Cibril. Demek ki işin beklemeye tahammülü yoktu. Zaten Cibril de, bunu söyler söylemez geri dönmüş ve yanındakilerle birlikte çoktan ilerlemeye başlamıştı.
O ana kadar gelişmeleri kapı aralığından takip eden Âişe validemiz, yeniden hane-i saadetlerine dönen Allah Resûlü’ne:
– Yâ Resûlallah, dedi. “Şu konuşup durduğun da kimdi?”
– Sen onu gördün mü, diye sordu Allah Resûlü ve sonrasında aralarında şu konuşma geçti:
– Evet.
– Peki kime benzettin?
– Dıhye İbn Halîfe el-Kelbî’ye.
– O Cibril’di; Benî Kurayza üzerine yürümemi emrediyor!
Çok geçmeden Medine sokaklarında Allah Resûlü’nün münadisi dolaşacak ve:
– Her kim, Allah ve Resûlü’nü dinler ve itaat ederse, ikindi namazını Benî Kurayza’da kılsın,1 diyerek ihanet yurduna yürüyüş için Resûlullah’ın emrini tebliğ edecekti.
Takvimler, Zilkâde ayının yirmi üçünü gösteriyordu. Medine’de yine Abdullah İbn Ümmi Mektûm vekil bırakılmış, Hendek dönüşü henüz toplanmayan sancak da Hz. Ali’ye verilmişti! Kendileri de zırh ve miğferini giymiş, silahlarını kuşanmıştı. Derken, kuyruğunun uzunluğundan dolayı Luhayf adını verdiği atına bindi ve üç bin ashâbıyla birlikte Benî Kurayza yurduna hareket etti.
Yola koyulup da Benî Neccâr’ın olduğu yere kadar geldiklerinde, silahlarıyla birlikte saf tutup da kendilerini bekleyen iki grup müfreze ile karşılaştılar. Düşündürücüydü; Benî Kurayza üzerine yürüme haberi buralara kadar ancak gelmiş olmalıydı; peki bu adamlar ne zaman hazırlanıp da yola düşmüşlerdi! Onun için:
– Buralara uğrayan birileri oldu mu, diye sordu Allah Resûlü.
– Evet, diyorlardı. “Semerinin üzerine kadifeden bir örtü örtmüş olarak buradan geçen Dıhyetü’l-Kelbî, bize:
– İşte Resûlullah! Çok geçmeden burada olur, dedi ve silahlarımızı alıp da hemen yola çıkmamızı emretti; biz de bunun üzerine silahlarımızı alıp saf düzenine geçtik.”
Anlatılanlar Cibril-i Emîn’i işaret ediyordu ve bunun üzerine Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem):
– O Cibril idi; kalplerine korku salmak ve kalelerini kökünden sarsmak için onları Allah (celle celâluhû), Benî Kurayza’ya gönderdi, buyurdu.
İçlerinde Ebû Katâde’nin de bulunduğu ashâbdan bir grupla birlikte öncü kuvvet olarak ilerleyen Hz. Ali, herkesten önce varmıştı Benî Kurayza’ya. Onun gelip de Resûlullah’ın sancağını karşılarına dikmesine öfkelenen Benî Kurayzalılar, ağızlarını iyice bozmuş, Allah’ın Resûlü ile mü’minlerin anneleri, annelerimiz, Efendimiz’in hanımları ezvâc-ı tâhirâta alenen küfrediyorlardı!
Gelişmeler, artık tuzun da koktuğunu gösteriyordu; yüz kızartan ifadelerdi bunlar. Ashâb, duydukları karşısında, donakalmıştı; kendilerine yakışanı yapıyor ve yine de sükûtu tercih ediyorlardı. Sadece:
– Aramızdaki meseleyi ancak kılıç çözer, diyorlardı. Utancından Hz. Ali, Ebû Katâde’ye sancağın başında beklemesini söyleyerek hemen geri döndü ve Resûlullah’ın yanına geldi:
– Ne olur, şu çirkef insanlara o kadar yaklaşma; her hâlükârda Allah (celle celâluhû), onlara karşılık Sana yardım edecektir, dedi. Hâlden anlayan İnsan Sarrafı meseleyi çözmüştü; önce:
– Niye sen Benim geri dönmemi istiyorsun ki, buyurdu. Hz. Ali, duyduklarını hatırladıkça kulaklarına kadar kızarıyordu; sükût etti. Resûlullah’ın sorusuna cevap veremiyordu. Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Sanırım sen, Benim hakkımda onlardan çirkin sözler işittin, dedi.
– Evet, yâ Resûlallah, diyebildi Hz. Ali. O kadar utanmıştı ki bunları söylerken Allah Resûlü’nün yüzüne bile bakamıyordu. Teselli yine Efendiler Efendisi’ne kaldı; şöyle diyordu:
– Şâyet onlar Beni görmüş olsalardı, bunların hiçbirisini söyleyemezlerdi!
Aynı zamanda bu, gördüklerinde de bir şey diyemeyecekler anlamına geliyordu ve Allah Resûlü, Hz. Ali’nin endişelerine rağmen Benî Kurayza kalelerine doğru yürümeye başladı. Kaleye yaklaştıkları sırada Üseyd İbn Hudayr, ileri çıkmış ve daha erken varmıştı; şöyle sesleniyordu onlara:
– Ey Allah düşmanları! Burada açlıktan ölünceye kadar kalelerinizden ayrılmayacağız; şu anda sizin durumunuz, ininde kıstırılmış tilkiden farksız!
Benî Kurayzalıların yürekleri ağızlarına gelmişti; adım adım ölüme doğru yaklaştıklarını görüyor, attıkları her adımda bir basamak daha çamurun içine batıyorlardı! Büyük bir korku ve tarif edilemez bir telaş içindelerdi:
– Ey İbn Hudayr, diye cevapladılar. “Biz, Hazreçlilerin değil, sizin müttefikleriniziz!”
Bu kadar şenaatten sonra ittifakın ne anlamı olabilirdi ki! Onun için Hz. Üseyd onlara:
– Sizinle benim aramda ne bir anlaşma ne bir sözleşme ne de bir ahit vardır, diye seslendi. Bu sırada Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de yaklaşmıştı; O’nun gelişini gören ashâb-ı kirâm, Benî Kurayza’nın muhtemel bir tuzağına karşılık, hemen etrafını alarak kalkan gibi çevresini sarıverdiler! Biraz daha onlara yaklaşan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), önce Benî Kurayza’nın ileri gelenlerine onların anladıkları dilden şöyle seslenmeye başladı:
– Allah (celle celâluhû), gazabını indirip de sizi rezil rüsva etti ve siz, hâlâ Bana söz sayıp küfredersiniz ha!
Daha o anda değişivermişlerdi; sanki az önce Allah Resûlü’ne küfredip de hanımlarına dil uzatanlar onlar değildi!
– Yâ Eba’l-Kâsım, diye sesleniyor ve “Biz böyle bir şey yapmadık.” diye de ısrar ediyorlardı. “Senin cehaletle bir ilgin olamaz ve Sen, böyle ağır sözler de söylemezdin!” diye de ilave ediyorlardı. Böylelikle onlar, böyle bir şeyi yapmış olamayacaklarını anlatmaya çalışıyor ve kendilerince inandırıcı olabilmek için Efendimiz’in faziletine sığınıyorlardı.
Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ isimli kitabından alınmıştır.
Dipnot:
- Hatta bu emirden dolayı ashâb, yolda giderken namazı kılıp kılmama konusunda ihtilaf etmiş; bir kısmı vaktin daraldığını ileri sürerek ikindi namazını yolda kılarken, diğer bir kısmı, Efendimiz’in bu beyanına istinaden Benî Kurayza yurduna ulaşmadan namazını kılmamıştı. Hatta gecikenlerden bazıları ikindi namazlarını, güneş batmak üzereyken burada kılmıştı! Ancak Allah Resûlü (s.a.s.), her iki tercih sahiplerine de o gün bir şey söylememişti. Bkz. Buhârî, Sahîh, 1/321 (904); 4/1510 (3893); Taberânî, Mu’cemu’l-Kebir, 19/79 (160)