Bekke’de Yankılanan Ses ve Hz. İbrahim’in Duaları

1.338

Asırlar öncesinden Bekke vadisinde bir ses yankılanıyor:

– Bizi, bu yalnız ve ıssız vadide bırakıp da nereye gidiyor-sun ey İbrahim?
İtimat ve tevekkül zirvesinin sahibi Hz. İbrahim’de, yankılanan sese cevap mahiyetinde hiçbir hareket yok. Zira o, sadece kendisine denileni yapıyor ve emre itaatten taviz vermek istemiyordu. Çünkü bu, ilahî bir yönlendirmeydi; asırlar sonra geleceğinin muştusu verilen Son Nebi’nin şereflendireceği beldenin temeli atılacaktı.

Beri tarafta, teferruata muttali olmayan Hz. Hacer, kocasını kendisinden uzaklaştıran her adımda ayrı bir korku yaşıyordu. Bunun için, yalnızlığın hicranını iliklerine kadar hisseden telaş dolu bir sesle yeniden seslendi:

– Ey İbrahim! Bizi bu yalnız ve ıssız vadide bırakıp nereye gidiyorsun?

Belli ki, geldiği istikamette gerisin geriye ilerleyen Hz. İbrahim’den cevap gelmeyecekti. Kucağındaki biricik yavrusuyla arkasından koşturmak beyhûdeydi. Sanki, yıllarca çocuk hasreti çeken ve dualarında Rabbinden çocuk dileyen Hz. İbrahim gitmiş; yerine bambaşka birisi gelmişti. Şüphesiz böyle köklü bir değişim, ancak Rabbanî bir yönlendirme sonucu gerçekleşebilirdi. Bunun için Hz. Hacer:

– Sana böyle yapmanı Allah mı emretti, diye sordu.

O ana kadar hiç tepki vermeden ilerleyen Hz. İbrahim’den, bu soruya mukabil güven dolu bir ses duyuldu:

– Evet!

Emreden O ise, koruyacak da O olacaktı. O’nun koruması altına girdikten sonra, ne bu ürperten yalnız vadilerdeki vahşet ne korku veren yalnızlık ve ne de bir aile reisinin himaye-sinden mahrumiyet ürkütebilirdi onu. Onun için, arkasını dönüp kucağındaki yavrusuyla birlikte geri gelirken, dudak-larından şu kelimeler dökülecekti Hz. Hacer’in:

– Öyleyse O, bizi asla zayi etmez.

Zaten bu cümle, aile reisiyle diğer fertlerin diyaloğundaki son noktayı oluşturuyordu. Artık Hz. İbrahim uzaklaşmış; Hz. Hacer de, minik yavrusu İsmail’le birlikte bırakıldıkları noktaya geri dönmüştü.

Hz. İbrahim’in Duaları

Hz. İbrahim, ufukta kaybolacağı bir noktaya geldiğinde geri dönecek ve ellerini açarak Rabb-i Rahîm’inden şöyle niyazda bulunacaktı:

– Ey bizim Rabbimiz! Şüphesiz ben, zürriyetimden bir kısmını Senin kutsal mabedinin yanında, ekin bitmez bir vadide yerleştirdim.

‘Yerleştirdim’ ifadesinden açıkça anlaşıldığı üzere; o, henüz hiçbir hayat emaresi görülmeyen bu vadinin, büyük bir yerleşim yeri olacağını ifade ediyordu. Aynı zamanda burası, yeryüzündeki ilk binanın inşa edildiği önemli bir yer; ilkle sonun buluşacağı Bekke vadisiydi.

Hz. İbrahim, niyazına şöyle devam etti:

– Ey bizim Rabbimiz! Namazı gereğince kılsınlar diye böyle yaptım.

Anlaşılan, buraya gelişteki asıl hedef de, insanı Rabbe yaklaştıran kulluk vazifesiydi. Ve bu vazifeyi doruk noktada temsil edecek olan Zât burada zuhûr edecek; dünya, buradan doğan nur ile, külli mânâda bir kullukla tanışmış olacak ve ubudiyet adına aydın bir hüviyete bürünecekti.

Bir talebi daha vardı Hz. İbrahim’in:

– Yâ Rabbi! Artık, insanların bir kısmının gönüllerini onlara doğru yönelt, onları her türlü ürünlerden rızıklandır ki Sana şükretsinler!1

Yakarışlarında, kendisine ait vazifeyi yerine getirdiğini bildirme ve muştusunu verdiği hususların da Rabb-i Rahim tarafından gerçekleştirilmesini talep vardı. Zira kulaklarında, ömrünün kemale erdiği dönemde hamile kalan hanımının sevincini paylaştığı anlardaki duyduğu şu müjdenin yankıları çınlıyordu:

– Şüphesiz ki Hacer, erkek bir çocuk dünyaya getirecek ve onun doğurduğu evladın neslinden gelecek birisinin eli, bütün insanlığın üzerinde hâkim olacak. Ve herkesin eli de, huşû ve itaatle O’na açılacak.2

Hz. İbrahim için, bundan daha büyük bir saadet olamazdı; yıllardır ümidini kesmeden beklemenin mükâfatını görüyordu. Hem de, sadece doğacak oğluyla sınırlı olmayan bir mükâfat… Torunları arasından çıkacak Son Nebi’nin zuhûru ve insanlığın da O’nun etrafında kenetlenmesi hakikati…

Dua dua yalvarırken Hz. İbrahim’e şunlar vahyedilecekti:

– Senin duanı, İsmail hakkında kabul ettim ve ona bereket ihsan ettim. Ondan sonra nice nesiller gelip geçecek, ama gün gelecek esas itibariyle onun neslinden on iki yüce kâmet zuhûr edecek. Ve Ben, onu büyük bir cemm-i gafîre reis yapacağım!3

İşte Hz. İbrahim, adımını atarken bu tecrübe üzerinde yürüyor ve ilahî yönlendirmenin gereğini yerine getirmenin mücadelesini veriyordu.

Yeni Bir Medeniyetin İnşaası

Beri tarafta Hz. Hacer, kadın başına yalnız kaldığı bu vadide çocuğunun telaşına düşmüş; içecek bir yudum su bulabilmek için koşturup duruyordu. Bir anne olarak endişelerini teskin eden tek şey, Rabbine olan itimadıydı. Belki de, kucağındaki çocuğa hamile olduğunda karşılaştığı meleği ve onun söylediklerini hatırlayıp teselli oluyordu. Zira, bunalıp sıkıntılarını Rabbine arz ettiği bir gün, yanında beliren melek kendisine şunları söylemişti:

– Endişe edip korkma! Zira şu an, senin hamile olduğun oğlun vesilesiyle Allah, yeryüzünde hayır murad etmektedir.

Meleğin söyledikleri bunlarla da sınırlı değildi; melek çocuğunun adını ‘İsmail’ koymasını fısıldamış ve ardından şunları ilave etmişti:

– Doğacak çocuk, emsalsiz birisi olacak ve bütün insanlığın ümidi onda olacak. Onun eli, herkesin üstünde olacak, herkese hükmedecek ve herkesin eli de onunla olacak. Herkes, onun emir ve direktiflerine göre kendini şekillendirecek. Ve aynı zamanda o, bütün kardeşlerinin beldesine malik olacak.4

Bunlar, kocası Hz. İbrahim’e söylenilenlerle de, tam bir paralellik arz ediyordu.

Müjdeye itimadı tam olsa da, sebeplere riayet bir esastı ve bunun için Hz. Hacer, bir yudum su veya nefes alan bir can bulma arzusuyla iki tepecik, Safâ ile Merve, arasında telaşlı bir yarışa başladı. Zira, kırbadaki su tükenmiş, şefkat yüklü anne Hacer’de korku ve telaş başlamıştı. Bu koşturmaları sırasında bir taraftan da, göz ucuyla sürekli küçük yavrusunu kolluyor, onun başına bir şeylerin gelmesinden korkuyordu.

Artık Safa ile Merve arası, Hacer’in güzergâhı olmuştu. Her iki tepenin eteklerine geldiğinde yürüyüşünü hızlandırıyor ve ayrı bir telaşla diğer tepeye ulaşmaya çalışıyordu. Bu telaşlı koşuşturma tam yedi kez tekrarlanacaktı.

Tam Merve’nin tepesine gelmişti ki, bir sesle irkildi. Adeta bu ses, kendisini, oğlunun yanına çağırıyordu. Yeniden dikkatlice kulak kesildi. Evet, yanılmamıştı; biricik yavrusunun yanında bir melek duruyordu. Daha bir dikkatlice baktı. Gördüklerine inanamıyordu; oğlu İsmail’in ayaklarının dibinde bir de pınar oluşmuştu ve çölün ortasında kaynayıp duruyordu.

Bir çırpıda koşup çocuğunun yanına geldiğinde, meleğin kendisine şunları söylediğini duydu:

– Sakın zayi olacağın endişesine kapılma!.. Çünkü burada Allah’ın evi vardır. Onu, bu çocukla babası inşa edeceklerdir. Allah, onun ehlini asla zayi etmez…5

Vazife tamam olunca, melek de ortadan kaybolmuş ve yine Hz. Hacer’le küçük yavrusu Hz. İsmail yalnız kalakalmıştı.

Her dönemde hayat kaynağı olan su, buraya başka insanları da çekecek ve böylelikle, kader programının takdir buyurduğu bir yapılanma başlayacak, Beklenen Nebi’nin zuhûr edeceği şehrin temelleri atılacaktı. Zira, çok geçmeden buraya Cürhümlüler gelecek ve hayat emaresi gördükleri bu yerde, Hz. Hacer’in de iznini alarak, konaklayıp Mekke şehrini meydana getirmeye başlayacaklardı.

Böylelikle, insanlığın kendisinde hayat bulacağı Resûlul­lah’ın neş’et edeceği Fârân dağlarının arasında yeni bir hayat başlıyordu. Zemzem’in hayat verdiği çöl, artık verimli bir belde haline gelecek ve bereketiyle insanları kendisine çekecek, karalara bürünüp yas tutan bu dağların arasında, Hz. Muhammed’i (sallallahu aleyhi ve sellem) netice verecek bir süreç başlayacaktı.

Hz. İbrahim’in duası kabul görmüş ve bu ıssız vadi artık, yeşillere bürünerek insanları kendisine çekmeye başlamıştı. Bu teveccüh, aynı zamanda buraya her türlü nimetin akın etmesini de sağlayacak ve buradakiler bundan böyle sürekli bir inayet yaşayacaklardı.

Bu arada Hz. İsmail de büyümüştü ve artık delikanlılık dönemini yaşıyordu. Nihayet Hz. İsmail, Cürhümlülerden bir kızla evlenmiş ve Zemzem’le başlayan bu birliktelik, akrabalık bağlarının kurulmasıyla güçlenerek geleceğe yönelik sağlam bir zemin oluşturmuştu.

Geçen süre içinde Hz. İbrahim, zaman zaman Hacer ve İsmail’i ziyarete geliyor, bir müddet kaldıktan sonra tekrar onları kendi hallerinde bırakıp geri dönüyordu.

Aradan bir süre daha geçmişti. Bu sefer, Hz. İbrahim, hemen geri dönmek için değil, uzun bir müddet orada kalıp Kâbe’yi yeniden inşa etmek için geliyordu. Murad-ı ilahî bu istikametteydi ve o da, bu isteği yerine getirebilmek için yola koyulmuş, Mekke’ye geliyordu.

Çok geçmeden de, oğlu Hz. İsmail’le birlikte Kâbe’yi inşa etmeye başlamışlar ve bir kez daha insanlığı, asla vazgeçemeyecekleri bir kaynağa davete durmuşlardı. Bir taraftan inşa işlemi devam ederken diğer yandan da ellerini açıp, bu en kutsal mekanda dua dua Rablerine şöyle yalvarıyorlardı:

– Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur. Hiç şüphesiz işiten Sen’sin, bilen de Sen!..

Ey Rabbimiz! Hem İsmail ve beni, yalnız Senin için boyun eğen Müslümanlardan kıl, hem de soyumuzdan yalnız Senin için boyun eğen Müslüman bir ümmet meydana getir ve bize ibadetimizin yollarını göster. Tevbemize rahmetle icabette bulun. Hiç şüphesiz Tevvâb Sensin, Rahîm de Sen!..

Şanı yüce iki peygamberin, yeryüzündeki ilk bina ve arşın izdüşümü olan mübarek bir mekanda yaptıkları bu dualara elbette icabet edilecekti. Duada böylesine bir hâl yakaladığını gören Hz. İbrahim sözü, temelini atmış olduğu ‘hillet’ mesleğini; kıyamete kadar ve sadece bir yörede değil, bütün âlemde ikame edecek olan Son Nebi’ye getirecek ve şöyle yalvaracaktı:

– Ey Rabbimiz! Bir de onlara içlerinden öyle bir Resûl gönder ki, o Resûl, onlara Senin ayetlerini tilavet eyleyip okusun, kendilerine kitabı ve hikmeti talim edip öğretsin, içlerini ve dışlarını tertemiz yapıp onları pâk eylesin. Hiç şüphesiz Aziz Sen’sin, hikmet sahibi de Sen!..6

Bu duasında Hz. İbrahim (aleyhisselâm)’ın, gelmesini istediği hikmet sahibi peygamber, kuşkusuz her peygamberin geleceğini muştuladığı Son Nebi Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’di. Zira, Hz. İsmail zürriyeti içinde Hz. Muhammed’den başka bir peygamber yoktu ve olmayacaktı da.

Bu samimi duanın, Hakk katındaki değeri de oldukça büyüktü. Nitekim, yüzyıllar sonra bir gün Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), minnet sadedinde şunları söyleyecekti:

– Ben, atam İbrahim’in duası, kardeşim İsa’nın müjdesi ve annemin de rüyasıyım.7

Yine vefayı, vefa ehlinden öğrenmemiz gerektiğini gösteren bir yer… Yine ahde vefanın silinmez bir örneği ve yine duaya dua ile mukabelede bulunmanın eşsiz misali!.. Hz. İbrahim (aleyhisselâm)’ın, çağlar öncesinden dualarına alarak gelmesini istediği Hz. Muhammed’in ümmeti de, bir şükran ifadesi olarak dualarına O’nu alacak, ‘Allahümme Salli’ ve ‘Bârik’lerinde:

– Allah’ım! İbrahim’e, O’nun âl ve ashabına salat ve berekette bulunduğun gibi Muhammed’e de aynı salat ve bereketten ihsan eyle, diyerek her gün namazlarında Hakk’a niyaz edecektir!..

Bu vefanın bir de İbrahimcesi vardı. Zira, Hz. Muham­med’in geleceğinin haberi, Hz. İbrahim’in ruhuna o denli işlemişti ki, kendi şahsına yapılan iltifatlarda bile O’nu hatırlayıp öne çıkarıyor ve bu iltifatlara layık olanın kendisinden ziyade, Beklenen Sultan olduğunu ifade ediyordu.

Allah (celle celâluhû), Hz. İbrahim’i değişik imtihan süzgeçlerinden geçirmiş ve her birinde üzerine düşen vazifeyi hakkıyla yerine getiren Hz. İbrahim’e şöyle bir iltifatta bulunmuştu:

– Seni insanlara imam kılacağım.

Bu, büyük bir iltifattı ve karşılığında acziyet içinde şükürle mukabele gerekiyordu. Aynı zamanda bu, böyle bir nimetin şükrü adına önemli bir göstergeydi. Ancak Hz. İbrahim öyle yapmadı. O’nun verdiği ilk tepki:

– Benim zürriyetimden de!.. şeklindeydi ki bu, üzerinde durulması gereken bir refleksti. Şuuraltının ne türlü bilgilerle beslendiğinin bir göstergesiydi aynı zamanda. Zaten, insanın gerçek niyeti de böylesi sürpriz durumlarda ortaya çıkardı.

Ancak; Allah (celle celâluhû), imamet gibi önemli bir meselenin, zulme dalmış ve ona rıza gösteren, bilhassa o günkü İsrailoğulları gibi inhiraf eden kimselere müyesser kılınmayacağını ifade sadedinde;

– Zalimler, ahdime (nübüvvetime) nail olamazlar,8 buyuracaktı.

Böyle bir ifadeyle, nazarlar yakın zamanda bir imam aramak yerine, gelecek asırlara ve daha uzun bir zamana yönlendirilmiş oluyordu.

Böylelikle, zulümle nübüvvetin, asla bağdaştırılamayacağının vurgulanmasının yanı sıra, İsrailoğullarının yapageldikleri zulüm ve inhiraflardan hareketle böyle bir şerefi yitirdikleri ve bu şerefin, bundan böyle Hz. İsmail soyuna geçtiği ifade edilmiş olunuyordu. Elbette Hz. İbrahim’in talep ettiği İmam da, ıssız vadide bırakıp geri döndüğü oğlu İsmail’in soyundan olacaktı.


Dipnot:

  1. İbrahim, 14/37
  2. İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 1/153
  3. İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 1/153
  4. İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 1/153
  5. Taberî, el-Câmiu’l-Beyan, 13/230
  6. Bkz. Bakara, 2/129 vd.
  7. İbn Hibbân, Sahîh, 14/313; Hâkim, Müstedrek, 2/453 (3566)
  8. Bkz. Bakara, 2/124
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.