Bedir’de yağmur ve sekîne
Bedir’de tatlı bir yağmur başladı. Bir sonraki zaferden önce tatlı bir rahmet müjdesi gibiydi. Müminler için rahmetin yağacağı müjdesiydi. Elbette aynı yağmur karşı tarafı da etkiledi; bir farkla ki onlar da bu gittikçe şiddetlenen yağmur karşısında perişan oldular ve bulundukları yerde çamurdan kıpırdayamaz hale geldiler.
Bir de o akşam, üzerlerine sekîne inmiş ve ashâb, sanki rahmet banyosu yapmışçasına tatlı bir huzura gark olmuş, iliklerine kadar huzur soluklamıştı. Zaten sekîne de, böyle bir huzurun adıydı. Öyle tatlı bir uykuya dalmışlardı ki, bu tatlı uyku âdeta buraya kadar yaşanan onca sıkıntı ve acıyı tamamen unutturmuştu. Belli ki, ertesi gün için zinde olmaları gerekiyordu ve bu telaşla uykusuz kalıp da dirençlerini düşürmemek için Allah (celle celâluhû) onlara böyle bir nimet bahşetmişti. Hatta mü’minler, üzerlerine sinen bu sekinenin tesiriyle, ayakta kalabilmek için kılıçlarına dayanmak istiyorlar ama bu vaziyette bile uyuyakalıyorlardı.
Karşı tarafta savaş hazırlığı yapan müşrikler ise, artan yağmurun şiddeti altında kalacak ve çamur içinde yürümekte zorlanacaklar, üstesinden gelmekte zorlandıkları türlü türlü meşakkat yaşayacaklardı.
O gecenin sabahında Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), daha müşrik ordusu gelip yerleşmeden önce, Bedir’de ashâbını toplamış ve savaş için saflara ayırarak hizaya sokmuştu. Belli ki, görünüşe de önem veriyordu. Zira, bu da bir mesajdı; hafif öne veya arkaya kaymış olanları bizzat uyarıyor ve saflardaki düzgünlüğü sağlayıp nizami bir görünüm temin ediyordu. Efendimiz, bu esnada saflar arasından birinin hafifçe öne çıktığını görmüş ve yanına gelerek, biraz geri çekelerek hizaya gelmesi için elindeki okla bu sahabînin göbeğine hafifçe dokunmuş ve:
– Sen de hizaya gir ey Sevâd, buyurmuştu. Sevâd İbn Ğaziyye hizaya girmişti girmesine ama arkadan:
– Yâ Resûlallah, diye seslenmişti. Bana eziyet verdin; Seni hak ile gönderene yemin olsun ki, aynı şekilde kısas istiyorum!
Sesin geldiği cihete yönelen Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), hiç tereddüt etmeden karnını açtı ve:
– Haydi, öyleyse kısas yap, diyerek Sevâd’ın vurması için yanına yaklaştı. Ashâb-ı Bedir, taaccüp içinde gelişmeleri takip ediyordu. Efendimiz’in bu davranışı, kul hakkı adına herkese büyük bir ders veriyordu.
Herkesin dikkat kesildiği Sevâd, önce eğilip Efendimiz’in karnından öptü ve arkasından da boynuna atlayıp O’na sarıldı. Niyeti anlaşılmıştı ve Efendimiz de sordu:
– Peki, niye böyle bir şey yaptın ey Sevâd?
– Yâ Resûlallah! Gördüğün gibi savaş gelip çattı ve ben, öldürülmeyeceğimden emin değilim! İstedim ki, tenimin mübarek teninize değmesi dünyadan son nasibim olsun ve huzur-u ilâhîye ben bununla gideyim!
Resûlullah ile bütünleşmenin, O’nun sevgisiyle yanıp tutuşmanın ve aynı zamanda O’nun sevgisine karşılık ashâbından taşan sevginin adıydı bu. Bu hareket de karşılıksız kalmayacak ve yaşanan bu hadise üzerine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Hz. Sevâd’a iltifat edip hayır duada bulunacaktı.
Bu arada, şiddetli bir rüzgâr esmiş ve bir müddet sonra arkası kesilmişti. Çok geçmeden ikinci bir rüzgâr ve bunun ardından da üçüncü bir rüzgâr estikten sonra ortalık durulmuştu. Meğer birinci rüzgârla birlikte Cibril-i Emîn, ikinci rüzgârla Mîkâîl ve üçüncü rüzgârla da İsrâfîl (aleyhimüsselâm) gelmişlerdi ve beraberlerinde bulunan biner adet melekle mü’minleri takviye ediyorlardı. Demek ki, Rabbi razı edecek keyfiyeti elde edip O’nun adını bayraklaştırma adına yerdekiler kendilerine düşeni kusursuz yerine getirip yapınca, sema ehli de buna kayıtsız kalmıyor ve hayır müdavimlerinin yardımına koşuyordu.
Mîkâîl ve beraberindeki bin melek, Efendimiz’in sağ tarafına, İsrâfîl’le birlikte olan diğer bin melek de sol tarafına geçip saf tutacaklardı. Kendilerine mahsus bir görüntü arz ediyorlardı; yeşil, sarı ve kırmızı sarıklarını başlarına sarmış, bir ucunu da bellerinden aşağıya doğru sarkıtmışlardı. Atlarının alnında, yünden bir nişane bulunuyordu.1
Büyük ve beyaz sancak, Muhâcirler adına Mus’ab İbn Umeyr’e verilmişti. Bunun yanında, Ensâr’ı temsilen iki tane daha sancak vardı; Hazrec’in sancağını Hubâb İbn Münzir ve Evs’in sancağını da Sa’d İbn Muâz taşımaktaydı.2 Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Muhâcirlerin parolasını ‘Yâ Benî Abdirrahmân’, Hazrecinkini ‘Yâ Benî Abdillah’ ve Evs’in parolasını da ‘Yâ Benî Ubeydillah’ olarak tayin etmişti. Genelde herkesin kullandığı parola ise, ‘Yâ Mensûr, Öldür!’3 şeklindeydi.
Yazar: Dr. Reşit Haylamaz
10 ocak 1965 yılında doğdu. İlk ve ortaokul eğitiminden sonra Endüstri Meslek Lisesi’nde elektrik okudu. 1982 yılında Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde başladığı yüksek eğitimini, yine aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde devam ettirerek Temel İslam Bilimleri İslam Hukuku bölümünde yüksek lisans yaptı. Sonraki yıllarda Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri’ne kaydoldu ve burada da “Kur’ân’a Göre Akıl” konulu teziyle Tefsir alanında doktorasını tamamladı.
Çalışma hayatına, İzmir Özel Yamanlar Lisesi’nde öğretmen ve idareci olarak başladı. Askerlik görevini yerine getirdikten sonraki yılları onu, medya sektörüne taşıdı ve ilk olarak Zaman Gazetesi’nde yayın danışmanı olarak işe başladı. Ardından gelen yıllar onu, sesli ve görüntülü medyaya taşıdı ve Burç FM ile Samanyolu TV’nin denetim, redakte, musahhih, editör, yapımcı gibi alanlarında faaliyet gösterdi.
Bu arada, Zaman Gazetesi’nde köşe yazarlığı görevini de yürüten Haylamaz, bundan sonraki 5 yılını Cihan Haber Ajansı’nda genel müdür olarak devam ettirdi.
2005 yılından itibaren bünyesinde 24 farklı yayınevi ile 11 dergiyi barındıran Kaynak Kültür Yayın Grubu’nda genel yayın yönetmeni olarak görev alan Reşit Haylamaz, gerek yurt içinde gerekse yurt dışında birçok seminer, konferans, sempozyuma katıldı, çok farklı alanlarda tebliğler sundu. Konuk olarak katıldığı birçok program yanında Haylamaz, Burç FM, Samanyolu TV, Mehtap TV ve Irmak TV gibi sesli ve görsel medya alanlarında çok sayıda programa da imza attı.
Her ne kadar farklı alanlarda ihtisas sahibi olsa da o, çalışmalarının çoğunu İslam Tarihi’nde yoğunlaştırdı ve eserlerinin büyük çoğunluğunu siyer muhtevalı kaleme aldı. Güvenilir Gıdalar Vakfı ve Tarih Akademisi gibi organizasyonlarda aktif vazife alan Haylamaz, Peygamberyolu Derneği etrafında bir araya gelen gönüllüler kadrosuyla deruhte ettiği “Herkes O’nu Okuyor” ve “O’nunla Bir Ömür” gibi organizasyonlarla yediden yetmişe milyonlarca insana bu vesileyle kitap okuttu, başta Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) olmak üzere Asr-ı Saâdet’i daha yakından tanımalarına vesile oldu. Gün gün Efendimiz’in hayatının izini sürdüğü ve bilinmeyen günlerini de bilinir kılmaya matuf olarak başlattığı geniş kapsamlı siyer çalışması, hâlen devam etmektedir.
Genel manada tarihe ve özelde ise İslâm Tarihi’ne farklı bakış açıları ile bakabilen Haylamaz’ın, bazıları farklı dillere de çevrilen Türkiye’de Domuz Gerçeği, İslâm Hukukuna Göre Organ ve Doku Nakli, Saadet Asrı’na Doğan İlk Yıldızlar, Güller ve Dikenler, Dillerdeki Müjde, Gönül Tahtımızın Eşsiz Sultanı Efendimiz 1 – 2, Muhtasar Efendimiz, Efendimiz’in Nurlu Hayatı, En Öndekiler, Fethin Mü’minleri, Mü’minlerin En Mümtaz Annesi Hazreti Âişe, İslâm’ın İki Kutsal Şehri: Mekke Medine, Şefkat Güneşi, Bizim Firavun, Umre Rehberi, Bir Vedalaşma Günlüğü: Efendimiz’in Haccı, Âişe Validemiz’in Evlilik Yaşı, Efendimiz’in Aile Hayatı ve Mazlumların Hâmisi Hazreti Hadîce gibi eserleri vardır ki bilhassa bu eserler arasından “Efendimiz” konulu olanlar çok satanlar listesinde yerini aldı ve Türkiye’de üç milyonun üzerinde okur buldu. Gönül Tahtımızın Eşsiz Sultanı Efendimiz adlı eseri, 175 bölüm halinde radyo tiyatrosu olarak uyarlandı.
Evli ve üç çocuk babası olan Reşit Haylamaz, sivil toplum faaliyetleri ve yayıncılık hayatına, Mısır ve ABD merkezli olarak devam etmektedir.
Dipnot:
- O gün Bedir’e katılan meleklerin sima ve giysileriyle ilgili farklı rivâyetler bulunmaktadır. Sarıkların renkleri daha çok kırmızı, siyah, sarı ve beyazdır. Belli başlı insanların şekline bürünüp de gelen meleklerin giysi farklılığı, muhtemelen o insanların giydiği giysileri taşıyor olmalarındandı. Mesela Cibril-i Emîn, Zübeyr İbn Avvâm suretinde gelmişti ve o da, başında sarı bir sarıkla savaşıyordu. Bkz. Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 4/43, 44
- O gün, müşriklerde de üç sancak bulunmaktaydı ve bunları, Ebû Azîz İbn Umeyr, Nadr İbn Hâris ve Talha İbn Ebî Talha taşıyordu.
- O günkü genel parolanın, ‘Ehad, Ehad’ şeklinde olduğu da söylenmektedir. Bkz. İbn Hişâm, Sîre, 3/182