Asr-ı Saadet’te Manipülasyon Girişimleri
Toplumlar, tevhitten uzaklaşıp şirke ve inkara, haddi aşıp ahlaksızlığa ve haksızlığa, helalleri unutup haramlara dalınca onları uyarmak ve ıslah etmek için peygamberler gönderilmişti. Fakat çoğu zaman bu fasit sistemi inşa ve idare edenler, toplumların bu halinden şahsi menfaat ve konum devşirenler, peygamberlerin getirdiği tevhit, nübüvvet, ahlak, adalet ve ahiret anlayışından rahatsız olmuşlardı. Hatta nübüvveti, siyasi menfaatleri ve gelecekleri için daha ilk günden bir tehdit ve tehlike olarak algılamışlardı.
Mesela Mekke, Arap kabileleri arasında Cahiliye kültürünün ve putperestliğin kalbiydi ve şirkin önderleri, Kâbe’yi bile onlarla doldurmuşlardı. İslam’ın getirdiği dini değerler, hayat anlayışı ve sosyal adaletten dolayı Allah’ın nurunun yayılışını durdurmaya hatta söndürmeye karar vermişlerdi. Tedricî olarak ve sürekli ağırlaşan bir tonla Allah Resûlü ve etrafındaki az sayıdaki Müslümana, ciddi baskılar uygulamış ve onları dinlerinden döndürmek için her türlü zulüm ve haksızlığa başvurmuşlardı. Bununla aynı zamanda halkın İslam’a meyletmesinin önünü alma adına bir korku atmosferi oluşturmaya da çalışmışlardı.
İnsanların algılarını kontrol etmek, onları istedikleri istikamette yönlendirmek, şirkin içinde, İslam’ın dışında ve karşısında tutmak için çok farklı yollar denemişlerdi. Bunlardan birisi de insanları yanıltmak, Allah Resûlü ve Kur’ân ile alakalı olumsuz bir algı oluşturmak için gerçeği çarpıtmak; yanlış bilgi ve yorumlarla, hileli yönlendirmelerle, gerçek dışı beyanlarla hadiselerin akışına müdahale edip zihinleri manipüle etmekti. Aynı yola, hicret sonrası Medine’de muhatap olduğu münafıklar ve Ehl-i Kitap kabilelere mensup bazı kimseler de sıklıkla müracaat etmişlerdi:
İnsanları Birbirine Düşürüyor!
Mekke’deki ağır şartlara rağmen Allah Resûlü, fert fert İslam’ı insanlara ulaştırmış ve davete evet diyenlerin sayısı her geçen gün artmıştı. Buna karşılık şirkin önderlerinin Müslüman olanlara tepkisi çok ağır olmuş; Müslümanları şirke geri çevirmek için hapse atmış, işkence etmiş, en temel hak ve hürriyetlerinden mahrum bırakmış ve sosyal hayattan dışlamışlardı. Bunu da bilinçli bir şekilde ilgili şahsın aile ve akrabalarının eliyle yapmışlardı.1 Mesela Allah Resûlü’ne amcası, yengesi ve kuzenleri, Hz. Zübeyr’e ve Hz. Osman’ı amcası, Hz. Mus’ab’a da annesi baskı uygulamış, eziyet etmiş ve hapse atmıştı…
Hal böyle olunca birisinin Müslüman olması, aile içerisinde ve çevresinde gerginliğe ve ayrışmalara, krize sebebiyet veriyordu. Aile bağlarının ve kabilecilik anlayışının çok güçlü olduğu Mekke’de müşrikler, bu durumu İslam’a karşı nefret oluşturmak, halkın gözünü korkutmak ve onları manipüle etmek için kullanmışlardı. “Muhammed getirdiği bu sihirli sözlerle baba ile evladının, kardeş ile kardeşin, karı ile kocanın ve insanlarla kabilesinin arasını açıyor!” diye her zeminde propaganda yapmışlardı.2
Halbuki Allah Resûlü, akrabalarla diyaloğun kesilmesine, yapılanlara aynıyla karşılık verilmesine izin vermemiş hatta gerginlik yaşanmaması adına Müslümanlığını gizli tutmak isteyenlere bile müsaade etmişti. Ashabına aile ve akrabalarına iyi davranmasını ve bütün kötülüklerine rağmen onlara iyilikte bulunmalarını emretmişti. Mekkelilerin Arap kabileleri arasında ve Habeşistan’da da sürdürdükleri bu manipülasyon girişimleri, meyvesini vermiş ve Müslüman olmayı düşünen kimselerin önüne ilk olarak kendi ailesi ve akrabaları çıkmıştı. Bütün bunlara rağmen Allah Resûlü, ashâbına, sabır, af ve müsamahanın yanında akrabalık bağlarını canlı tutmayı salıklamış ve müşriklerin söylemlerini haklı çıkartacak yanlış muamele ve münasebetlere asla izin vermemişti.
Sihir Yapıyor!
Cenab-ı Hak, “tek başına” en despot idarecilerin ve en azgın kavimlerin arasına gönderdiği peygamberlere, yeri geldiğinde mucize gösterme imkânı da vermişti. Farklı sebeplerle Allah Resûlü de zaman zaman mucizeler gösteriyordu. Mucizeye şahit oldukları veya duydukları zaman şirkin önderleri hem kendilerini hem de halkı mucizenin tesirinden kurtarmak için olayı çarpıtmış ve gerçek dışı söylemlerle zihinleri manipüle etmeye çalışmışlardı.3
Öncelikle Allah Resûlü’ne verilen Kur’ân, başlı başına bir ilim, hikmet ve belagat mucizesiydi. Dinlediklerinde şirkin ileri gelenleri dahil herkes çok etkileniyordu. Bu etkinin insanları İslam’a götürmesinin önünü almak için O’nu sihirbaz ve ayetleri de sihirli sözler olarak anlatmış ve böylece halkı manipüle edip algıyı tersine çevirmek istemişlerdi. Bir mucizeye şahit olduklarında “Doğrusu, şimdiye kadar böyle bir sihir görmedik.” diyerek gerçeği çarpıtmış ve Allah Resûlü’nün çabasını boşluğa düşürmeye çabalamışlardı.4
Öncelikle Kur’ân, diğer peygamberlerin de benzeri saldırılara maruz kaldığını örnekleriyle beraber Allah Resûlü’ne haber vermiş ve O’nu teskin etmişti. O da müşriklerin bu söylemlerine takılmadan, hikmet dolu hal ve hareketleri, hayır ve hakikat dolu muamele ve münasebetleri, istikamet üzere yaşadığı dengeli hayatı, selim ve sağlam duruşuyla bu çarpıtmaları zamanla sıfırlamış ve vazifesine odaklanıp yoluna devam etmişti.
Haram Aylarda Savaşıyor!
Mekkelilerin manipülasyon girişimleri Medine’ye hicretten sonra da devam etmiştir. Coğrafya sakinleri ile Allah Resûlü’nü baş başa bırakmayı hiç düşünmemiş; Arapların zihinlerini kontrol altında tutmak için her türlü hadiseyi fırsata çevirmek istemişlerdi. Hicretin ikinci yılı Recep ayında Allah Resûlü, Hz. Abdullah İbn-i Cahş’ı Taif ile Mekke arasında yerleşen Nahle civarına göndermişti. Sefere katılanların tek görevi, bölgedeki hareketliliği gözlemlemek ve istihbarat toplamaktı.5 Nahle’ye varan birlik burada Kureyş’e ait bir kervanla karşılaşmış; kervana müdahale edip etmemekte tereddüt yaşamışlardı. O günün Recep ayının son günü mü ve yoksa Şaban ayının ilk günü mü olduğuna da karar verememişlerdi. Zira Recep, içerisinde kan dökmenin haram olduğu aylardandı.
Nihayet kervana müdahale etmeye karar vermiş; çıkan çatışmada bir müşriki öldürüp ikisini esir almış ve kervandaki malları da alıp Medine’ye geri dönmüşlerdi. Onları sadece istihbarat toplamaları için gönderen Allah Resûlü, yaşananları haber alınca “Ben size haram ayda çarpışmayı emretmedim!”6 buyurmuş ve getirdikleri hiçbir şeye dokunmamıştı. Ashâbın kalanları da onları kınamıştı. İçtihad edip emrin dışına çıkan birlik, ne denli vahim bir hata ettiklerinin farkına daha yeni varmıştı. Ama artık çok geçti.
Müslümanları, Arap kabileleri nazarında yerin dibine batırmak isteyen Mekkeliler için bu gelişme adeta bir lütuf olmuştu! Olayın aslını araştırmaya ihtiyaç bile duymadan insanları manipüle için hemen “Muhammed ve ashabı, haram olan ayı helalleştirdiler; onda kan döktüler, mala dokundular ve insanları esir aldılar!” diyerek yarımadada nefret söyleminde bulunmaya ve yapılan işi kınamaya başlamışlardı. Medine’deki bazı Yahudilerde halkın kafasını daha da karıştırmak için olayla alakalı kehanetlerde bulunmuş ve yorumlar yapmışlardı. Artık her yerde bu mesele konuşulmaya ve emri dışında gerçekleşen bu işin geldiği nokta, Allah Resûlü’nü çok incitmeye başlamıştı ki Cenab-ı Hak, indirdiği şu ayetle meseleyi hükme bağlamıştı:7
“Sana haram ayda savaşmanın hükmünü sorarlar. De ki: “O ayda savaşmak büyük bir günahtır. Fakat insanları Allah yolundan engellemek, Allah’ı inkâr etmek, Mescid-i Haram’ı ziyareti yasaklamak, o mescidin cemaatini yani Müslümanları oradan çıkarmak ise, Allah nazarında daha büyük günahtır. Dinden döndürmek için işkence, öldürmekten beterdir. Kâfirler, ellerinden gelse, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan geri durmazlar…”8
Kendisine İnananlar ölüyor!
Medine’ye hicret eden Allah Resûlü, kısa zamanda şehri huzur ve emniyete kavuşturmuş ve yavaş yavaş kendi medeniyetinin temellerini atmaya başlamıştı. Hicretin 8. ayı Şevval’e gelinmişti. Mescid-i Nebevî’nin inşaatı bitmiş; ezvâc-ı tahiratın odaları yapılıyordu. Bu süreçte iki hüzün dolu hadise yaşanmış; ilk önce -hicret sonrası Allah Resûlü ve bazı sahabîleri günlerce evinde misafir eden- Külsûm İbn-i Hidm ardından da İslam’a Medine’nin kapısını aralayanlardan Benî Neccar’ın nakîbi ve diğer nakîblerin başkanı Esad İbn-i Zürare genç yaşta vefat etmişti. Her iki hadise de Müslümanları derinden üzmüştü.
Ölümün yaşı yoktu ve her canlı için ölüm mukadderdi. Fakat Medine’deki gidişattan rahatsız olan münafıklar ve bazı Yahudi gruplar, bu durumu Allah Resûlü’nü yıpratmak için kullanmaya karar vermişlerdi. “Eğer O gerçekten peygamber olsaydı sahabîsi ölmezdi! Sahabîsinin ölümünü engelleseydi ya!”9 diyerek bu tabii durumu çarpıtmaya çalışmış ve peygamberlik hakkında fazla bilgisi olmayan halkı manipüle edip zihinleri karıştırmaya gayret etmişlerdi.
Kendisine İnananların Çocukları Olmuyor!
Hicretten sonra henüz muhacir bir ailenin çocuğu dünyaya gelmemişti. İslam’ı hazmedemeyen gruplar, en doğal halleri bile Müslümanların moral ve motivasyonunu bozmak için değerlendirdikleri gibi bu meseleyi de dillerine dolamış ve insanları İslam’dan uzaklaştırmak için kullanmışlardı. Münafıklar, muhacirlerle alay ederken bazı Yahudîler de “Biz büyü yaptık! Artık onların çocukları olmaz!” diyerek sağda solda konuşmaya başlamışlardı. Bu durum ashâbı çok üzmüştü. Derken Hz. Zübeyr İbn-i Avvam ile Hz. Esma Bint-i Ebî Bekir’in erkek bir çocuğu olmuştu. Bu doğum, söylentilerden etkilenen Müslümanları sevince gark etmiş; halkı bu basit iddia ile manipüle etmek isteyenlerin çabalarını boşa düşürmüştü.10
Savaş Kaybediyor!
Bedir’in intikamını almak için kin ve nefretle Medine üzerine yürüyen Mekkelilerle Müslümanlar Uhud’da karşı karşıya gelmiş; savaşın ilk bölümünde açık bir zafer elde eden Müslümanlar, Ayneyn tepesine yerleştirilen okçuların görev yerlerini zamansız terk etmesiyle iki ateş arasında kalmış ve büyük bir yara almışlardı. Her an İslam aleyhine harekete geçmek için fırsat kollayan münafıklar ve bazı Yahudiler, Uhud’da alınan bu yarayı da değerlendirmek istemiş ve hemen işe koyulmuşlardı. Yahudilerin ileri gelenleri, “(Muhammed) Eğer gerçekten peygamber olsaydı Kureyş müşriklerini yener; onlara yenilmezdi! Kendisinin hükümdarlıktan, saltanattan başka maksadı yoktur!” diyerek hadiseyi, zihinleri manipüle etmek için kullanmaya başlamışlardı.11
Öncelikle sözleri tarihi ve beşerî realitelerle bağdaşmıyordu ki Cenâb-ı Hak, “Şayet siz yara aldı iseniz, karşınızdaki düşman topluluğu da benzeri bir yara aldı. İşte Biz, Allah’ın gerçek müminleri ortaya çıkarması, sizden şehitler edinmesi, müminleri tertemiz yapıp kâfirleri imhâ etmesi için, zafer günlerini insanlar arasında nöbetleşe döndürür dururuz. Allah zalimleri sevmez.”12 buyurmuş ve müminlerin de bu tür imtihanlara tabi tutulacağını bildirmişti.
İkincisi Allah Resûlü, ordusuna “Rahat olun! Ben bir peygamberim ve biz bu savaşı mutlaka kazanacağız!” diye garanti vermemiş aksine zafer elde etme adına 30 civarında tedbir almış ve aldığı bu tedbirlerden birine riayet edilmeyince süreç Müslümanların aleyhine dönmüştü.13 Bunu onlar da biliyorlardı ama ortada bir netice vardı ve bu neticeyi, çarpıtıp Allah Resûlü’nün aleyhine kullanma adına bir fırsat görmüşlerdi.
Münafıklar da geri durmamış “Bize itaat etmiş olsaydınız bu musibete uğramazdınız!” diyerek ayrı bir yıkıcı faaliyetin içine girmişlerdi.14 Öncelikle onlar istişarede alınan karara uymamış, Müslümanların morallerini çökertmek için ordunun üçte birini yarı yoldan geri çevirmişlerdi. Üstelik Müslümanlar kazandıkları bir savaşı emre itaatteki inceliği kavrayamayan askerlerin yukarda da ifade edildiği üzere görev yerlerini terk etmesi üzerine kaybetmişlerdi.
Allah Resûlü, her iki grubun çıkarttığı bu fitnelere cevabı, daha olayın üzerinden bir gün bile geçmeden ordusunu toplayıp Müşriklerin peşine düşerek vermiş ve böylece onlar, büyük bir hayal karıklığı daha yaşamışlardı. Düne takılmayan Allah Resûlü, ordusuna, ordu da O’na sonuna kadar güvendiği ve yaşananların Uhud’da kaldığı mesajını vermişlerdi.
Gösteriş İçin Veriyor!
Hicretin 9. yılında Müslümanların en temel hak ve hürriyetleri noktasında yeni bir tehlike ortaya çıkmış; Gassanlıların kışkırtmasıyla Bizans’ın Medine’ye saldırı hazırlıkları içerisine girdiği haberi alınmıştı. Tehlikenin büyümeden bertaraf edilmesi için acilen harekete geçilmesi gerekiyordu. Fakat o gün itibarıyla Müslümanlar mali açıdan çok sıkıntılı günler yaşıyorlardı. Krizi aşma adına Allah Resûlü, bir infak seferberliği başlatmıştı. Orduyu teçhiz ve askerlerin ihtiyaçlarını tedarik etmek için gönüllülük esasınca herkes elinde avucunda ne varsa farklı miktarlarda getiriyordu. Kimisi malının tamamını, kimisi yarısını kimisi üçte birisini… Allah rızası için veriyordu.
Ortaya konulan fedakârlık ve dayanışma, münafıkları rahatsız etmişti. İnsanların heyecanını kırma ve kenetlenmelerinin önüne geçmek için gerçeği çarpıtmaya başlamışlardı. Mesela servetinin yarısını infak eden Abdurrahman İbn-i Avf’ın ve yüz yük hurma tasadduk eden Âsım İbn-i Adiyy’in içten gayretleri hakkında, “Bunların yaptıkları, sadece gösteriş!” demiş ve halkın seferberliğe iştirak etme iştiyakını kırmaya çalışmışlardı. Ebû Akil isimli sahabî Allah yolunda bir şeyler infak etmek için bütün gece çalışmış ve iki sa’ hurma kazanmıştı. Sabahleyin gelip yarısını tasadduk etmişti. Fakat münafıklar da boş durmamış; “Sadaka veriyor, desinler diye getirdi.” söylemiyle onun bu samimi gayretini insanlar nezdinde itibarsız hale getirmek istemişlerdi. Onların oluşan ortamı baltalama adına bu girişimleri karşısında Cenâb-ı Hak, ashabın samimiyetini ilan etmiş ve Allah Resûlü de onlar için aleni hayır ve bereket talebinde bulunmuştu.
Devesinin Yerini Bilmiyor!
Bütün hazırlıklar bitmiş ve Tebûk’e hareket edilmişti. Bir aralık Allah Resûlü’nün devesi kaybolmuş ve bazı sahabîler aramaya çıkmıştı. Bu durumu O’nu yıpratmak için değerlendirmek isteyen münafıklardan Zeyd İbn-i Lusayt, hemen devreye girmiş ve “Hem peygamber olduğunu söylüyor, göklerden haber veriyor hem de daha devesinin nerede olduğunu bilmiyor; bu nasıl iş?” demişti. O da yandaşları gibi bu basit hadiseyi bile çarpıtıp saldırmak için kullanmıştı.
Onun bu sözü Allah Resûlü’ne ulaşınca gayet sakin bir şekilde şöyle buyurmuştu: “Şimdi bir adam dedi ki ‘Muhammed hem peygamber olduğunu söylüyor, göklerden haber veriyor hem de daha devesinin nerede olduğunu bilmiyor.’ Ben sadece Allah’ın bana bildirdiği şeyleri bilirim. Ve O bana devenin nerede olduğunu şimdi bildirdi. Deve şu vadide, yuları bir ağaca takılıp kalmış vaziyette duruyor.” Bunun üzerine bazı sahabîler gitmiş ve deveyi oradan alıp getirmişlerdi.15 O’nun “Ben gaybı kayıtsız şartsız bilirim!” şeklinde bir beyanı ve iddiası asla olmamıştı ama bu, insanların zihinlerini bulandırmak isteyen münafıklar için çok da önemli değildi.
Sonuç
Allah Resûlü’nün muhataplarının manipülasyon girişimleri elbette sadece bu misallerden ibaret değildir. Kıblenin tahvil süreci ve Hz. Zeyneb Bint-i Cahş validemizle evlilik sürecinde yaşananlar dahil başka birçok örnek de burada zikredilebilir. Fakat bu birkaç misalde de görüldüğü üzere Allah’ın nurunu söndürmek için her türlü yola başvuran gruplar, insanları İslam’a düşman etmek, halkı Allah Resûlü ve Müslümanlardan soğutmak ve nefret ettirmek adına manipülasyonu da kirli ve çirkin bir silah olarak kullanmışlardır.
Bunun için kendilerinin sebep oldukları şeyleri Allah Resûlü ve ashabının üzerine yıkmaya çalışmış, gerçeği çarpıtmış, en tabii hadiseleri bile suiistimal etmiş, alınan yaraları maksatlı yönlendirmelerle başka mecralara çekmiş, en samimi çabaları hem insanların sinir uçlarına dokunacak hem de oluşan aksiyon ve fedakârlık ruhunu bitirecek şekilde baltalama girişiminde bulunmuşlardı.
Bütün bunlar karşısında Allah Resûlü, her zaman genel karakterinin gereğini yapmış, makul ve mutedil çizgisini korumuş, onların eylem ve söylemlerini haklı çıkartacak tepkilerden uzak durmuş, acele etmeyip çözümü zamana yaymış, vazifesiyle meşgul olmuş ve ashabına da aynı şeyleri emir ve tavsiye etmişti.
Dipnot:
- Geniş bilgi için bkz. İbn-i Hişâm, Sîre 146, 147
- Bkz. İbn-i Hişâm, Sîre 124, 155, 176
- Bkz. İbn-i Hişâm, Sîre 134
- Bkz. İbn-i Hişâm, Sîre 176, 180
- Bkz. İbn-i Hişâm, Sîre 286
- İbn-i Hişam, Sîre 287
- Bkz. İbn-i Hişâm, Sîre 287; Taberî, Târîh 2/414; Beyhakî, Delâil 3/17
- Bakara Sûresi 2/217
- Hâkim, Müstedrek 4/214; İbn-i Hişâm, Sîre 235; Taberî, Târîh 2/397
- Bkz. Hâkim, Müstedrek 3/548; Taberî, Târîh 2/401
- Bkz. Beyhakî, Delâil 3/216
- Âl-i İmrân Sûresi 3/140, 141
- Alınan tedbirler için bkz. https://peygamberyolu.com/uhud-ozelinde-efendimizin-sas-hayatinda-tedbir-ve-tevekkul/
- Bkz. Beyhakî, Delâil 3/216
- Bkz. İbn-i Hişâm, Sîre 600, 601