Ashab-ı Suffe

649

Yeni yurt Medine, yeni bir anlayışa daha sahne oluyordu; Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), gelen ayetleri kendileriyle paylaşıp onlarla marziyat-ı ilâhiyi müzakere edebileceği kimseleri Mescid-i Nebevi’ye toplamaya başladı.

Diğer insanlar, çarşı-pazarda ticaret yapıp bağ ve bahçelerinde tarımla uğraşırken bu insanların tek hedefi, dine ait meselelerin zayi olmasının önüne geçmek ve Efendimiz’den aldıkları kültürü başka insanlarla da paylaşarak tebliğ sürecini doğru ve kalıcı bir keyfiyetle hızlandırmaktı. Bunu yaparken, açlığın sancısını hissetmemek için karınlarına taş bağlıyor; çoğu zaman da açlıktan bayılıp oldukları yerde kalakalıyorlardı; ama onlar için, dine ait bir meselenin inkişâfı, her şeyden daha önemliydi. Bunun içindir ki Efendiler Efendisi, ashabıyla konuştuğu zamanlarda bu insanlara göz-kulak olmalarını tavsiye ediyor, bazen onları diğer ashab arasında taksim ederek ihtiyaçlarını görmeye çalışıyor ve kendisi de, ailesinden daha çok bu insanları düşünüyordu.1

Aralarında Ebû Hureyre gibi önemli sahabelerin de bulunduğu Ashab-ı Suffe’nin sayısı, değişkenlik arz etmekle birlikte bu sayının otuza kadar çıktığı oluyor ve bu insanlar, Mescid-i Nebevî’yi aynı zamanda ev olarak kullanıyorlardı. Çünkü onların, ne başlarını sokabilecekleri bir evleri ne de kendilerine yardım edecek bir yakınları vardı. Ama bu insanlar, kimseden bir şey isteme niyeti izhar etmez ve hangi şartlarda olurlarsa olsunlar, durumlarına rıza göstererek Efendimiz’le müşterek bir hayat yaşamayı her şeye tercih ederlerdi. Onların bu hâlini anlatırken Kur’ân, şu ifadeleri kullanacaktı:

– Kendilerini Allah yoluna vakfedip de yeryüzünde dolaşma fırsatı bulamayan o yoksullar var ya, işte onlar, insanlardan bir şey isteyip de hâllerini ortaya koymadıklarından dolayı diğer insanlar onları zengin zanneder. Ey Resûlüm! Onları Sen, simalarından tanırsın; onlar, iffetlerinden dolayı, yüzsüzlük ederek halktan bir şeyler istemezler. Hayır adına her ne verirseniz, mutlaka Allah onu bilir.2

Tabii olarak bu insanlar, hangi ayetin nerede ve nasıl indiğini, Efendimiz’den şeref-sudûr olan beyanın hangi şartlarda ve nerede gerçekleştiğini en iyi bilen kimselerdi. Zira, sadece ilimle meşgul oluyorlar ve ibadet ü taatle dolu bir hayat yaşıyorlardı. Din adına herhangi bir yerden talep geldiğinde, ilk defa bunlar arasından birisi seçilir ve o insanlara dini öğretmek için muallim olarak gönderilirdi. Kısaca bu insanlar, ilim yönüyle Efendiler Efendisi’nin mirasçıları konumundaydı.

Çok hadis rivayet ettiklerine dair şikayetler çoğalınca, bunlardan biri olan Hz. Ebû Hureyre (radıyallahu anh) ileri atılacak ve:

– Yatsı namazında Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) hangi sureleri okumuştu, diye soracaktı. Adam:

– Hatırlamıyorum, cevabını verdi. Bunun üzerine Ebû Hureyre (radıyallahu anh):

– Yoksa sen, namazda yok muydun, diye tekrarladı. Adam:

– Hayır, vardım, cevabını verdi. Bunun üzerine Ebû Hureyre:

– Ama ben hatırlıyorum; şu şu sureleri okudu, diyerek Efendimiz’in okuduğu sureleri söyleyiverdi.3 Fiilî bir ders vermenin adıydı bu ve arkasından da şunları ilave etti:

– Muhâcir kardeşlerimiz çarşı ve pazarda alışverişle meşgul olup, Ensâr kardeşlerimiz de bağ ve bahçeleriyle ilgilenirken Ebû Hureyre, karın tokluğuna Allah Resûlü’nün peşine takılmış; başkalarının duymadıklarını duyuyor, onların hâfızalarına ulaşmayanları da ezberine alıyordu.4

Bu kadar sıkıntı ve meşakkât, elbette herkesin öyle kolay katlanabileceği bir mesele değildi. Bir tarafta Kureyza ve Nadîroğulları karşılarında duruyor ve onların din adamlarının ellerindeki imkânlar da nazarlara çarpıyordu. İnsan olmanın bir gereği olarak Suffe ehlinden de olsa bazı insanlar, içinde bulundukları bu durumdan daha iyi şartlar elde edip biraz daha rahat etme arzusu içine girebilir, daha müreffeh bir hayat özlemi duyabilirlerdi.

Aynı zamanda bu, sadece onları ilgilendiren bir konu da değildi; Kârûn’un serveti karşısında gözü kamaşıp benzeri imkânlara sahip olmayı arzu eden insanlar olduğu gibi5 bugün de benzeri talepler gelişebilir, sosyal statüde kendi içinde bulunduğu konumdan rahatsızlık duyan insanlar zuhûr edebilirdi.

İşte, bütün bunlara son noktayı koymak için Cibril-i Emîn yeniden geliyordu. Getirdiği ayette Yüce Mevlâ, kullarının kulağına küpe olacak şu ifadeleri sıralıyordu:

– Eğer Allah, kullarına verdiği rızık ve imkânları bol bol yaysaydı, o zaman bazı kimseler dünya hayatının geçici rengine aldanır ve dünyaya dalar, ölçüyü kaçırıp azarlardı. Lakin O, bu imkânları dilediği bir ölçüye göre indirir. Çünkü O, kullarından haberdar olup onların bütün yaptıklarını ve yapacaklarını görmektedir.6


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz

Dipnot:

  1. Bkz. İbn Sa’d, Tabakât, 1/255, 256; 2/363; 8/25
  2. Bkz. Bakara, 2/273
  3. İbn Sa’d, Tabakât, 2/363
  4. İbn Sa’d, Tabakât, 2/363
  5. Bkz. Kasas, 28/79
  6. Bkz. Şûrâ, 42/27; Vâhidî, Esbâbü Nüzûli’l-Kur’ân, s. 389, 390
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.