Allah Dostu Örnek Bir Resûl: İbrahim Aleyhisselâm
Allah Teâlâ, zât, sıfât ve esmâsı itibariyle müstakim bir ulûhiyet anlayışını ortaya koymak, kullarının sorumluluklarını ve bu sorumlulukları nasıl ifa edeceklerini, yürüdükleri yolun âdâb ve erkânını nasıl talim edeceklerini göstermek maksadıyla vahiy ve peygamberlik müessesesini vaz etmiştir. Cenâb-ı Hak, insanlığa gönderdiği bu İlâhî buyruklarında herkesi muhatap almamış, böylesine önemli bir konuda sadece özel donanımlı, müstesna karakterleri seçerek onlarla konuşmuş, varlık ve insanlık adına vaz ettiği bütün yüce hedefleri peygamber dediği o yüce kâmetlerle gerçekleştirmiş ve onları ibadet, istikamet, ihlâs ve âhiret yurduna ulaştırmanın rehberleri kılmıştır. Dolayısıyla hemen her devri ayrı bir peygamberin mevcudiyetiyle şereflendirmiş ve beşeriyeti hiçbir zaman nebisiz bırakmamıştır.
Peygamberlerin hemen hepsi, tertemiz fıtrat timsali, yüksek ahlâk örneği, iffet ve namus âbidesi, emniyet kahramanı ve sadakat numunesidir. Onlar, üstün karakterleri, ciddi tavırları, güven vaad eden simaları, hep müstakim tavırları ve derinlerden derin kulluk şuurlarıyla her zaman parmakla gösterilen örnek şahsiyetlerdir. Hemen her nebi, insanları dünya ve ahiret saadetine ulaştıran emin bir rehber, müessir bir nasihatçi, kusursuz bir mürşit, fevkalâde bir insan sarrafı, mükemmel bir terbiyeci, kararlı bir halaskâr ve insanları Hakk’a ulaştırmanın en güvenilir kılavuzlarıdır.[1]
Peygamberlerin Fazileti ve Örnekliği
Bütün peygamberler insan-kâinat-ulûhiyet hakikatleri adına birbiriyle mütenasip, dinin temel esaslarına dair müşterek mesajlar getirmişlerdir. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) diliyle ifade etmek gerekirse, “Peygamberler, tıpkı anaları ayrı babaları bir kardeşler (gibi)dirler; dinleri ise aynıdır.”[2] Ayrıca, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Benimle, benden önce gelen peygamberlerin durumu, tıpkı bir bina yapan, onu güzelce süsleyen, fakat bir tuğlasını eksik bırakan bir adamın durumu gibidir… İşte onun eksik bıraktığı tuğla benim ve ben aynı zamanda peygamberlerin de sonuncusuyum.”[3] buyurmuştur. Dolayısıyla peygamberler tıpkı aynı anne babadan neşet eden evlâtlar gibidirler; aynı dili konuşurlar; mutlaka birbirlerini tasdik ederler ve asla birbirlerini tekzip etmezler.
Peygamberler, kendilerine bahşedilen bazı özel hususiyetler ve faziletler itibariyle birbirlerinden farklı mertebelere sahiptirler. Kur’ân’da bu hususa şöyle işaret edilir: “Biz, o peygamberlerin kimini kimine üstün kıldık. Allah onlardan bazısına hitap buyurdu, bazısını birçok derecelerle yükseltti.”[4] Müfessirlerin beyanına göre, âyette ‘derecelerle yükseltildiği’ beyan edilen peygamber, Sidre-i Müntehâ’dan geçirilip ‘kâbe kavseyn’ sırrı ile mutlak yakınlık makamında âlemlere rahmet olarak gönderilmiş, Allah’ın sevgilisi son peygamber Hazreti Muhammed’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). Dolayısıyla Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), pek çok hususiyeti itibariyle diğer peygamberlerden faziletlidir. Kendisi de bunu ifade etmiş ve: “Ben Âdemoğullarının efendisiyim. Lâkin bu hususta böbürlenme ve övünme yok!”[5] buyurmak suretiyle tevazuu elden bırakmamıştır. Efendimiz, diğer peygamberlerin kendi yanında kıymetleri yokmuş gibi düşünülmesine razı olmadığı için de, “Beni Yunus b. Metta’ya tercih etmeyin”[6] demiş ve bir başka münasebetle “Beni Musa’ya tercih etmeyin. Haşr u neşir olduğunda onu Arş’ın kaidelerine tutunmuş olarak göreceğim…”[7] buyurmuştur. ‘Hâsılı, diğer peygamberler de, peygamber olmayanların asla ulaşamayacağı mertebededirler; fakat onlar bazı hususlarla anılıyor olsalar bile, mutlak fazilet “Kâinatın İftihar Tablosu”na aittir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) fazilet bakımından en öndedir.'[8]
Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın rızasına uygun bir hayat sürebilmek için Efendimiz’in örnek ve model bir şahsiyete sahip oluşundan şöyle bahsetmektedir: “Hakikaten, Allah’ın Resulünde sizler için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel bir örnek أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ vardır.”[9] Bu husus, Hazreti İbrahim’in aleyhisselam Allah’a olan bağlılığı ve pek çok hususiyeti sebebiyle onun hakkında da nazara verilmektedir:
لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِيهِمْ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ ۚ وَمَنْ يَتَوَلَّ فَإِنَّ اللهَ هُوَ الْغَنِيُّ الْحَمِيدُ “Onlarda (İbrahim ve ashabında) sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı arzu edenler için güzel bir örnek vardır. Ama kim de aksine giderse bilsin ki Allah ganî ve hamîddir (hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, her türlü hamd ve övgü O’na mahsustur”[10]
Âyette zikri geçen أُسْوَةٌ tabiri lügatte, ‘bir kimsenin bir başkasına tâbi olurken içinde bulunduğu durum ve keyfiyeti’ olarak tarif edilmektedir. Bir başka ifadeyle, ‘üsve’, bir kimsenin hasletlerinin bir başkasınınkine benzemesi, hâl ve hareketlerinde ona uyması, hoşlandığı şeylerden hoşlanıp hoşlanmadığı şeylerden kaçınması hâlidir.[11] Fıtrat itibariyle insan, kendisinden daha üstün vasıflara sahip insanları örnek edinme temayülünde bir varlıktır. Bu münasebetle Yüce Allah insanoğluna, iktida edeceği, yaşantısını rehber edineceği üstün vasıflarla donatılmış peygamberleri eşsiz modeller olarak göndermiştir. Kur’ân’da Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile birlikte Hz. İbrahim aleyhisselam da pek çok hususta örnek alınması gereken bir model olarak takdim edilmiştir.Hz. İbrahim aleyhisselam, her peygamberde olması gereken vasıfların yanı sıra, sadece kendisine mahsus bazı özellikleri dolayısıyla müminler için hususi bir model olarak tavsif edilmiştir.
Efendimiz’in Diliyle Hazreti İbrahim (aleyhisselâm)
Resulü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) atası olarak gördüğü Hazreti İbrahim’den (aleyhisselâm) övgüyle bahsetmiş ve kendisine, ‘insanların en hayırlısı’ diye hitap eden bir sahabiye: “O (vasfın sahibi) İbrâhim (sallallâhu aleyhi ve sellem)!” şeklinde karşılık vermiştir.[12] Ayrıca onun ‘kıyâmet günü ilk elbise giydirilen kişi'[13] olacağını da beyan etmiştir. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilgili âyetin emri gereğince ümmetine salât ü selâmı talim ederken İbrahim’i (aleyhisselâm) de zikretmiş ve onu da ümmetin bu şümullü duasına dâhil etmiştir.[14]
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) İsrâ gecesi İbrahim (aleyhisselâm)’ı gördüğünden bahsederek, “İbrâhim’i de gördüm, zürriyeti içerisinde ona en çok benzeyen benim…”[15] diye tarif etmiştir. Kendisinin Hazreti İbrahim’in duasına mazhar oluşunu da “Ben babam İbrâhim’in duâsı, kardeşim İsa’nın müjdesi ve annemin rüyasıyım.”[16] ifadeleriyle beyan etmiştir. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hazreti İbrahim’in (aleyhisselâm) getirdiği dinin de tevhid dini olduğunu vurgulayarak, “Ben müsâmahalı ve kolay olan Hanîflikle (İbrâhim’in tevhid dini ile) gönderildim.”[17] buyurmuştur.
Resulü Ekrem Efendimiz onu ayrıca şöyle tasvir eder: “Bir gece bana rüyamda her zaman gelen iki melek (Cebrâil ve Mikâil) geldi. Bunlarla beraber gittik. Nihayet uzun boylu birinin yanına vardık. (Semâya doğru yükselen) boyunun uzunluğundan başını neredeyse göremeyecektim. O, İbrâhim (aleyhisselâm) idi.”[18]
Allah (celle celâlühü) ile Münasebetleri Açısından Örnekliği
İbrahim (aleyhisselâm) Allah’ın sevgisine mazhar olmuş bir kul ve elçi olması dolayısıyla Kur’ân’da pek çok hususiyetiyle zikredilmiştir. Kur’ân’da onun evvâh (başkalarına çok üzülüp âh eden, bağrı yanık),[19] halîm, (çok yumuşak huylu),[20] münîb (gönülden Allah’a sığınan),[21] hanîf (muvahhid, Allah’ı bir tanıyan ve Hakka yönelmiş),[22] kânit (Allah’a derinden kulluk eden),[23] şâkir (Allah’a çokça şükreden)[24] gibi vasıflarla adından en çok bahsedilen ulu’l-azm peygamberlerden biri olduğu görülür.
İbrahim (aleyhisselâm), Rabbi tarafından imtihan edilmiş ve bu imtihanında muvaffak olmuştur: “Şunu da hatırda tutun ki: Bir vakit Rabbi İbrahim’i birtakım emirlerle (kelimelerle) sınamıştı. O da onları hakkıyla yerine getirdiğinden Rabbi kendisine: ‘Seni insanlara önder (İmam) yapacağım.’ dedi.”[25] İbrahim (aleyhisselâm), bu gibi hususiyetlerinin dışında, Allah’la münasebetleri açısından hususiyle kendisine mahsus vasıflardan, ‘halilullah’,[26] teslimiyette zirve bir insan,[27] tek başına bir millet,[28] kalb-i selim sahibi[29] ve imanda yakîn mertebesini arayan[30] model bir insan olarak da tavsif edilmektedir. Şimdi onun bu gibi vasıflarını daha yakından tanımaya çalışalım.[31]
1) O Halilullah’tı
Kur’ân-ı Hakîm, Hazreti İbrahim’in (aleyhisselâm) Allah’ın dostluğunu kazanmasından şöyle bahseder: وَاتَّخَذَ اللهُ إِبْرَاهِيمَ خَلِيلًا (Allah İbrahim’i dost edinmiştir.)[32]
Âyette zikredilen ‘halîl (خَلِيل)’ kelimesi, ‘bir insanın bütün hücrelerine sirayet eden ve manen onu kuşatıp kaplayan sevgi hâlesi’ demektir. Dolayısıyla bir kimsenin halili (dostu) olmak, onun en ince işlerine ve gizli sırlarına vâkıf olmak, sevgisiyle dostu olduğu kimsenin iç derinliklerine kadar nüfuz edebilmek demektir. Bu mertebe sevgide en zirve noktadır. Allah’ın bir kulunu sevmesi de, kuluna hayır, ihsan ve bereketler nasip etmesiyle anlaşılır.[33] Hazreti İbrahim (aleyhisselâm) de, fevkalâde sadakati ve vefası, emre itaatteki incelikleri kavrama hassasiyeti, her ortamda hakka daveti ve tevhidi haykırması, başına gelen onca dert ve sıkıntıyı tevekkül, teslimiyet ve tefvîz üstü bir ruh hâletiyle karşılaması, Nemrud’un ateşine doğru gülerek yürümesi, Rabbi emrettiği için yurdundan-yuvasından ayrılıp yâd ellere düşmesi, sevgili eşini insiz-cinsiz bir vadiye bırakması, Hakk’ın muradı olan evlâdını Hakk’ın emrine teslim ve inkıyâd etmesi, varını yoğunu kimseyi tefrik etmeden herkese infak etmesi, hâsılı, İlâhî ahlâkla ahlâklanıp, geçmiş bütün enbiyânın medâr-ı iftiharı olabilecek bir ufka ulaşması dolayısıyla Müslümanlar nezdinde hep hayırla anılması ve arkadan gelenler arasında da dualarla yâd edilmesi bakımından ‘hullet’in (dostluk) en parlak siması olmuştur.[34]
Allah (celle celâluhu) ‘halili’ olan Hazreti İbrahim’e (aleyhisselâm) pek çok iyilik, ihsan ve lütuflarda bulunmuştur. Ona yeryüzünde ve gökyüzündeki bütün varlıkların melekûtunu (içyüzünü, hakikatlerini) göstermiş,[35] insanları tevhid dinine davet ederken ateşe atılmış, fakat Allah’ın emriyle sebepler sükût edip ateş onu yakmamış,[36] çok sevdiği evlâdını kurban edecekken İlâhî bir ihsan olarak kendisine kurbanlık takdim edilmiştir.[37] İbrahim (aleyhisselâm), Allah için yaptığı pek çok fedakârlık neticesinde insanlara ‘önder (imam)’ kılınmış, hükümranlık ve peygamberliğin onun neslinden geleceği müjdelenmiştir. [38]
Fahreddin Râzî’nin ifadesiyle, ‘bir kimse özünü ve ruhunu cismani arzu ve hırslardan kurtarıp nurlu, parlak ve yüce duygularla donatırsa, sonra bu arınmışlığı güzel amelleriyle parlatıp cilalandırır ve tefekkürle bezenirse, bu insan mukaddes ve müzekkâ (arınmış) bir âleme dalar, böylelikle cismaniyetinin ve bayağı duygularının esaretinden kurtulmuş olur. Bu kimse bu hâline devam ettiği müddetçe öyle bir mertebeye ulaşır ki, gözü Allah’tan başkasını görmez, gönlü O’ndan başkasına yönelmez, O’nun için durur, O’nun için yürür, O’nu duyar ve her daim O’nu hisseder. İnsan bu mertebeye ulaştığında, Allah’ın Celâl ism-i şerifinin şuaları onun bütün bedenî kuvvetlerinin yanı sıra bütün istidat ve kabiliyetlerine de sirayet eder. İşte bu insan artık bir Halilullah (Allah Dostu) olmuştur. Çünkü Allah sevgisi onun her tarafını çepeçevre kuşatmıştır.[39] Dolayısıyla Hazreti İbrahim’in (aleyhisselâm) şahsında örnek bir vasıf olarak sunulan bu haslet, müminlerin de ulaşabilecekleri bir hususiyettir.
2) Teslimiyette Zirveydi
Kur’ân’da Hazreti İbrahim’in (aleyhisselâm) bu vasfına da şöyle temas edilir: إِذْ قَالَ لَهُ رَبُّهُ أَسْلِمْۖ قَالَ أَسْلَمْتُ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ “Rabbi ona: ‘Kendini canı gönülden Hakka teslim et!’ deyince o derhal: ‘Âlemlerin Rabbine teslim oldum’ demişti.“[40]
Teslimiyet, Allah’ın emirlerine razı olup boyun eğmek, kendi arzusuna uymayan işlerde bile Allah’ın kazasına ve takdirine itiraz etmeden rıza göstermek, kısaca kazaya rıza ile karşılık vermektir. Bu mânâda tevekkülle teslimiyet arasında çok yakın bir irtibat vardır. “Tevekkül; kalbin Allah’a tam itimat ve güveni, hattâ başka güç kaynakları mülâhazasından bütün bütün sıyrılması mânâsına gelirken, iki adım ötesi, çok Hak dostu tarafından ‘gassâlin elindeki meyyit’ sözüyle ifadelendirilen de teslim mertebesidir. Birkaç kadem ötede ise, her şeyi bütün bütün Allah’a havale edip, yine her şeyi O’ndan bekleme makamı sayılan ‘tefviz’ gelir. (O hâlde) tevekkül, bir başlangıç, teslim onun neticesi, tefviz de semeresidir.”[41] Dolayısıyla tevekkül bütün peygamberlerin, teslim, Hazreti İbrahim’in (aleyhisselâm), tefviz ise Hazreti Muhammed’in (sallallahü aleyhi ve sellem) vasfıdır.
Allah’ın Hazreti İbrahim’i seçme sebebi de, onun Allah’ın buyruklarına karşı kayıtsız teslimiyetidir. O, iman hakikatlerini duyurma uğruna ateşe atılmayla karşı karşıya kaldığında Allah’ın takdirine boyun eğerek tam bir teslimiyet göstermiştir.[42] Gördüğü bir rüya sonrasında biricik evlâdını Allah için kurban etmesi talep edildiğinde de bütün varlığıyla teslim olmuştur: “Her ikisi de Allah’ın emrine teslim olup, İbrahim oğlunu şakağı üzere yere yatırıp, Biz de ona: ‘İbrahim! Rüyanın gereğini yerine getirdin (onu kurban etmekten seni muaf tuttuk)’ deyince (onları büyük bir sevinç kapladı). Biz iyileri işte böyle ödüllendiririz!”[43] Hazreti İbrahim (aleyhisselâm) ve oğlu Hazreti İsmail’in (aleyhisselâm) bu ağır imtihanda Rabblerine karşı eşsiz teslimiyet göstermeleri, onların nesiller boyu insanlara örnek olarak takdim edilmelerine vesile olmuştur. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şahsında daha üstün örneklerini müşahede ettiğimiz teslimiyet şuuru, insan-ı kâmil olmanın en temel hususiyetlerinden biridir.
3) Tek Başına Bir Milletti
Kur’ân-ı Kerîm Hazreti İbrahim’in (aleyhisselâm) bu vasfına da şöyle işaret eder: إِنَّ إِبْرَاهِيمَ كَانَ أُمَّةً قَانِتاً لِلهِ حَنِيفاً وَلَمْ يَكُ مِنَ الْمُشْرِكِينَ “Gerçekten İbrahim, hak dine yönelen, Allah’a itaat üzere bulunan tek başına bir ümmet, bütün hayırlı halleri kendinde toplayan bir önder idi. O hiçbir zaman müşriklerden olmadı.“[44]
Hazreti İbrahim (aleyhisselâm) âyette zikredilen güzel vasıfları şahsında cemettiği için tek başına bir millet olarak vasıflanmıştır. O, himmeti milleti ve bütün bir insanlık olduğu için, tek başına bir millet olarak yadedilmiştir. Hazreti İbrahim (aleyhisselâm) kânit (itaatkâr) bir insandı. Allah’ın emirlerini en güzel şekilde yerine getirmiş, yalnızca Allah’a itaat etmiş ve O’na boyun eğmişti. Hanîf (tevhid ehli) bir insandı. Şirkin her çeşidini terk ederek, taklid yoluyla değil, bilakis basiret yoluyla tevhid dinine iman etmişti. Hep hoşgörülü, müsamahalı ve kolaylaştırıcı olmuştu. Nitekim Resulü Ekrem de bu hususa şöyle tercüman olmuştur: “Ben haniflik üzere olan, müsamahalı ve kolaylaştırıcı bir dinle (İslam’la) gönderildim.”[45] “O hâlde siz, babanız İbrahim’in yoluna giriniz.”[46]
İbrahim (aleyhisselâm) yaşadığı toplumun şirke dayalı bütün inanışlarına başkaldırmış ve babasının da baskısına rağmen müşriklerden olmamıştı. O, bu yönüyle, bütün semavî dinlerin saygın kabul ettikleri ortak bir şahsiyettir. Mekkeli müşrikler bile ona tâbi olmakla iftihar etmişlerdir. O, hep şükreden bir kul olmuştu. Az-çok nimetin her çeşidine her zaman şükretmişti: “Hamd olsun Allah’a ki, hayli yaşlı olmama rağmen, bu ihtiyarlık hâlimde İsmail ve İshak’ı bana ihsan etti. Şüphesiz ki Rabbim duayı kabul buyurur.”[47]
Hazreti İbrahim (aleyhisselâm) bu güzel vasıfları sebebiyle Rabbi tarafından seçilme şerefine ermiştir. O, salih bir kul olarak elde ettiği bütün her şeyin kendisine Allah tarafından ihsan edildiğine tam iman etmiştir. Sırat-ı müstakime ulaştırılmıştır. İfrat ve tefrite düşmeden mutedil ve müstakim bir yola kavuşturulmuştur. Kendisine dünyada iyilik ve ihsanda bulunulmuştur. Risalet verilmiş, salih evlâtlar müjdelenmiş ve insanların sevgilisi olma ve hayırla yadedilme vasfı bahşedilmiştir. Ahirette de ilâhî lütuflarla müjdelenmiştir. Ahirette ilk olarak o diriltilecek ve salih insanlar arasında nimetlendirilecektir.[48]
4) Kalb-i Selim Sahibiydi
Hazreti İbrahim (aleyhisselâm) bu hususta da şöyle yâd edilmiştir: وَإِنَّ مِنْ شِيعَتِهِ لَإِبْرَاهِيمَ إِذْ جَاءَ رَبَّهُ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ “İbrâhim de, şüphesiz onun (Nuh’un) yolundan gidenlerdendi. O, Rabbine tertemiz bir kalb ile yöneldi.“[49]
Kalb-i selim, hastalıksız ve arızasız kalb demektir. Daha has mânâda o, İslâm’dan başka her şeye kapalı olan kalbdir. Kalb-i selim, kalbin her türlü mânevî kirlerden arınmış olması, bâtıl inançlardan, her türlü şirkten ve dünyevi hırstan tezkiye edilmesidir. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) da selim bir kalbe sahip olunmasını öğütlerken şöyle buyurur: “Dikkat edin, bedende bir et parçası vardır, eğer o sâlim olursa bütün beden sâlim olur. Eğer o fâsid ve bozuk olursa bütün beden bozulur. Dikkat edin, o kalptir.”[50] Ayrıca selim kalb, insanlara zarar veren şeylerden sâlim olan kalb mânâsına da gelir. Zîrâ bir hadîste “Müslüman, Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kişidir.“[51] buyrulmaktadır.
Hazreti İbrahim (aleyhisselâm) de selim bir kalbe sahipti. Söz konusu âyet de bize bu hakikati anlatmaktadır. O, ahirette insana ancak selim bir kalbin fayda vereceğini söylerdi. Yani küfrün hâkim olduğu bir kalbin, selâmete ermesi kat’iyen düşünülemezdi. Kâfir olan kimsenin evlâdı Hazreti İbrahim bile olsa, eğer onun kalbine küfür hâkimse, Hazreti İbrahim de olsa ona bir yararı dokunmayacaktır. Evet, O İbrahim Halilullah ki, pek çok peygamberin babasıdır ve ihraz ettiği makam itibarıyla, ahir zamanda gelecek, en büyük nebi, Nebiler Sultanı’nın, “Ben ona benziyorum.” diyerek iftihar ettiği bir insandır.
İşte bu zâtın babası Âzer’in kalbi küfürle doludur ve onun babasına hiçbir yararı olamamaktadır. Efendimiz buyuruyor ki: “Hazreti İbrahim ahirette de aynı ızdırapla kıvranacak ve babasını ayaklarının dibinde görecek, ‘Rabbim! Ne olur bu benim babam!’ diyecek… Fakat Allah, Âzer’i meshederek, Hazreti İbrahim’in içindeki alâka ve sevgiyi silecek ve ona babasını unutturacak.” Böylece “Halilim, dostum!” dediği ve rahmetinin bağrına bastığı İbrahim’ine değişik bir buudda rahmetiyle tecellî edecek(tir).[52]
İbrahim (aleyhisselâm), bu vasfa nail olabilmek için Rabbine şöyle dua etmişti: “Ya Rabb, insanların diriltilip bir araya toplandığı o mahşer gününde beni rüsvay eyleme! O gün ne mal, ne mülk, ne de evlât insana fayda verir. O gün insana fayda verecek tek şey, Allah’a selim bir kalple gelmesidir.”[53]
Kalb-i selim sahibi olan Hazreti İbrahim (aleyhisselâm), Hakk’ın hiçbir tasarrufuna karşı küfran-ı nimette bulunmamıştır. Kalbini Allah’ın hoşnutluğundan başka her şeye kapamıştır. Bütün sevgilerden azat olmuş, O’nun sevgisinde fâni olmuş, O’ndan başka hiç kimseden bir beklenti içinde olmamıştır. O, bu vasfıyla da müminler için örnek bir şahsiyettir, bir üsve-i hasenedir.
5) İmanda Yakîn Mertebesine Talip Olmuştu
Kur’ân-ı Kerîm, onun yakîn mertebesini arzulamasından şöyle bahseder:وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ أَرِنِي كَيْفَ تُحْيِي الْمَوْتَىٰ قَالَ أَوَلَمْ تُؤْمِنْ قَالَ بَلٰى وَلٰكِنْ لِيَطْمَئِنَّ قَلْبِي “Bir vakit de İbrahim: ‘Ya Rabbi, ölüleri nasıl dirilteceğini bana gösterir misin?’ demişti. Allah: ‘Ne o, yoksa buna inanmadın mı?’ dedi. İbrahim şöyle cevap verdi: ‘Elbette inandım, lâkin sırf kalbim tatmin olsun diye bunu istedim.'”[54]
‘Yakîn, şekten, şüpheden kurtulmak; doğru, sağlam ve kesinlerden kesin bir bilgiye, hem de herhangi bir tereddüt ve kuşkuya düşmeyecek şekilde ulaşmak ve o bilgiyi rûha mâl etmek demektir. Hakikat ehlince yakîn; iman esaslarını ve bilhassa, imanın kutb-u a’zamını, aksine ihtimal vermeyecek şekilde bilmek, kabullenmek, duyup hissetmek ve onun insan benliğiyle bütünleştiği irfan ufkuna ulaşmak demektir. Onu, imanda delil ve bürhanları aşarak, “latîfe-i rabbâniye” yoluyla gaybları müşâhede, eşyânın perde arkasını murâkabe ve sırları muhafaza şeklinde de tarif etmişlerdir.'[55]
‘Her zaman itminan ufuklu yaşayan Hazreti İbrahim, ruhundaki hullet özüne Cenâb-ı Hak’tan fevkalâde tecellîler sayesinde, değişik istihâleler geçirerek duyguları, düşünceleri, himmeti, gayreti, sözü ve sohbetiyle kemâlâtının ufkuna erişmiş ve zamanla da farklı bir tabiatın sesi-soluğu hâline gelmiştir.'[56] Allah (celle celâluhu) imanda yakîne ermesi için Hazreti İbrahim’e göklerin ve yerin melekûtunu (hakikatlerini) göstermiştir.[57] O, ahiret gerçeğine de bütün kalbiyle inanmasına rağmen, onun mahiyetini yakîn derecesinde kavramak istemiştir. İmanda taklitçilikten kurtulup yakîn mertebesine ulaşmak, ancak ilmin kalbde derinlik kazanmasıyla mümkündür. Hazreti İbrahim (aleyhisselâm) itminan talebiyle, bildiği ve inandığı şeyleri ayan beyan görmek istemiştir. Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hususta, “Biz Hazreti İbrahim’den şüpheye daha yakınız.” derken,[58] ‘Biz bile şüphe etmiyorsak, İbrahim (aleyhisselâm) ahiretin varlığı konusunda hiç şüpheye düşmemiştir.’ demek istemiştir. Hasanu’l-Basrî’nin ifadesiyle, “Hazreti İbrahim yakînine yakîn katmak için böyle bir talepte bulunmuştur.”
İbrahim (aleyhisselâm), imanda ulaşmak istediği bu mertebeyle, varlık ve hâdiselerin görünen yüzünün dışında, bir de iç derinliğinin var olduğunu göstermiş, Müminlerin imanlarında taklitçilikten kurtularak, tahkiki imana ulaşmaları gerektiği mesajını vermiştir.
Netice
Kur’ân-ı Kerîm, Hazreti Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) müminlerin kulluk hayatında örnek alınması gerektiğinden bahsederken, iki ayrı yerde de İbrahim (aleyhisselâm) ve onunla birlikte iman edenlerin pek çok hususiyetlerini nazara vererek örnek olduklarını beyan eder. Allah’la münasebeti ve kulluk hayatı açısından Hazreti İbrahim’e (aleyhisselâm) sevgide zirveyi tutmasına istinaden ‘Halilullah’ vasfı verilmiş, tevekkül ve teslimiyetteki tereddütsüz tavrı sebebiyle teslimiyet timsali olarak takdim edilmiş, tevhidin en yılmaz müdafii ve itaatin sembol ismi olması dolayısıyla tek başına bir millet olarak tavsif edilmiş, kalbini her türlü mânevî kirlerden arındırarak Hakk’ın hoşnutluğunun dışında her şeye kapaması dolayısıyla kalb-i selim sahibi diye anılmış, imanda kalben mutmain olmanın sancısını çeken bir kul olması itibariyle de bu örnek konumuna dikkat çekilmiştir. Hazreti İbrahim (aleyhisselâm) bu vasıflarıyla müminler için de bir model ve üsve-i hasene olarak takdim edilmiştir.
Dipnotlar:
[1] M.Fethullah Gülen, Nübüvvetin Çehresinde Okuduklarımız, Yeni Ümit, Nisan-Haziran 2001, Sayı: 92
[2] Buhârî, Enbiyâ 48
[3] Buhârî, Menâkıb 18
[4] Bakara Sûresi, 2/253
[5] Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 1/5; Ebû Dâvûd, Sünnet 13; İbn Mâce, Zühd 37
[6] İbnu’l-Esîr, Câmiu’l-usûl fî Ehâdîsi’r-resûl 8/526
[7] Buhârî, Enbiyâ 34; Müslim, Fedâil 160
[8] Gülen, Sohbet-i Cânan Kırık Testi 2, s.49
[9] Ahzâb Sûresi, 33/21
[10] Mümtehine Sûresi, 60/6
[11] İbn-i Manzur, Lisânu’l-Arab, 14/5
[12] Müslim, Fezâil 150
[13] Buhârî, Enbiyâ 8
[14] Buhârî, Deavât 33
[15] Müslim, İman 272
[16] Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 4/127, 128; 5/262
[17] Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 5/266; 6/116, 233
[18] Buhâri, Enbiyâ 8
[19] Tevbe Sûresi, 9/114
[20] Hûd Sûresi, 11/75
[21] Hûd Sûresi, 11/75
[22] Bakara Sûresi, 2/135 vd.
[23] Nahl Sûresi, 16/120
[24] Nahl Sûresi, 16/121
[25] Bakara Sûresi, 2/124
[26] Nisâ Sûresi, 4/125
[27] Bakara Sûresi, 2/131
[28] Nahl Sûresi, 16/120
[29] Saffât Sûresi, 37/83-84
[30] Saffât Sûresi, 37/84
[31] Bu hususta daha fazla malumat için bkz. Durmuş Ali Karamanlı, Kur’ân-ı Kerim’de Ulü’l-Azm Peygamberlerin Örnek Özellikleri, (Yüksek Lisans Tezi), Sakarya, 2002
[32] Nisâ Sûresi, 4/125
[33] Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, 11/59
[34] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri,s.683
[35] Enâm Sûresi, 6/75
[36] Enbiyâ Sûresi, 21/68-70
[37] Sâffât Sûresi, 37/102-111
[38] Bakara Sûresi, 2/124
[39] Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, 11/59
[40] Bakara Süresi, 2/131
[41] M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, s.115
[42] Saffât Sûresi, 37/97-99
[43] SaffâtSûresi, 37/103-105
[44] Nahl Sûresi, 16/120-121
[45] Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 6/116
[46] Hacc Sûresi 22/78
[47] İbrahim Sûresi 14/39
[48] Bkz. Nahl Sûresi, 16/120-123
[49] Saffât Sûresi, 37/83-84
[50] Buhârî, İmân 39
[51] Buhârî, imân 5; Müslim, imân 40
[52] Gülen, Asrın Getirdiği Tereddütler 4/130
[53] Şuarâ Sûresi, 26/87-89
[54] Saffât Sûresi, 37/84
[55] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, s.172
[56] Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, s.680
[57] En’am Sûresi, 6/75
[58] Buharî, Enbiyâ 11
Prof. Dr. Osman Günder, Yeni Ümit Dergisi Sayı: 97 Temmuz-Ağustos-Eylül – 2012