Aile İçi Problemler Karşısında Nebevî Duruş
Onlar da insandı; istek ve talepleri, his ve duyguları vardı. Dolayısıyla hep birlikte acı-tatlı birçok hâdise yaşadılar; ancak bunların hiçbirisi, onlarda kalıcı iz bırakmadı, meselenin künhüne vâkıf olur olmaz hemen geri adım attı ve ortada bir yanlışlık varsa onu da hemen düzeltmenin yarışı içine girdiler. Zira onlar, olabildiğince hakperestlerdi; hiçbir zaman duygularının esiri olmaz, hep hakikatin yanında yer alırlardı.
Bir gün Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), yanında bir esirle gelmiş ve onu, Âişe Annemiz’in hücresine bırakıp dışarı çıkmak zorunda kalmıştı. Bu sırada hücrede, Hazreti Âişe ile birlikte birkaç kadın daha vardı; konuşuyorlardı. Konu konuyu açmış ve zaman bir hayli ilerlemiş, âdeta esiri unutmuşlardı. Durumu fark edip fırsatını bulan adam ise aradan sıvışıp kaçıvermişti.
Bir müddet sonra Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) tekrar çıkageldi; ancak, adamın yerinde yeller esiyordu! Çok celâllendi ve Âişe Validemiz’e dönerek:
– Ey Âişe! Esir ne oldu? Nerede ve nereye gitti, diye sordu. Annemiz’in diyebileceği bir şey yoktu; boynunu büktü ve üzülerek:
– Kadınlarla birlikte ben de dalıp gitmişim, diyebildi. Dikkat kesildiğinde Resûlullah’ın:
– Vah senin bu haline! Hay elleri kırılasıca,1 dediğini duymuştu. Bin pişmandı. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bunu söylediğine göre, bundan böyle hali daha da perişandı!
Bu arada Fahr-i Kâinat Hazretleri de çıkmış ve ashâbıyla birlikte esiri tekrar yakalamışlardı. Eve geldiklerinde Hazreti Âişe’yi, ellerini evirip çevirirken buldu ve sordu:
– Hayırdır, ne oldu? Yoksa abdest mi alman gerekiyor?
Makam, yine naz makamıydı ve Annemiz de bu makamın hakkını verecekti; şöyle dedi:
– Bana beddua ettin ya; ellerimden hangisi yerinden kopup gidecek diye onlara bakıp duruyorum!
Böyle söylemekle Hazreti Âişe, hem Resûlullah’ın beddua etmesinden korktuğunu söylemiş oluyor hem de bu bedduayı hakkında duaya çevirmek istiyordu. Zaten Resûlullah da (sallallahu aleyhi ve sellem) onu yapacaktı; ellerini açtı ve sena dolu cümlelerin ardından:
– Allahım, dedi. “Ben de bir beşerim; ve bir beşer gibi ben de celâllenirim! Erkek veya kadınlardan herhangi mü’mine beddua etmişsem onlar için sen bunu, onları maddi ve manevi kirlerden arındıracak bir temizlik vesilesi kıl!”2
Onca yoğunluğuna rağmen Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), annelerimizin içinde bulundukları hâli yakından takip eder ve onların kullandıkları kelimelerde bile memnuniyetlerini okurdu; Hazreti Âişe (radıyallahu anhâ) ile aralarında geçen şu diyalog bunun ne güzel örneğidir:
– Ben, senin benden hoşnut mu yoksa bana kızgın mı olduğunu hemen anlıyorum.
– Bunu nereden çıkarıyor ve nasıl anlıyorsun?
– Benden hoşnut olduğun zamanlarda, “Muhammed’in Rabbi’ne yemin olsun ki!” ifadesini kullanırken kırgın olduğun demlerde, “İbrâhîm’in Rabbi’ne yemin olsun ki!” demeyi tercih ediyorsun!
– Gerçekten de doğru! Vallahi de sen, doğruyu söylüyorsun yâ Resûlallah! Ancak sana söz veriyorum; bundan böyle senin adından başkasını ağzıma almayacağım!3
Aynı ortamı bir aile çerçevesi içinde paylaşıyor olmanın bir sonucu olarak bazen annelerimizden bazılarının, Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı naz yaptıkları, hatta yeri geldiğinde seslerini yükselttikleri de olurdu. Bunlar da tabiiydi ve yüreğini kanatan en çirkin saldırılar karşısında bile sertliğe karşı sertlikle mukabele etmeyen Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), annelerimizin bu duruşları karşısında da ortamı yumuşatır, meseleyi gerginliğe götürmeden çözecek bir yol bulurdu. Mesela bunalıp sıkıldığı, biraz da evde sesini yükselttiği günlerden birisinde Âişe Validemiz’in evine babası Hazreti Ebû Bekir (radıyallahu anh) geliyordu. Hücre-i Saâdet’in yanına geldiğinde içeriden kızı Hazreti Âişe’nin yükselen sesini duyunca irkildi; kızı Âişe (radıyallahu anhâ), canını kurban etmeye hazır olduğu Resûlullah’ın yanında sesini yükseltiyordu!
Çok canı sıkılmıştı Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallahu anh). Bu öfkeyle Allah Resûlü’nün varlığını da unutmuş ve kapıdan girer girmez Hazreti Âişe’yi bir kenara çekmiş, tehditler savuruyordu! Hatta bu arada elini de kaldırmış, nasıl olup da huzur-u risâlette sesini yükselttiğinin hesabını soruyordu ki Resûlullah’ın da bu manzaraya şahit olduğunu ve kendisine bakıp durduğunu fark edince çok mahcup oldu; sessizce elini indirdi. Çok utanmış, yüzü kızarmıştı ve Allah Resûlü’nün mübarek yüzlerine bile bakamadan kapıdan çıkıp gitti!
Vefadâr yâri Hazreti Ebû Bekir’in ardından bir süre tebessümle bakan Habîb‑i Kibriyâ Hazretleri, babasından korkup da bir kenara sinen Âişe Validemiz’e döndü ve iki büklüm uzaklaşan babasını göstererek:
– Bak, dedi. “Aranıza girdim de adamın hışmından seni nasıl kurtardım!”
Sıddîk-i Ekber’in aklı orada kalmıştı ve çok geçmeden yeniden çıkageldi. Kapıyı açan yine kızı Âişe idi; ancak açılan kapıda bu sefer mütebessim ve sürurlu bir çehre vardı. Hemen Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) nazar etti; aynı hâl O’nda da nümâyândı. Her ikisinin de tebessüm ettiğini görünce onun da yüzünde tebessüm belirdi ve önceki manzarayı da hatırlatarak sevincini şu cümlelerle paylaştı:
– Aranızdaki muharebeye beni ortak ettiğiniz gibi muhabbetinize de ortak etseniz ya!4
Bazen, annelerimizin arasında kırgınlık da olabiliyordu. Hatta bazen mesele, sadece sözle sınırlı kalmıyor, ete-kemiğe bürünüyor ve karşılıklı hamlelere bile dönüşebiliyordu! Bu türlü durumlarda yine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) araya giriyor, işi ciddiyetle ele almak yerine latifeleriyle yumuşatıyor ve böylelikle onları barıştırıyordu. Bir gün Âişe Validemiz, süt veya su karışımlı bir un yemeği pişirmiş ve Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) ikram etmişti. Bu sırada Sevde Validemiz de aynı mekânı paylaşmakta, Resûlullah’ın hemen yanında durmaktaydı. Efendimiz’e yemekten ikram eden Hazreti Âişe (radıyallahu anhâ), Sevde Validemiz’i de aynı yemeğe davet etti. Ancak o, gönlündeki kırıklık sebebiyle bu davete icabet etmiyor, yemeğe gelmek istemiyordu. Bunun üzerine Âişe Validemiz:
– Ya sen de gelir bu yemekten yersin veya bu yemeği yüzüne gözüne sürerim, diyerek onu zorlamak istedi. Ancak cevap yine müspet değildi; belki de akran arasında olması muhtemel bir kırgınlık söz konusu idi. Eğer durum böyle ise bu zemin onun gönlünü almak için çok önemliydi ve meseleyi mülâtefenin zeminine çekip kaynaştırıcı bir hamle yapılması gerekiyordu. Derken Âişe Validemiz, eline aldığı bir miktar yemeği Sevde Validemiz’in yüzüne bulayıverdi!
Allah Resûlü’ne de tebessüm ettiren bir davranıştı bu; zira annelerimiz arasında zaman zaman baş gösteren gönül yaralarının sarılması adına ortamı değerlendirmek isteyen Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), bu tabloyu da vifaka vesile yapacaktı. Yemeği, mübarek eline aldı ve Sevde Validemiz’e uzatarak:
– Sen de onun yüzüne aynı şeyi yap, buyurdu.
Efendimiz’in dediği olmuş ve Sevde Validemiz de Âişe Validemiz’in yüzünü un yemeğiyle buluşturmuştu. Ortada tebessümü gerektiren bir manzara vardı ve Nûr Cemâl de bu tabloyu tebessümle seyrediyordu!
Bu sırada dışarıda Hazreti Ömer’in gür sesi duyuldu:
– Ey Abdullah! Ey Abdullah, diyor ve muhtemelen oğlu Abdullah İbn‑i Ömer’i yanına çağırıyordu.
Resûlullah’a sesini duyuracak kadar yaklaşan Hazreti Ömer, huzura gelmeden geri dönmezdi ve Allah Resûlü de (sallallahu aleyhi ve sellem) onun içeri gireceğini düşünerek annelerimize:
– Haydi kalkın ve yüzünüzü yıkayın, buyurdu.
Temelinde şaka bile olsa her hâdise bir hakikati ifade ediyordu. Demek ki aile içinde yaşanan meselelerin dışarıdan üçüncü şahıslar tarafından bilinmesi doğru değildi. Aynı zamanda sesin sahibi Hazreti Ömer’di ve Allah Resûlü nezdinde onun ayrı bir yeri vardı. Annemiz de buradan bir sonuç çıkarmıştı; şöyle diyordu:
– Resûlullah’ın, Ömer karşısındaki tavrını gördüğüm o gün bugündür ben, onun heybetinden hep çekinirim!5
Şu da bir gerçek ki onların bu hâli hiç bir zaman kalıcı değildi; o anlıktı ve dakikalar sonrasına bile sarkmıyor, hiçbir zaman kırgınlık oluşturmuyordu. Zaten insaf duygusu, annelerimizin yanında şekillenmiş gibiydi; gönüllerinin kırıldığı gün hiç beklemez, onu hemen tamir etmesini bilir ve bir daha da bunu unutuverirlerdi.
Diğerlerine göre Sevde Validemiz (radıyallahu anhâ), hem yaşlı hem de biraz kilolu duruyordu. Muhtemelen bunu kendi kendine büyütmüş ve Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisini boşayacağını zannetmeye başlamıştı6 ki huzura geldi ve:
– Yâ Resûlallah, dedi. “Ne olur, beni boşayıp da yanından ayırma! Önemli değil, seninle olan günümü de Âişe’ye tahsis et; benim günüm de Âişe’nin olsun! Ben zaten, kadınların senden istediğini de istemiyorum; yeter ki Âhiret’te senin eşin olayım!”7
Bir gün de Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Safiyye Validemiz’e gönül koymuştu; muhtemelen gördüğü bir eksiklik veya yanlışını fark ettirecek ve ona da mesafe kazandıracaktı. Habîb-i Ekrem’in kendisine karşı tavır aldığını fark eden Safiyye Validemiz hiç vakit kaybetmeden Hazreti Âişe’nin yanına geldi:
– Ey Âişe, diyordu. “Ne olur, yeterki Resûlullah’ı râzı ediver, benim günüm de senin olsun!”
– Tamam, diyerek bu teklifi kabul eden Hazreti Âişe (radıyallahu anhâ), za’ferân ile boyanmış örtüsünü aldı ve etrafına güzel kokular yayması için üzerine biraz su serptikten sonra gidip Resûlullah’ın yanına oturdu.
Günü olmadığı halde onun yanıbaşına gelişini gören Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Benden uzak dur ey Âişe! Çünkü bugün senin günün değil, diye tepki verince Annemiz:
– Bu, Allah’ın bir fadlı; dilediğine dilediğini veriyor, dedi ve işin başından itibaren Hazreti Safiyye (radıyallahu anhâ) ile yaşadıklarını anlattı.
Onu dinleyen Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), aralarındaki vifak ve ittifaktan çok memnun olmuştu ve Hazreti Safiyye’den hoşnutluğunu ifade etti.8
Başka bir gün Hazreti Âişe’nin de başı ağrımış ve ağrıyan başını tutarak:
– Vah başım, diye söylenmişti. Bunu duyan Habîb-i Kibriyâ Hazretleri ona döndü ve:
– Bilakis, vah Benim başım, diye mukabelede bulundu. Ardından da ilave etti:
– Benden önce ölsen ne çıkar ki? Seni ben yıkar, ben kefenler, namazını ben kıldırır ve mezarına da seni ben emânet ederim!
Hiç beklemediği anda Resûlullah’tan bunları duyan Hazreti Âişe (radıyallahu anhâ), önce endişe dolu gözlerle Habîbullah’a baktı; bedenine akseden tavırları yumuşak ve şefkat doluydu. Belli ki şaka yapıyordu! Öyleyse şakaya şaka ile mukabelede bulunabilirdi; döndü ve Allah Resûlü’nü de tebessüme sevk edecek olan şu cümleyi söyledi:
– Tabii, ben öleyim ve beni teçhiz ü tekfin ettikten sonra sen, diğer hanımlarınla birlikte arkamdan istediğini yap, öyle mi?9
Benzeri örnekler çoğaltılabilir; ancak sonuç değişmemektedir: Ciddiyet gerektiren konumuna rağmen Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), ailesi ve çocukları dâhil etrafındakileri ciddiyetten çatlatmıyor, bilakis onlarla sade ve çok tabii bir hayat yaşıyordu. Hatta zaman zaman onları eğlendirmek istiyor ve muhtemelen böylelikle belli aralıklarla nefes almalarını temin ediyordu.10 Bir bayram münasebetiyle Âişe Validemiz’i omuzuna alıp Mescid’de gösteri yapan Habeşlileri seyrettirdiği herkesin malumudur!11
Ancak şu da bir gerçek ki Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ölçünün dışına çıkılan yerde hemen müdahale eder ve meşru eğlencenin sınırlarını da çizmiş oluyordu. Huzur‑u Nebevî’ye bir gün çalgıcı kadınlardan birisi gelmişti. Belli ki maharetini sergilemek istiyordu. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Âişe Annemiz’e seslenerek:
– Ey Âişe, dedi. “Bunu tanıyor musun?”
Efendiler Efendisi’nin gösterdiği kadına baktı; tanımıyordu ve:
– Hayır ey Allah’ın Nebisi, diye mukabelede bulundu. Bunun üzerine Habîb-i Kibriyâ Hazretleri:
– Bu, falan kabilenin çalgıcısı olan kadın; senin için de çalgı çalmasını ister misin, deyince Annemiz de:
– Evet, diye mukabelede bulundu. Bunun üzerine eline malzemelerini alan kadın, ortaya çıkıp hünerlerini sergilemeye başlamıştı ki Resûlullah’ın yüzünde hoşnutsuzluk emâreleri kendini hissettirmeye başladı. Âişe Validemiz’in bu konuda tecrübesi vardı; daha önce de benzeri bir durumla karşılaşmış, hücresinde oyun oynayan iki kızın hareketlerinden Allah Resûlü’nün hoşnut olmadığına şahit olmuştu. Eğlence adına çizilen alanın dışına çıkılınca ikaz geliyordu! Bugün de benzeri bir durumla karşı karşıyaydı; gerek seslendirilen nağmeler gerekse bunu yaparken kadının ortaya koyduğu tavır, mü’min ciddiyetiyle bağdaşmayacak durumdaydı. Zaten Resûlullah’ın ikazı da gecikmedi; Annemiz’e döndü ve rahatsızlığının sebebini de izah edercesine şunu söyledi:
– Bu kadının ses tellerine Şeytân nüfûz etmiş!12
Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) üzerinde oturması için Hazreti Âişe (radıyallahu anhâ), üzerinde resim olan bir yastık satın almıştı. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) eve geldiğinde bu yastığı gördü ve içeri girmekten imtina etti. Tabii olarak bu durum, Hazreti Âişe’yi de endişelendirmişti ve:
– Yâ Resûlallah, dedi. “Allah’a tevbe edip Resûlullah’tan da affımı dilerim; bir günah mı işledim?”
Yanlışı anlamak ve ondan hemen dönmek ayrı bir hassasiyetti ve Annemiz’in bu duruşuna mukabil Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Bu yastığın hali de ne böyle, diye sordu. Ses tonu da beden dili de ondan hoşlanmadığını söylüyordu. Buna rağmen niyetini ifade sadedinde:
– Onu, üzerine yaslanıp oturman için satın almıştım, dedi. Bunun üzerine yastığın üzerindeki resimleri gösteren Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Bu resimleri yapanlar, Âhiret gününde azâba dûçâr bırakılacaklar ve onlara, “Haydi, bu yaptıklarınıza şimdi hayat verin bakalım!” denilecek. Hem, içinde bu türlü resimler olan eve melekler girmez!”
Mesele bu kadar net olunca o da kendine düşeni yaptı; kalktı ve Allah Resûlü’nü rahatsız eden, evlerine meleklerin girmesine mâni olan o resimli yastığı ortadan kaldırıverdi!13
Olabildiğince ciddiyet yanında böylesine bir esneklik, hukukullahı ikâme davasında ölümüne koşturma yanında ev halkının hukuka riayet ve her zaman Âhiret yörüngeli yaşama yanında dünyadan da nasibini unutmama, Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ailesinde temessül etmişti. Son üç yılını, aynı anda dokuz annemizle birlikte geçirmişti; her birisi farklı muhitlerden gelen ve fıtratları da değişkenlik arz eden dokuz annemiz ile aynı anda yaşıyor olmasına rağmen Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), onların her birisine mahsus zaman ayırmış ve her birisiyle de imrenilecek zirve bir aile hayatı yaşamıştı ki başlı başına bu, O’nun fetanetinin bir boyutudur. Hangi annemizin dünyasından bakılırsa bakılsın, en sevgili O (sallallahu aleyhi ve sellem) olduğu gibi ne onları incitmiş, ne de elini kaldırıp şiddet uygulamıştı!
Karşılıklı vefanın, sevgi ve saygının, bütünleşmenin, şahsi beklentilerini bir kenara bırakıp yaşatma arzusuyla ve sade bir hayat yaşamanın, dertleri paylaşarak yok etmenin, sıkıntılarına ortak olmanın, sıcaklık ve içtenliğin, muhtemel problemleri tabii ortamlarında çözüme kavuşturmanın ve bir ailede yaşanabilecek her türlü güzelliğin merkezi olan bu ailede samimiyet, ihlas, fedâkârlık, karşılıklı güven ve faziletten başka ne olabilir ki!
Yazar: Dr. Reşit Haylamaz
Dipnot:
- Burada Allah Resûlü’nün kullandığı ifade, “Ellerinden birisi veya ikisini de Allah koparıp alsın!” anlamına da gelmektedir.
- Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 6/52 (24251). Bazı rivayetlerde Allah Resûlü’nün, söz konusu esiri Âişe Validemiz yerine Hafsa Validemiz’e (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid 8/266) veya başka bir şahsa teslim ettiği de ifade edilmektedir. Bkz. Beyhakî, Sünen 9/89; Hanbelî, el-Ehâdîsü’l-Muhtâra 5/20
- Buhârî, Nikâh 107; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 80; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 6/61 (24363)
- Ebû Dâvûd, Edeb 92; Nesâî, Kübrâ 5/139 (8495); 5/365 (9155)
- Ebû Ya’lâ, Müsned 7/449; Ayrıca bkz. Tahmâz, es-Seyyidetü Âişe 42, 43
- Bazı kaynaklarda yer alan bilgiye göre, “Ey Peygamber! Eşlerinden dilediğinin beraberliğini erteler, dilediğini de yanına alabilirsin!…” (Ahzâb Sûresi 51) mealindeki âyet geldiğinde Hazreti Sevde, Hazreti Ümmü Habîbe, Hazreti Meymûne ve Hazreti Safiyye gibi annelerimiz, Resûlullah’ın kendilerini boşayacağı endişesine kapılmış ve Efendimiz’e gelerek, “Bizim hakkımızda dilediğin taksimi yap; yeter ki bizi bu halimizle bırak!” demişlerdi. Bkz. Suyûtî, ed-Dürr 6/633; Vahidi, Esbâb-ı Nuzûl 1/357
- Bkz. Buhârî, Nikâh 97; Müslim, Radâ’ 47; Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’ân 5; Nesâî, Nikâh 1; Hâkim, Müstedrek 2/68 (2353). “Eğer bir kadın, kocasının aldatmasından ve kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, bazı fedâkârlıklar göstererek sulh olmak için gayret göstermelerinde mahzur yoktur. Barışma, elbette daha hayırlıdır. Nefisler menfaatlerine düşkün yaratılmıştır. Ey kocalar! Eğer siz iyi davranıp arayı düzeltir, kadınların hakkını çiğnemekten sakınırsanız unutmayın ki Allah, yaptığınız her şeyden haberdardır (İyi davranışlarınızın karşılığını size fazlasıyla verecektir)” (Nisâ Sûresi 4/128) mealindeki âyetin bu hâdise münasebetiyle indiği ifade edilmektedir. Bkz. Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân 5; Ebû Dâvûd, Nikâh 39
- Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 41/183 (24640); İbn-i Mâce, Nikâh 48
- Buhârî, Merdâ 16; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 6/228 (25950); İbn-i Mâce, Cenâiz 9; Dârimî, Mukaddime 80; Beyhakî, Sünen 3/396 (5451)
- Bkz. Buhârî, Nikâh 63. Başka bir rivayette söz konusu olan nikâhın Ensâr’dan bir başkasına ait olduğu ve Annemiz’in yanında onu gördüğünde Efendimiz’in bu ifadeleri kullandığı bilgisi yer almaktadır. Bkz. Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 6/269 (26356); Taberânî, Evsat 5/351 (5527); İbn-i Hibbân, Sahîh 3/185 (5875); Heysemî, Mevâridu’z-Zam’ân 1/493
- Buhârî, Îdeyn 2, 3; Cihâd 81; Menâkıb 15; Fezâilu’s-Sâhâbe 46; Nikâh 82, 114; Müslim, Salâtü’l-Îdeyn 17, 18; İbn-i Mâce, Nikâh 21; Nesâî, Îdeyn 35
- Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 3/449 (15758); Taberânî, Kebîr 7/158 (6686)
- Müslim, Libâs 87; Nesâî, Zînet 111. Bu hâdisenin, Tebûk dönüşü gerçekleştiği ifade edilmektedir. Bkz. Buhârî, Libâs 91; Nesâî, Zînet 112. Bilgi farklılıkları nazara alındığında hâdisenin farklı zamanlarda gerçekleşmiş olması da muhtemeldir.