Habeşistan’dan Gelen Yirmi Kişi

195

Habeşistan’a giden mü’minlerin hicretiyle birlikte Efen­dimiz’in haberi oralara da ulaşınca, bizzat huzurda bulunma niyetiyle bir grup yola çıkacak ve Mekke’ye kadar gelecekti.1

Efendimiz’i, Kâbe’de ibadetle meşgûl buldular ve yanına yaklaşarak huzurunda oturup uzun uzadıya konuşmaya başladılar. Etraflarına toplanan Kureyşliler de, olup bitenleri seyrediyorlardı. Maksatlarını arz edip de Efendimiz’den alacaklarını aldıktan sonra Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), onları Allah’a kulluğa çağırıp Kur’ân ayetlerini okumaya başladı. Okunan ayetleri dinlerken, gözyaşlarını tutamamış, içtenlikle ağlıyorlardı. Allah’a davet olur da onlar geri durur muydu hiç? Hemen imanlarını ikrar edip davete icabetle Hak’tan gelen her şeyi tasdik ettiler; kitaplarımızda anlatılanlar da işte buydu, dercesine bir kabul yaşanıyordu Mekke’de.

Ayrılık vakti gelip de huzurdan kalkınca, bir grup insanla birlikte Ebû Cehil yollarını kesti ve:

– Yazıklar olsun size! Ne kötü bir kafilesiniz! Kendi dininizden olan arkanızdakiler sizi buraya gönderdikleri halde siz, bir adamın sözüne kanarak dininizden dönüyor ve onları yüz üstü bırakıyorsunuz! O’nunla ne konuştunuz ki, iki kelamla dininizi değiştirip O’nun dediklerini kabulleniyorsunuz? İşin doğrusu, sizden daha ahmak bir kafileyle hiç karşılaşmadık, diyordu.

Ne garip bir durumdu? Işık kaynağının yanında duruyordu; ama karanlığın en koyu tonunu tercih etmiş cehalet yudumluyordu. Böyle bir adama, ancak acınırdı. Aslında, böylesi bir yaklaşımın cevabı, sadece sükûttu; ama onlar yine de şunları söylediler:

– Allah’ın selamı üzerinize olsun! Cehalette biz sizinle yarışamayız; bizim anlayış ve tercihlerimiz bize ait, sizinkiler de size! Kendimiz adına biz, sadece hayır talep ediyoruz!

Yine, yeni bir vahiy gelmiş ve bir durumu haber veriyordu:

– Daha önce kendilerine Kitap verdiğimiz ilim sahipleri, buna da Kur’ân’a da inanırlar. Kendilerine Kur’ân okununca, “Ona iman ettik, o, Rabbimizden gelen gerçeğin ta kendisidir. Biz zaten daha önce de Allah’a teslim olmuş kimselerdik” derler. İşte onlar, gösterdikleri sabır ve sebattan dolayı çifte mükafat alırlar. Onlar, kötülüğü iyilikle mukabele ederek savarlar ve kendilerine nasip ettiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar. Anlamsız ve çirkin söz işitince de, yüzlerini çevirip ondan uzak durur ve, “Bizim işlerimiz bize, sizinkiler de size aittir; selam olsun size, hoşça kalın! Biz, cahillerle arkadaşlık etmeyi hiç arzulamayız.” derler.2

İşte Kur’ân, bu kadar toplumun içinde ve insan unsuruyla bütünleşmiş, ihtiyaç endeksli ve gelişen olaylara paralel nazil oluyor; insanlar da ona bakarak kendilerine çekidüzen veriyorlardı. Bu insanlar, Hristiyan’dı ve aralarında bulunan ruhban ve kıssîsler sebebiyle olgunluk gösteriyor ve imanı kabullenmede, diğer insanlara nispetle daha önde görünüyorlardı. Böyle olunca, meveddet ve muhabbet yönüyle Müslümanları daha çok seviyor ve Kur’ân dinlerken de, Hak adına ortaya konulanlardan dolayı duydukları haşyetle göz yaşı döküyorlardı.3


Dipnot:

  1. Bazı rivayetlerde bu insanların, Necrânlı oldukları söylenmektedir.
  2. Kasas, 28/52-55. Bu ayetlerin, Necâşî ve arkadaşları hakkında indiğine dair de rivayet vardır. Bkz. Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 2/421
  3. Bkz. Mâide, 5/82, 83
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.