TÂİF YOLCULUĞU 2
Efendimiz’in ve O’nunla birlikte iman eden sahabenin, olağanüstü gayretlerine rağmen Mekke’de artık her şey durağanlaşmış ve Mekkeliler, en azından şimdilik yeni açılımlara kapanmıştı. Tebliğ ise, süreklilik arz eden bir vazifeydi; Allah’ın yarattığı yeryüzü olabildiğince genişti ve başka yerlerdeki insanların da İslâm’a ihtiyaçları vardı.
Bir de Mekkeliler, her geçen gün çığ gibi büyüyen İslâm karşısında nefret ve kinle oturup kalkıyor ve Müslümanlara rahat adım atma imkânı tanımıyorlardı. Üstelik her yönden, Ebû Tâlib’in vefatından dolayı yokluğunu fırsat bilip açıktan Allah Resûlü’nün bedenini ortadan kaldırmaya niyet eden bahtsızların diş gıcırtıları geliyordu.
Elbette Allah’ın vaadi vardı ve bu dava, gün gelecek bütün yeryüzüne hâkim olacaktı; bunda şüphe yoktu. Ancak bunun, bugünün Mekke’siyle gerçekleşme imkânı pek mümkün gözükmüyordu. Yeni bir açılıma ihtiyaç vardı ve işte bu açılımı sağlamak için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Şevvâl ayının bir gününde, yanına Zeyd İbn Hârise’yi de alarak Tâif yolculuğuna yöneldi.
Tâif, bağ ve bahçeleriyle meşhur, yeşillikler içinde bir yerdi. Mekke’ye yaklaşık doksan kilometre mesafede idi ve burada Efendimiz’in anne tarafından akrabaları yaşıyordu. Aynı zamanda burası, ömrünün ilk yıllarında gelip yanında kaldığı Efendimiz’in süt annesi Halîme’nin memleketine de yakın bir bölgeydi.
Allah tarafından gönderilen mesajlara hüsn-ü kabul gösterecek yeni simalara ulaşmak ve böylelikle, Mekke’de bulamadığı sıcak yüzlerle tanışıp Allah davasına muzahir mü’minlerle birlikte istikbale daha gür adımlarla yürümek gibi hedeflerle çıktığı Tâif yolunda, önce Sakîflilerin yanına gitti. Çünkü o gün için Sakîfliler, Tâif’in ileri gelen eşrafı olarak biliniyor ve çevrelerinde itibar görüyorlardı.
İlk muhatapları, Amr İbn Umeyr’in üç oğlu Abdiyâleyl, Mes’ûd ve Habîb idi. Hatta, bunlardan birisi, Kureyş’ten bir kadınla evli bulunuyordu. Yanlarına geldi Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem); önce selam verdi ve ardından da, bütün içtenliğiyle konuşmaya başladı; Allah’ı bir bilip davasına sahip çıkmaya davet ediyor ve risalet vazifesinde kendisine yardımcı olmalarını talep ediyordu. Ancak Tâif, Mekke’yi aratmayacak kadar çetin gözüküyordu.
Allah Resûlü’nün şefkatle kucakladığı üç kardeşten ilki sözü aldı:
– Şayet, gerçekten de Allah Seni peygamber olarak göndermişse, Kâbe’nin örtüsünü alıp yere çalarım, diyordu. Allah’ın en sevgili kulu, dünya ve ahiretini kurtarmak için ayağına kadar gelmişti; ama o O’nunla alay edip hafife alarak kendince gönül eğlendiriyordu. Hâyâ timsali Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), böyle bir küstahlık karşısında yine sükûtu tercih edecekti. Ancak küstahlık, bununla sınırlı kalacak gibi görünmüyordu. Diğeri ileri atıldı ve:
– Allah, Senden başka peygamber olarak gönderecek birisini bulamadı mı, diye takıldı. Belli ki iş, çığırından çıkıyordu. Konuşmak için fırsat kollayan üçüncü kardeş de bir şeyler demeliydi ve o da şunları söyledi:
– Vallahi de ben, artık Seninle hiç konuşamam! Çünkü, şayet Sen, söylediğin gibi gerçekten bir peygambersen, Sana söylediklerime beni bin pişman edersin! Yok, şayet Sen, Allah’a karşı yalan söylüyor isen, o zaman da zaten, benim Seninle konuşmam uygun olmaz!
Ciğeri beş para etmeyen bu insanlar, kendilerince İnsanlığın İftihar Tablosu ile alay ediyor ve hoşça (!) vakit geçiriyorlardı. Mahzundu Efendiler Efendisi… Halbuki, onca mesafeyi, belki bir şeyler anlarlar düşüncesiyle yürüyerek gelmiş; onların önlerinde, cennete bir kapı aralamak istemişti. Cevap bile verme gereği duymuyordu artık. Cevap vermeyi içinden bile geçirseydi, O’nun yerine gerekli cevap çoktan verilir ve işleri biterdi; ancak O, rahmet peygamberiydi ve sinesi, herkesi kucaklayacak kadar engin ve genişti.
Hatta, en can alıcı düşmanları için bile bu sinede bir yer vardı ve onların da günü gelip, hak dava ile buluşmalarını ümit ediyordu. En azından, kendileri olmasa da, nesilleri arasından bu ufka yükselen birileri mutlaka olacaktı ve onun için de bugün, her şeye rağmen sabır gerekiyordu.
Sadece bir isteği vardı Efendiler Efendisi’nin:
– Olabilir, siz kendi tercihinizi yaptınız; en azından aramızda geçen bu mesele, burada kalsın, diyordu. Zira bu haberin Mekke’ye ulaşması, Mekkeliler açısından yaşanacak bir bayram havası demekti ve böyle bir hareket, bugüne kadar sessiz duranları da cesaretlendirir ve artık Mekke, Müslümanlar açısından asla yaşanamayacak bir belde haline geliverirdi.1
Hüznündeki duruş, yürüyüşüne bile aksetmişti. Zahir itibariyle eli boş geri dönüyor gibiydi; ancak vazife, neticeyi görme hedeflenerek yapılmazdı. O (sallallahu aleyhi ve sellem), kendi üzerine düşeni yerine getirmiş, tebliğ vazifesini ifa etmişti; neticeyi yaratmak ise Allah’a aitti. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ise, kendi işini kusursuz yerine getirmede en önde olduğu gibi Allah Teâla’ya ait kısmına müdâhil olmama konusunda da en duyarlı insandı.
Ancak, ayaklarına kadar gelen kısmeti teptiklerinin farkında bile olmayan bu insanlar, bununla da yetinmeyecekler; ayak takımını tetikleyerek bu kutlu Misafir’i taş yağmuruna tutacaklardı.
Efendiler Efendisi, Tâif’te on gün kalacaktı. Bu süre içinde birçok insanla görüşmek istedi; ancak, çoğu O’na icabet edecek yürek taşımıyordu ve korkularından uzak durmayı tercih ettiler. Bir de utanmadan:
– Ey Muhammed! Bizim yurdumuzdan uzak dur da, nereye gidersen git,2 diyorlardı.
Hz. Zeyd, kendini siper etmiş, yağmur gibi başlarına düşen taşlara karşı Allah Resûlü’nü korumaya çalışıyordu. Başlarına yağan taşların ardı arkası kesilmiyordu. Aslında bu, kendi başlarına taş yağdıracak bir davranıştı; neredeyse tam üç kilometrelik mesafeyi öylece geçtiler. Allah’ın Habîbi Resûl-ü Kibriyâ’nın da ayaklarından kan damlıyordu. Zeyd ise, zaten başı ve gözü yarılmış; kan-revan içinde kalmıştı.