Hicret, Entegrasyon ve Asimilasyon (1)

2.372

Hicret yurduna uyum sağlamaya çalışırken Muhacirleri bekleyen sorunlardan birisi de karşılaştıkları farklı kimlik, kültür ve inançlar karşısında zamanla özünden uzaklaşma ve kendi değerlerine yabancılaşma problemidir. Özellikle Batı dünyası gibi maddi refahın üst seviyede seyrettiği, eğlence anlayışının sınır tanımadığı ve ahlakî değer yargılarının çok farklı olduğu bölgelerde Muhacirlerin, inanç, ibadet, ahlak ve aile hayatlarını istikamet üzere sürdürmeleri ve korumaları, kolay olmayacaktır. Zira zulmün, ayrımcılığın, fakirliğin ve geri kalmışlığın hakim olduğu coğrafyalardan kalkıp gelen kimselerde oluşabilecek hayranlık duygusu ve değişik kompleksler, taklidi ve onlara benzemeyi beraberinde getirebilir.

Nitekim tarihte bunun o kadar çok örneği vardır ki İbn-i Haldun, bu örneklerden hareketle şu sosyolojik tespiti yapar: “Mağlup, galibin şiarını, kıyafetini, mesleğini, diğer hallerini ve adetlerini taklit etmeye düşkünlük gösterir. Zira nefis, her zaman kendisine galip gelende güç, kuvvet, büyüklük ve mükemmellik bulunduğuna inanır ve onun hizmetine girer. Bunu ya ona duyduğu hayranlık karşısında içinde oluşan saygı duygusunla ya da onu, her şeyiyle tam ve mükemmel olarak gördüğü için yapar. Kendisindeki bu kayıtsız şartsız teslimiyet halinin, ‘karşı tarafın galibiyetinden değil ondaki mükemmellikten ileri geldiği’ kanaatini geliştirir, hataya sürüklenir ve körü körüne taklide mahkum olur. Böyle bir yanlışlığa düşülmesi, taklit ve özentinin artık hayat olarak benimsenmesi, yeni bir itikat ortaya çıkarır. Sonunda mağlup, galibin bütün yol ve yöntemlerini benimser, her hususta onun yolunu tutar ve her meselede ona benzemeye çalışır.”1

Dolayısıyla Muhacirlerin, hicret diyarlarında karşılaştıkları maddi refah ve daha rahat bir hayat anlayışı karşısında şahıslarını ve ailelerini korumaları, “başkalaşmadan” uyum sağlamaları, yıkıcı bir değişim ve dönüşüme maruz kalmamaları adına dikkatli olmaları gerekir. Bu konuda da Asr-ı Saadet’te yaşanan hicret tecrübelerinden alınabilecek birçok ders vardır.

Yaşanan Dini Hayattan Olumsuz Etkilenmeme

Göç edilen beldelerde farklı din, inanç ve kültürlerle  karşılaşılması tabii ve kaçınılmazdır. Bu ülkelerdeki yaşanan canlı dinî hayat ya da farklı ahlakî ve kültürel ortam, Muhacirleri kendi değerlerine daha da bağlanma ve kendilerini koruma adına müspet etkileyebileceği gibi menfi de etkileyebilir. Bu hususta kim olursa olsun garantisi yoktur. Bunun acı örneklerinden biri Habeşistan hicretinde yaşanmıştır:  

Habeşistan’a hicret eden ikinci kafile arasında, Peygamber Efendimiz’in hem halaoğlu hem de Hz. Zeyneb validemizin kardeşi olması hasebiyle kayınbiraderi olan Ubeydullah İbn-i Cahş da vardı. Ubeydullah, Ebu Süfyan’ın kızı Ümmü Habibe ile evliydi. Onlar da Mekkeli müşriklerin işkence ve baskıları sonucunda hicret etmeye karar vermiş ve gitmişlerdi. Geldikleri yeni hicret diyarında, Habeş kralı Eshame, bütün muhacirleri bağrına basmış; kendilerine, ülkesinde güvenlik ve esenlik içinde istedikleri gibi dinlerini yaşayabileceklerini taahhüt etmişti. Fakat burada kendilerini bekleyen yeni imtihanlar vardı.

Ülke, Hristiyanlık din ve kültürünün  hakim olduğu ve etkin şekilde yaşandığı bir yerdi. Burada ticarete atılan ve bu yüzden muhacir arkadaşlarından uzaklaşan Ubeydullah, zamanla bu hakim kültürden etkilenmiş ve yeniden Hristiyanlığa dönmeye karar vermişti. Zira daha yeni inmeye başlayan ve sadece birkaç esası insanlara bildirilen İslam dinine nazaran Hristiyanlık, devletin resmi dini olarak mabed ve eğitim müesseseleriyle canlı bir şekilde yaşanıyordu. Hanımına, “Önceleri din konusunu uzun uzadıya düşünmüş ve Hristiyanlıktan daha hayırlı bir din görmeyip onu seçmiştim. Sonra Hz. Muhammed’in dinine girip Müslüman oldum. Fakat şimdi buradaki müşahedelerimde Hristiyanlığın daha hak bir din olduğu kanaatine vardım.” diyerek, İslam’dan çıktığını söylemişti.

Hanımı Ümmü Habibe, kendisine, “Vallahi! Bu senin için hayırlı değildir. Seni, zaten rüyamda çok kötü durumda görmüştüm. Gel, irtidat etmekten vazgeç!” dediyse de sözünü dinletememişti. Bilakis o, hanımına baskı yaparak kendisini Hristiyanlığa girmeye zorlamış fakat Hz. Ümmü Habibe, hem eşinin bu acınacak durumuna hem de yaptığı baskılara büyük bir direnç ve sabır göstererek İslam’da sebat etmişti. İnandığı değerler adına her şeyini Mekke’de bırakarak hicret ettiği halde zaaflarına kapılarak burada İslamî çizgiden uzaklaşan Ubeydullah, daha sonra kendini tamamen içkiye vermiş ve derken bu hal üzere ölüp gitmişti.2  

İman, ibadet, infak, hicret ve salih amelin binbir çeşidiyle dolu bir hayat, ancak bu istikametin son nefese kadar devam ettirilebilmesiyle Allah katında bir değer ifade eder. Zira insanın Rabbine karşı dinî sorumlulukları ve  imtihanı, son nefese kadardır: “Sana ölüm gelip çatıncaya kadar Rabbine ibadete devam et!”[Hicr Sûresi, 15/99] Aksi taktirde o güne kadar yapılan bütün iyilikler, güzellikler ve onlara terettüp eden mükafatlar kaybedilebilir. Dolayısıyla insan, kendi beslenme kaynaklarıyla ve kendi değerleriyle bağını sıkı tutmazsa zaman içerisinde farketmeden özünden uzaklaştığını anlayamaz. Çünkü bu değişim, çok sinsi ve yavaş yavaş seyrettiğinden çoğu zaman hissedilmez. Dün yanlış kabul ettiği şeyleri, bugün doğru kabul etmeye hatta onları işlemeye de başlayabilir. Bunun için konumu ve makamı ne olursa olsun inanan her insan, İslam’ın temel esaslarını iyi öğrenmeli, yaşamalı ve kiminle oturup kalktığına dikkat etmelidir: “Ey iman edenler! Allah’ın emirlerine karşı gelmekten sakının ve doğru, dürüst, özü sözü bir sadık kimselerle birlikte olun.”3  

Problemli Kaynaklardan Beslenmeme

Allah Resûlü, İslam’ın ilk dönemlerinde vahiy ile kendi sözlerinin karıştırılmaması için hadislerinin yazılmasına müsaade etmediği gibi, Müslüman toplumun inşası aşamasında Kur’ân ve Sünnet’in haricinde başka dinî kaynaklardan ya da şahıslardan istifade edilmesini de yasaklamıştı. Zira bu tür farklı okumalar, henüz İslam’ın kemale erdirilip dinin tamamlanmadığı bir zaman diliminde ashabın zihinlerini bulandırabilir, içlerine çeşitli şüpheler atabilir ve onları farklı arayışlara sevk edebilirdi. Bunun en belirgin örneklerinden birisi Hz. Ömer’in başından geçen şu hadisedir: 

Medine’ye yeni hicret edilmişti. On bin nüfuslu şehrin çoğunluğu ehl-i kitap ve putperest, sadece 300’e yakını Müslümandı. Bir gün Hz. Ömer, ehl-i kitap bir arkadaşından aldığı eserle Peygamber Efendimiz’e gelmiş ve ondan bir miktar da Kendisine okumuştu. Allah Resûlü ise bu durumdan hoşnut olmamış ve şöyle buyurmuştu: “Ey Ömer! İslam yolunda ilerlerken bocalıyor, yolunuzu mu kaybediyorsunuz? Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah’a yemin olsun ki Ben, size, gecesi bile gündüz kadar aydınlık dupduru bir dinle geldim. Ehl-Kitab’a bir şey sormayın; yoksa size bir doğruyu haber verirler de onu yalanlarsınız, bir yanlışı haber verirler de onu doğrularsınız…”4

Bu açıklama, Hz. Ömer’e yetmişti. Zaten çevresindeki sahabilerden Abdullah İbn-i Zeyd de Allah Resûlü’nün yüz hatlarının değiştiğini belirterek kendisini uyarmıştı. Bunun üzerine Hz. Ömer, “Biz Rab olarak Allah’tan, din olarak İslam’dan, Peygamber olarak da Muhammed’den razıyız!” diyerek Efendimiz’i sevindirmişti. Buna cevaben de Allah Resûlü yukarıdaki beyanlarını teyid edecek şekilde şöyle buyurdu: “Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin olsun ki Musa aranızda olsaydı ve siz, Beni terkedip ona uysaydınız dalalete düşerdiniz. Şunu iyi biliniz ki sizler, ümmetler arasında Benim payıma düşensiniz. Ben de sizin payınıza düşenim.”5 Allah Resûlü’nün bu beyanlarından sonra inen ayet de aynı istikâmette tahşidatta bulunuyordu: “Kendilerine okunan bu kitabı indirmemiz onlara kâfi gelmiyor mu? Elbette bunda iman edecek kimseler için rahmet ve yeterli bir ders vardır.”6

Dolayısıyla Efendimiz’in bu beyanları, saf Kur’ân kültürüyle yetiştirmek istediği ashabını korumaya alma yönünde önemli bir uyarıydı. Zira Medineli Yahudiler boş durmuyor; bir şekilde arkadaşlık kurdukları müminlere, İbranice Tevrat okuyup Arapça tefsir yapıyor ve onları etkilemeye, dinlerinden döndürmeye çalışıyordu.7 Bu tür maksatlı faaliyetler henüz yeni Müslüman olmuş kimseler üzerinde etkili olabilir ve bunlara sessiz kalmak da beraberinde bir çok riski getirebilirdi. Bundan dolayı problemli kaynaklardan bilgi almak; maksadı ilim ve hikmet değil de İslam toplumu içinde fitne ve fesat çıkarmak olan kimselerle oturup kalkmak ve onları dinlemek de yasaklanmıştı. 

Kutsala Saygı Hissi Kaybedilmemeli

Muhacirler, bulundukları coğrafyalarda “kutsala saygı duymayan, dini kaynaklara dil uzatan ve manevî değerleri hafife alıp alay eden” kimselerle karşılaşabilirler. Bunlarla oturup kalkmak, toplantılarına iştirak etmek zamanla muhacirde de kendi kutsalına saygı düşüncesini aşındırabilir. Bundan dolayı Kur’ân: “Allah size kitapta şunu da bildirmiştir: ‘Allah’ın ayetlerinin inkar ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, bunu yapanlar başka bir konuya geçmedikçe onların yanında oturmayın.’ Zira böyle yaparsanız siz de onlar gibi olursunuz. Şüphe yok ki münafıkları da kafirleri de cehennemde bir araya getirecektir.”8 buyurur; hem bu konuda asimile olma tehlikesine dikkat çeker hem de nasıl hareket etmeleri gerektiği noktasında Müslümanlara yol gösterir.  

Hakim Kültürden Olumsuz Etkilenmeme

Hicret edilen diyarlarda, örf adet, gelenek ve teâmüllerden kaynaklanan ve İslam’ın ruhuyla bağdaşmayan çeşitli uygulamalar olabilir. Bu uygulamaların Kur’ân ve Sünnet’in temel esaslarına test ettirilmeden alınması zaman içerisinde insanların önce duyarsızlaşmasına ardından da asimile olmasına sebebiyet verebilir. Bu manada Hz. Muaz İbn-i Cebel (radıyallahu anh), Şam’dan döndükten sonra Allah Resûlü’nün huzuruna girer ve secdeye kapanır. Bunun üzerine Peygamberimiz, “Bu nedir ya Muaz?” diye sorunca: “Ya Resûlallah! Şam’a gittiğimde onların patriklerine ve papazlarına secde ettiklerini gördüm ve ben de size karşı saygımı böyle ifade etmek istedim.” der. Bu cevap üzerine Allah Resûlü, “Böyle yapmayın…”9 buyurur ve İslam’ın, Allah’tan başkasına secdeyi yasakladığını haber verir.

Dolayısıyla Muhacirlerin yapması gereken bir işte hicret ettikleri toplumu, örf ve adetleri, din ve ahlakî inançlarıyla tanımak ve alabilecekleri güzellikleri almak, kendi inanç ve ahlakî değerleriyle örtüşmeyenlere karşı da mesafeli durmak olmalıdır. Diğer taraftan hicret yurdunda bu bilgi ve hassasiyetin oluşturulması adına da ilim meclisleri oluşturulmalıdır.

Yazar: Dr. Selim Koç

Dipnot:

  1. İbn-i Haldun, Mukaddime 137
  2. Bkz. İbn-i Sa’d, Tabakât 10/77
  3. Tevbe Sûresi, 9/119
  4. İbn Ebi Şeybe, Musannef V/312; Müsned, II/805 (14736); İbn Ebi Şeybe, bu rivayeti, “Ehl-i Kitab’a ait kitapların okunmasını isabetli bulmayan kimse” adlı babda zikretmektedir. Bezzar’ın rivayetine göre Hz. Ömer’in getirip okuduğu kitap Tevrat’ın Arapça bir nüshasıdır. Heysemî, Zevaid, I/173, VIII/262; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, XIII/473 (7363)
  5. Heysemî, Zevâid, (Taberânî’nin, Mu’cemu Kebîr’inden), I/173, VIII/262
  6. Ankebut Sûresi, 29/51
  7. Buharî, İ’tisâm 25
  8. Nisa Sûresi, 4/140. Ayrıca bkz. En’am Sûresi, 6/68
  9. İbn-i Mâce, Nikah 4 (1853); Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned IV/381
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.