Abdullah İbn Selâm’daki Tebliğ Heyecanı
Abdullah İbn Selâm, Müslüman olmuştu, ama henüz bundan kabilesinin haberi yoktu. Aile efradına dönüp geldiğinde onların da Müslüman olmalarını istemiş ve bu isteğine olumlu cevap da bulmuştu. Ancak onun hedefinde, daha geniş kitleler vardı. Aynı zamanda neş’et ettiği topluluğun genel karakterini de ortaya koyup rehberini bilgilendirmek istiyordu. Tasarladığı bir planla birlikte huzur-u risalete geldi:
– Ya Resûlallah!
Benim kavmim olan bu İsrailoğulları, inatçı ve dönek bir millettir. Onlar, henüz benim son halimi bilmiyorlar. İstiyorum ki onlar, Sana geldiklerinde beni bir kenara gizleyesin ve onlara, benim ve atalarım hakkında sorular sorasın! Şüphesiz, beni de atalarımı da methedeceklerdir. Ve tam bu esnada ben, ortaya çıkıp Müslümanlığımı ilan edeyim. Göreceksin ki, hem beni hem de ecdadımı yerden yere vuracak ve çeşit çeşit iftira sıralayarak, binbir kusur bulma yarışına gireceklerdir, dedi.
Abdullah İbn Selâm’ın planına göre, aynı zamanda Efendimiz, onlardan söz alacaktı; şayet Abdullah iman ederse onlar da inanacak ve kendilerine daha önce indirilen Tevrat’ta yazılı buldukları hususları tasdik edeceklerdi. Dolayısıyla burada belli bir maslahat gözetiliyordu ve Abdullah’ın teklifi hüsn-ü kabul gördü. Planlananlar aynen Hz. Abdullah’ın dediği gibi yapıldı. Bu arada adamlar da gelmişti. Efendiler Efendisi, hoşbeşten sonra sözü Hz. Abdullah ve ecdadına getirdi:
– Sizin aranızda Husayn İbn Selam nasıl bir adamdır, diye sordu.
Ne şüpheleri olabilirdi ki? Sadece Husayn’ı değil, yıllarca bütün aileyi, biricik rehberleri olarak görmüş ve birer otorite olarak hep onlara müracaat etmişlerdi:
– Hem efendimiz, hem de efendimizin oğludur… İçimizdeki en hayırlı kişi ve en bilgemizdir. Hem fazilet hem de Allah’ın kitabını bilme konusunda en önde olanımız odur.
Onların, kendilerinden emin böyle bir tezkiyelerinin ardından Efendimiz:
– Şayet Abdullah, benim Allah’ın Resûlü olduğuma ve bana indirilen kitaba iman ve şehadet ederse siz de iman eder misiniz, diye sordu.
İşkillenseler de, buna imkân yoktu. Husayn gibi bir Yahudi âlimi, bunu yapmazdı, yapmamalıydı!.. Böyle bir sorunun altından ne çıkacağını da merak etmiyor değillerdi. Fakat bu meclis, daha metin durmaları gereken bir meclisti ve sözlerinde şüphe eseri görülmemeliydi:
– Evet, diye cevapladılar. Ancak hallerindeki gariplik ve içlerinde duydukları huzursuzluk yüzlerinden okunuyordu. Ne için gelmişlerdi ve şimdi ne ile karşılaşıyorlardı?..
Bu sırada Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Abdullah’ı çağırmış ve o da gizlendiği yerden çıkıp huzura gelmişti. Onu gören gözlere kin ve nefret yürümüş, yüzlerde de bir sararma olmuştu. Nasıl olabilirdi; Husayn gibi birisi gelip kendi kabilesinin otoritesine baş kaldırarak bir başkasının arkasında saf tutar, onu peygamber olarak kabul edebilirdi. Hâlâ inanmak istemiyorlardı. Bu, ya bir şaka veya uyanılacak bir rüya olmalıydı.
Ancak her şey gerçekti ve Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Abdullah’a sordu:
– Ey Selam oğlu Abdullah! Sen, benim Tevrat ve İncil’de yazılı olarak bulduğunuz; bana iman etmeniz hususunda hepinizden sözü alınmış; mesajımın ulaştığı anda bana tâbi olmakla emredildiğiniz Allah’ın Resûlü olduğumu bilip bana inanıyor ve iman ediyor musun?
Ortalık bir anda buz kesilmişti. Bu arada Abdullah, Resûlullah’ın sorusunu:
– Elbette Yâ Resûlallah, diye cevaplamıştı. İmkânsızdı bu!.. Bu kadar köşeye sıkışmak olamazdı… Buradan da bir çıkış yolu bulunmalıydı ve onlar da, minderin dışını tercih ettiler. Hep bir ağızdan:
– Senin Resûllullah olduğunu bilmiyor ve tanımıyoruz, diyorlardı.
Halbuki onlar, O’nun Resûlullah olduğunu öz oğullarını bilmenin ötesinde bir bilgi ile biliyorlardı ve O’na indirilenin hak olduğu konusunda da yakîn derecesinde malûmatları vardı. Aynı zamanda, az önce konuşanlar, Husayn iman ederse biz de inanırız, diyenler de bunlar değil miydi?.. Fazla söze ne hâcet; kaypaklık ve dönekliğin fiilen sahnelenmesinden başka bir şey değildi bu.
Çıkışma sırası şimdi de Abdullah İbn Selam’a gelmişti:
– Bizim en şerlimiz ve en şerlimizin de oğlusun sen, deyip onda noksan bulma yarışına girdiler. Güneş balçıkla sıvanamazdı ki!.. Güneşin ışınlarına karşı gözlerini kapatanlar, sadece kendilerine gece yaparlardı…
O gün yaşanılanlar, âlemlerin Rabbi tarafından da müşahede edilmekteydi ve O şu ayetleri indirecekti:
– De ki: Söyleyin bakalım; eğer bu Kur’ân, Allah tarafından geldiği halde siz reddetmişseniz, İsrailoğullarından da bir şahid, tevhid, ahiret gibi bazı iman esasları hakkında Kur’ân’da bildirilen hakikatlerin benzerine şahitlik edip iman ettiği halde, siz büyüklük taslayarak iman etmezseniz sizden daha şaşkın, daha zalim kimse olabilir mi? Allah, elbette böyle zalimleri hidayete erdirmez.1
Ayette anlatılan İsrailoğullarından iman eden kişi, Abdullah İbn Selam; inkârı seçenler ise, gerçeği gördüklerinde kaypaklık gösteren elit tabakaydı.
Bütün bunları, daha işin başından tahmin eden ve gelişmeler de tahmini istikametinde gerçekleşen Abdullah İbn Selam, bir gerçeği ortaya çıkarmanın hazzıyla Yahudi ileri gelenlerine yöneldi ve şöyle seslendi:
– Ey Yahudi Topluluğu! Allah’tan korkun ve size geleni kabul edin. Vallahi siz de biliyorsunuz ki, bu, özelliklerini Tevrat’ta okuyup durduğunuz, adını sanını bildiğiniz Allah’ın beklenen ve müjdelenen Resûlü’dür. Ben şehadetle iman ediyor, biliyor ve tasdik ediyorum ki o Allah’ın Peygamberidir.
Artık yüzler değişmişti… Perde bir kez yırtılmış ve cepheler de netleşmişti. İşin en kolay yolu inkârdı ve onlar da bunu seçtiler:
– Yalan söylüyorsun, dediler.
Artık Yahudilerden iş çıkmayacağı kesindi ve bu sefer Abdullah, Resûl-i Ekrem’e yöneldi:
– İşte, yâ Resûlallah, dedi. Durum gördüğün gibi!..Ben, bunların yalancı, iki yüzlü, dönek ve iftiracı insanlar olduklarını söylemiştim.
Zaten, Cibril de gelmiş şu mesajı getiriyordu:
– Kendilerine kitap verdiklerimiz, O’nu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. (Buna rağmen) onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizler.2
Ayette, bizzat Allah Resûlü’nün ismi zikredilmeyip de “O’nu” denmesi işaret ediyor ki, ehl-i kitap bütünüyle, son gelecek peygamber kastedilerek “O” dendiğinde hep Tevrat ve İncil’de adı geçen Zât’ı anlıyordu. O da, hiç şüphesiz ki, Hz. Muhammed’di (sallallahu aleyhi ve sellem). Ve O’nu öz evlatlarından daha iyi tanıyorlardı.
Hz. Ömer (radıyallahu anh), bir gün karşısına alacak ve Abdullah b. Selâm’a soracaktı:
– Allah Resûlü’nü öz evladın gibi tanıyor muydun?
Tereddütsüz cevap verdi Abdullah:
– Öz evladımdan daha iyi tanıyordum.
Nasıl olabilirdi?.. Bir insan bu kadar kesin nasıl konuşabilirdi!.. Ama Abdullah, hakkı temsilin timsaliydi ve onu her yerde söylemekten çekinmezdi. Hz. Ömer ise, onun kanaatindeki kesinliği ayrıca tescil ettirmek istiyordu ve ikinci defa sordu:
– Nasıl yani?
Yine demir leblebi gibi bir cevap geliyordu:
– Evladım hakkında şüphe edebilirim. Belki, beni, hanımım kandırmıştır. Fakat Allah Resûlü’nün son peygamber olduğundan zerre kadar şüphem yoktur.
Bu cevap Hz. Ömer’i öyle sevindirecekti ki, kalkacak ve Abdullah b. Selâm’ın başından öpecekti.3
Yazar: Dr. Reşit Haylamaz