Benî Nadîr’in Efendimiz’e suikast girişimi ve yaşanan gelişmeler

444

Medine’de yerleşik bir Yahudi kabilesi olan Benî Nadîr, Efendimiz’in emân verdiğini bilmeden Amr İbn Ümeyye’nin öldürdüğü iki şahsın kabilesi olan Benî Âmir ile müttefikti. Hicret sonrası gerçekleşen Medine anlaşmasına onlar da katılıp imza atmış, temelleri atılıp esasları tebeyyün eden yeni devlete inkıyatlarını ifade etmiş ve Medine’yi birlikte savunup burada müşterek bir hayat yaşama konusunda Resûlullah’a da söz vermişlerdi.

Buna rağmen Mekkelilerle olan irtibatları devam ediyor ve içten içe Allah Resûlü’ne düşmanlık besliyorlardı. Bu arada Mekkelilerden bir mektup almışlar ve lojistik destek bulacaklarına dair sözlerine kanmışlardı; bunun için önce Efendimiz’e haber gönderip ashâbından otuz kişiyi alarak açık alanda müzakere yapmak istediklerini söylemişlerdi. Maksatları ansızın saldırıp Efendimiz ve önde bulunan ashâbına suikast kurup hepsini öldürmekti. Ancak Allah Resûlü’nün etrafındaki ashâbın gözüpek tavırları karşısında ürkerek bundan vazgeçmiş ve karşılıklı üçer kişiyle bu müzakerenin devam etmesinin daha iyi olacağının haberini göndermişlerdi. Bu üç kişinin hazırlığından haberdar olan Efendiler Efendisi, yola çıktığı hâlde geri dönecek ve onların bu tuzağına düşmeyecekti.

Bir cumartesi günü Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), yanında bulunan bir grup ashâbıyla birlikte Kuba’ya gelecek ve burada ikindi namazını kıldıktan sonra Benî Nadîr’in bulunduğu mahalleyi ziyaret edecekti. Maksadı, yanlışlıkla öldürülen iki Âmiroğlunun diyetini ödeme konusunda, onların müttefiki olan Benî Nadîr’in devreye girmesi ve bu iki şahsın diyetini, kendileri adına onlara ulaştırmalarını talep etmekti. Aynı zamanda bu, Bedir’den bu yana farklı tepkiler veren Benî Nadîr’in, gelişmeler karşısındaki nihâî tavrını anlamak adına bir teftiş manası taşıyordu.

Allah’ın Resûlü olmanın farkıydı bu; hiçbir gerekçe yokken altmış dokuz Kur’ân muallimi arkadaşını öldüren ve üstüne üstlük hâlâ kendisine meydan okumaya devam eden Âmir İbn Tufeyl ve arkadaşlarının dünyasında diyet adına herhangi bir hareket olmamasına rağmen Allah Resûlü kendi üstüne düşeni yerine getiriyor ve yapması gerekenleri, başkalarının hareketleri üzerine bina etmiyordu.

Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbından dokuz1 kişiyle birlikte Benî Nadîr yurduna geldiğinde onları, kendi aralarında toplantı yaparken bulmuştu. Aralarına girip de, Amr İbn Ümeyye’nin bilmeden öldürdüğü iki şahsın diyetini ödeme talebini sununca, olabildiğince civanmert davranıp alttan alarak O’na şöyle mukabelede bulunacaklardı:

– İstediğin gibi yaparız ey Ebe’l-Kâsım! Artık aramıza gelip bizi ziyaret etmen için bir sebebin de var! Ama önce otur ve bir miktar soluklan; sonra da ihtiyacını halledersin! Biz de bu arada oturup, o konuyu da istişare edelim ve aramızda, Seni buraya kadar getiren hususu da çözmeye çalışalım!

Tepkiler olumluydu; yanlışlığın yeni yanlışlıklar doğurmasının önüne geçilecek ve mesele çözülecek gibi duruyordu. Bunun üzerine Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) de, sırtını bir evin duvarına vererek yanında bulunan ashâbıyla birlikte bulunduğu yerde oturup beklemeye başladı.

Neticeye Ulaşmayan Suikast

Diğer tarafta ise, Resûlullah’a gerçek yüzlerini göstermeyip O’nu oyalama taktiği güden bu insanlar, arayıp da bulamadıkları fırsatın ayaklarına kadar geldiğini düşünerek aralarında konuşmaya başlamışlardı. Başlarını Huyey İbn Ahtab çekiyordu:

– Ey Yahudi topluluğu, diye başladı konuşmasına. ‘Görüyorsunuz ki Muhammed, yanında on kişi bile olmadığı hâlde aranıza gelmiş durumda. Duvarının dibinde oturduğu evin üzerine çıkın da O’nun üzerine bir kaya parçası atıp O’nu öldürüverin! Bunun için şu andan başka asla uygun bir zaman bulamazsınız! Şâyet O öldürülürse, arkadaşları da etrafından dağılıp giderler; Kureyş’den gelenler kendi beldelerine, Evs ve Hazreç’ten O’na dâhil olanlar da kendi işlerine dönerler! Eğer bunu yapmayı arzu ediyorsanız, bu iş için bugünden daha müsait bir zamanı asla bulamayacaksınız! Bugün yapmayıp da ne zaman yapacaksınız!

Onun bu hararetli konuşması üzerine Amr İbn Cehhâş adındaki bir adam ayağa kalkarak:

– Öyleyse ben, o evin üzerine çıkıp üzerine bir kaya parçası atıvereyim, diyerek yerinden kalkıp Efendimiz’in gölgesinde oturduğu eve doğru yöneldi.

Elbette hepsi aynı kanaatte değildi ve durumun vahametini görüp de onları uyarma lüzumu hisseden Sellâm İbn Mişkem, işin burasında ileri atıldı:

– Ey cemaat, dedi. Hayatınız boyunca bana muhalefet etseniz de gelin, bari bugün bana tâbi olun! Allah’a yemin olsun ki, şâyet siz bunu yapmaya kalkışırsanız, mutlaka O bundan da haberdar edilir ve hıyanet içinde olduğunuz O’nun tarafından hemen fark edilir. Aynı zamanda bu, O’nunla bizim aramızdaki anlaşmayı ihlâl etmek demektir; sakın böyle bir şey yapmayın!

Sellâm bunları söyleyedursun, Amr İbn Cehhâş çoktan kayayı hazırlamış ve evin damına çıkarmaya başlamıştı. Derken Allah Resûlü’ne de Cibril-i Emîn gelmiş ve durumdan haberdar etmişti.

Açıkça bir ihanetti bu. Anlaşılan, huylu huyundan vazgeçmeyecekti. Demek ki, kin ve nefretleri artarak devam ediyor, Allah ve Resûlü aleyhindeki tavırları onları, iflah olmaz bir noktaya doğru götürüyordu. Bunun üzerine Efendiler Efendisi, sanki bir ihtiyacını giderecekmiş gibi bulunduğu yerden kalkıp hızlı adımlarla Medine istikametinde yürümeye başladı. Gelişmeler konusunda yanındaki ashâbın bilgisi olmadığı için onlar, ihtiyacını giderip de geriye dönecek zannıyla bulundukları yerde oturmaya devam ediyorlardı.

Aradan bir hayli zaman geçmiş, evin üzerinde tuzak kurup da bekleşen Benî Nadîr Yahudileri, mutlu sona (!) ulaşmak için sabırsızlanıyorlardı. Bir aralık, uzaktan birisinin gelişini fark ettiler; sevinmişlerdi. Ancak bu sevinçleri kursaklarında kalacaktı. Zira gelen, aynı kabileye mensup bir başka Yahudi idi. Onların telaşlı bir şekilde ve gözlerini bir evin çatısına dikerek bekleşmekte olduklarını görünce aralarında konuşmaya başladılar:

– Ne yapmaya çalışıyorsunuz?

– Muhammed’i öldürüp ashâbını esir almak istiyoruz.

– Peki, Muhammed nerede?

– Şurada, yakındadır!

– Vallahi de ben, biraz önce Muhammed’i Medine’de gördüm.

Son cümle, bütün ümitlerini kıran bir cümleydi. Âdeta kol ve kanatları kırılıvermişti! Sellâm haklı çıkmıştı; mutlaka Muham­med’e haber ulaşmış ve O da, hakkında kurulan tuzağı haber alır almaz bu mekânı terk edip Medine’nin yolunu tutmuştu.

Endişe ve Muhasebe

Allah Resûlü’nün geri gelişi gecikince O’nun ashâbı da endişelenmiş ve burada beklemektense O’nun peşinden gidip aramanın daha makul olacağını düşünmeye başlamışlardı. Hz. Ebû Bekir de:

– Burada beklememizin bir anlamı yok; Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) mutlaka önemli bir iş için gitmiştir, deyince hep birlikte kalkıp yürümeye başladılar. Onların da ayrılıp gittiğini gören ve içyüzlerinin anlaşıldığından şüphesi kalmayan Huyey İbn Ahtab:

– Ebu’l-Kâsım acele etti; hâlbuki biz, O’nun dileğini yerine getirmek ve O’nu aramızda misafir etmek istiyorduk, diyerek vaziyeti kurtarmaya çalışıyordu. Ancak, olan olmuştu. Kinâne İbn Suveyrâ ileri atıldı ve onlara:

– Muhammed’in buradan niye kalkıp da gittiğini biliyor musunuz, diye sordu.

– Hayır, vallahi de bilmiyoruz; peki senin bildiğin bir şey var mı, diyorlardı. Önce:

– Elbette, dedi. Ardından da:

– ‘Tevrat’a yemin olsun ki ben, bunun sebebini kesinlikle biliyorum; Muhammed’in buradan ayrılıp gitmesinin sebebi, sizin O’nun için hazırladığınız tuzağın kendisine haber verilmesidir. Kendi kendinizi aldatmayın; Allah’a yemin olsun ki O, şüphesiz Allah’ın Resûlü’dür. Zaten buradan ayrılışının sebebi de, O’nun için yapmayı planladığınız ihanetin haberini alışıdır. Şüphe yok ki O, peygamberlerin sonuncusudur. Sizler O’nu, Hârûn neslinden bekliyordunuz ama Allah (celle celâluhû) O’nu kendi dilediği yere nasip etti. Gerek bizim kitaplarımızın bildirdiğine gerekse değişip bozulmamış Tevrât’ta okuduklarımıza göre O’nun doğum yeri Mekke, hicret edeceği yer ise Yesrib’dir. Özelliklerine gelince, bir harfinin bile tutmaması söz konusu değil, aynen kitabımızda anlatıldığı gibi.

Bunları söyledikten sonra Kinâne, sözü bu hareketleri sonrasında başlarına gelmesi muhtemel işlere getirdi ve şunları söyledi:

– O’nun size teklif edeceği şey, sizin O’nunla savaşmanızdan daha hayırlıdır. Fakat ben sizin, mal, mülk ve yurdunuzu geride bırakarak, çoluk çocuklarınızın feryatları altında buradan ayrılıp gittiğinizi görür gibiyim. Bu, sizin onurunuzdur; gelin şu iki hususta bana itaat edin, zaten üçüncüsünde hiç hayır yoktur.

– Peki, o iki şey nedir?

– Müslüman olup Muhammed’le aynı dine girmek. Bunu yaptığınızda, mal ve ıyalinizi kurtarmış, O’nun ashâbıyla aynı yüceliğe ermiş olursunuz. Hem mallarınız sizde kalmış olur hem de yurtlarınızdan sürülmekten kurtulursunuz.

– Biz, Tevrât’ı bırakıp da Musa’nın ahdine muhalefet edemeyiz.

– O zaman bekleyin; şüphe yok ki O, ‘Ülkemden çıkıp gidin’ diye size haber gönderecektir; bu talebine ‘Evet’ deyin. Çünkü O, sizin mal ve canlarınızı kendisine helal görmez; bu durumda mallarınız kendi elinizde kalır. Onları dilerseniz satarsınız, dilerseniz elinizde tutup istediğiniz gibi tasarrufta bulunursunuz.

– İşte bu olur, diyorlardı. İşin burasında Sellâm yine söze girdi:

– Ben, yaptıklarınızın doğru olmadığını söylemiş ve hoş karşılamadığımı ifade etmiştim; O şimdi bize, ‘Yurdumdan çıkıp gidin’ diye haber gönderecek.

Genele bunları söylerken birdenbire, başlarındaki reise döndü ve ona da şöyle seslendi:

– Ey Huyey! Sakın sen, O’nun bu sözüne herhangi bir karşılık verme! Ne diyorsa onu yap ve ülkesinden çık!

Çaresiz Huyey, büyük bir bitkinlik içinde:

– Peki, diyordu. Peki, karşılık vermez ve çıkmayı kabul ederim.

Onların yanından ayrılıp da Efendimiz’i aramaya koyulan dokuz sahabe, yolda Medine’den gelmekte olan birisiyle karşılaşacak ve ona Resûlullah’ı görüp görmediğini soracaktı. Adam da, Allah Resûlü’nü Medine’nin bir mahallesinde gördüğünü söyleyince adımlarını hızlandırıp koşar adımlarla verilen adrese doğru ilerleyeceklerdi.

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), önemli bir misyonu eda etmesi için yanına Muhammed İbn Mesleme’yi çağırdığı bir sırada Efendiler Efendisi’ni buldular. Merak ediyorlardı; yanına gelip de:

– Yâ Resûlallah! Niçin kalktığını bile anlayamadık, diye ayrılışının sebebini sorduklarında, Resûlullah’tan şu cevabı alacaklardı:

– Yahudiler, Bana karşı bir suikast planı içinde idiler. Bunu Bana Allah haber verince, Ben de derhal oradan ayrılıp uzaklaştım.2

Mesele şimdi anlaşılmıştı. Demek ki o kadar oyalama, kendilerine arz edilen meselelerin halli için değil de kuracakları komployu hazırlayabilmeleri için zaman kazanmaya matuf bir taktikti.

Resûlullah’ın Elçisi

Derken, Muhammed İbn Mesleme de gelmiş ve Resûlullah’ın kendisine vereceği vazifeyi bekler olmuştu. Yanına çağırıp Benî Nadîr Yahudilerine gitmesini ve onlara:

– Resûlullah beni size yurdumdan çıkıp gidin diye gönderdi, şeklinde tebliğatta bulunmasını istedi. Bunun üzerine Muhammed İbn Mesleme, seri adımlarla Benî Nadîr yurdunun yolunu tuttu.

Gelişini gören Benî Nadîr’in önde gelenleri, kendilerini ilgilendiren bir haberin de geldiğinin farkındalardı ve hemen etrafında bir halka oluşturuverdiler. Önce Muhammed İbn Mesleme başladı söze:

– Beni Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) size bir mektupla birlikte gönderdi. Ancak o mektubu size, şu meclisinizde yaşanan ve hepinizin de bildiği konuyu hatırlatmadan önce verecek değilim.

– Peki, nedir o?

– Musa’ya indirilen Tevrat hakkı için söyleyin; henüz Muhammed’e risalet verilmeden önce de ben buraya gelmiş ve sizin meclisinize katılmıştım. Yanınızda Tevrat vardı ve o gün siz bana:

– Ey İbn Mesleme! Sana yemek verip de karnını doyurmamızı istersen gel de karnını doyuralım; ancak, Yahudi olmayı dilersen, gel de seni Yahudi yapalım, demiştiniz. Ben de:

– Hayır, siz sadece bana yiyecek bir şeyler veriniz; ben Yahudi olmak istemiyorum ve asla da Yahudi olmayacağım, demiştim. Bunun üzerine siz bana, bir kap içinde yiyecek getirmiş ve demiştiniz ki:

– Seni bizim dinimize girmekten alıkoyan sebep, onun Yahudilerin dini olmasından başka bir şey değildir. Sanki, birilerinden duyduğun Haniflik dinini arzu eder gibisin! Ancak Ebû Âmir er-Râhib onun sahibi değildir; onun esas sahibi olan, mütebessim olmakla birlikte gözleri hafif kırmızımtırak savaş sahibidir ki, Yemen taraflarından gelecektir. Deveye binecek, şemle denilen libas giyecek, az bir yemekle yetinecek, kılıcı hep omzunda olacak, hikmetle konuşacak ve sanki o, sizin aranıza gelip sizinle bütünleşecek. Vallahi de O, sizin beldenizde gelip ârâm eyleyecek! Bu da, birilerinin mahrumiyeti, öldürülmesi ve yaptıklarının hesabının sorulması anlamına gelmektedir.

Kendilerine ait bu sözleri nakledince, sözün nereye geleceğini anlamış olmanın tepkisiyle homurdanmaya başladılar:

– Gerçekten de doğru; bunları biz sana söylemiştik; ancak O, bizim bahsini ettiğimiz Nebi değil!

Ancak Muhammed İbn Mesleme, beklediği cevabı almış olmanın huzuru içindeydi. Şimdi ise sıra, Resûlullah’ın mesajını ulaştırmaya gelmişti:

– Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) beni size gönderdi ve ‘Sizler, Benim sizinle yapmış olduğum anlaşmaya sadık kalmayıp, Bana suikast tertip etmek suretiyle onu bozdunuz.” şeklindeki sözlerini size iletmemi söyledi, dedi ve ardından da, Amr İbn Cehhâş’ın, kaya parçasını evin damına nasıl çıkarıp da fırsat kolladığını anlattı onlara. Ağızlarını bıçak açmıyordu. Foyalarının meydana çıkmış olmasının beraberinde getirdiği bir ağırlık vardı üzerlerinde ve birden gerginleşen atmosferde kimseden çıt çıkmaz olmuştu. Fakat iş bununla da sınırlı değildi ve mesajın arkası da vardı. Sessizliği, Efendimiz’e ait mesajı seslendiren Muhammed İbn Mesleme’nin şu cümlesi bozdu:

– Size on gün mühlet veriyorum; bu süre içinde yurdumdan çıkıp gidin! On gün sonrasında buralarda sizden her kim görülürse boynu vurulur!

Kinâne ile Sellâm’ın dedikleri çıkmıştı. Şok üstüne şok yaşıyorlardı:

– Yâ Muhammed, diye seslendiler ve İbn Mesleme’ye, “Bu haberi bize, Evs’ten birisinin getireceğini hiç ummazdık.” diye de serzenişte bulunmaya başladılar. Ancak, serzenişte bulunmaya hiç hakları yoktu; anlaşmayı bozanlar da, Resûlullah’a suikast planı kuranlar da kendileriydi. Muhammed İbn Mesleme’nin kabilesi olan Evs ile ittifak hâlinde olmaları, Resûlullah’a ait bir meseleyi icra etmeye asla mâni olamazdı ve Muhammed İbn Mesleme de onlara:

– Köprünün altından çok sular aktı, şeklinde cevap verdi.3

Efendiler Efendisi’nin mesajını aldıktan sonra başka çıkar yol bulamayan Benî Nadîr, hemen yol hazırlıklarına başlamış, bir taraftan yük develerini getirtip taşıyacakları emtiayı istif ederken diğer yandan da, yüklerini taşıma konusunda kendilerine yardımcı olması muhtemel kimselerden yardım talebinde bulunuyorlardı. Gitmek istemeseler de artık burada duramazlardı. Kendileri etmişlerdi; şimdi de sonucuna kendileri katlanacaklardı.

Abdullah İbn Übeyy İbn Selûl’ün Adamları

Medine’yi terk etme hazırlıkları sürüp giderken bir aralık Benî Nadîr yurduna iki adam çıkageldi. Bunlar, Uhud’dan bu yana münafıklığın başını çeken Abdullah İbn Übeyy İbn Selûl’ün elçileri Süveyd ve Dâ’ıs idi. Abdullah İbn Übeyy İbn Selûl’ün mesajını getirmiş, onun yol hazırlıkları içindeki Benî Nadîr’e şöyle dediğini naklediyorlardı:

– Sakın, mallarınızı ve yurdunuzu bırakıp da buradan çıkmayın; kalenize girin ve burada oturun. Zira benim yanımda, kendi kavmim ve diğer Araplardan müteşekkil iki bin kişilik bir kuvvet var; bunlar da sizinle birlikte kalelerinize girip size dışarıdan bir el ulaşmaması için ölümüne ve son neferine kadar sizi savunurlar. Ayrıca Kurayza da size destek verir; çünkü onlar, asla sizi yalnız bırakmayacaklardır. Ayrıca Gatafan’lı müttefiklerinizin de size destek olacaklarını unutmayın.

Bu arada, Benî Kurayza’ya da haber göndermiş ve onların reisi Ka’b İbn Esed’den de yardım talebinde bulunmuştu. Ancak Ka’b:

– Bizden bir tek kişi bile aramızdaki anlaşmayı ihlâl edip bozamaz, diyerek onun bu teklifini geri çevirmişti.

Onun için bu, üzücü bir durum teşkil etse de Benî Nadîr’in reisi Huyey İbn Ahtab’ın hırsını kullanmaktan vazgeçmeyecekti. Dolayısıyla, Benî Kurayza’dan aldığı üzücü haberi onlarla paylaşmadan Resûlullah aleyhine kışkırtmayı sürdürdü ve gönderdiği haberlerle hep arkalarında olduğunun mesajlarını verip onları ümitlendirdi. Nihâyet Huyey İbn Ahtab, şunu dillendirmeye başladı:

– Ben, Muhammed’e haber göndereceğim. Biz, yurdumuzu ve mallarımızı burada bırakıp da gitmiyoruz; elinden geleni ardına koymasın!

Bu, göz göre göre tükenişi tercih etmenin adıydı ve işin burasında Sellâm İbn Mişkem yine devreye girdi:

– Vallahi de ey Huyey! Şüphe yok ki seni, bâtıl nefsin ümitlendirmiş. Eğer senin bu tercihin uygun bulunmayıp da reddedilmezse ben, beni dinleyen Yahudilerle birlikte senden ayrılacak, seni dinlemeyeceğim. Böyle yapma ey Huyey! Allah’a yemin olsun ki, O’nun Resûlullah olduğunu sen de biliyorsun! Özellikleri, kitaplarımızdaki bilgilerle aynıdır. Sadece biz, “Nübüvvet Hârûn neslinden çıkmadı.” diye inat edip O’na hasetle yaklaşıyor ve gidip de O’na tâbi olmuyoruz. En iyisi sen gel ve O’nun bize verdiği emâna sadık kalıp da yurdundan çıkıp gidelim! Biliyorsun ki sen, O’na kurulan tuzak konusunda da bana muhalefet etmiştin; işte sonuçları ortada! Yarın meyveler olgunlaşınca gelir ve onları toplar veya aramızdan birisini gönderir ve ister onları satıp değerlendirir istersek mallarımız konusunda dilediğimizi yaptırırız. Mal ve mülkümüz elimizde olduktan sonra sanki biz, yurdumuzdan hiç sürülmemiş gibi oluruz. Zaten bizim şerefimiz de, elimizdeki mal ve mülkümüz sebebiyle değil midir! Elimizdeki mallar yok olup gittikten sonra bizim, zillet ve yokluk açısından diğer Yahudilerden ne farkımız kalır ki! Şâyet biz, bugün O’nun teklifini kabullenmeyip de Muhammed üzerimize yürür ve şu kalelerimizde bizi bir gün bile muhasara ederse iş değişir ve o gün biz O’na, daha önceki teklifini kabul ettiğimizi bildirsek bile O bunu kabul etmez, geç kalmış bu öneriyi reddeder.

Onun bu kadar samimi ve içten uyarılarına karşılık Huyey, şu tepkiyi verdi:

– Muhammed, fırsat bulup da bizi asla kuşatamayacak; kuşatsa da eli boş dönmek zorunda kalacak! Abdullah İbn Übeyy İbn Selûl’ün bana vadettiklerini görmüyor musun?

Hırs, gözünü iyice bürümüş görünüyordu. Burnunun dikine giden bir hâli vardı. Ancak yine de yanlışları ortaya konulmalı ve sonucu belli olan yolda çoluk çocuğu sıkıntıya sokacak bir karar alınmasına engel olunmalıydı. Onun için Sellâm devam etti:

– İbn Übeyy’in sözünün ne önemi var ki! İbn Übeyy’in bütün isteği, seni Muhammed’le karşı karşıya getirip de tehlikeye atmak. Hiç şüphen olmasın ki, bu durumda gidip evinde oturacak ve asla sana yardım da etmeyecek! Senden istediklerini Ka’b İbn Esed’den de talep etmiş ama o, “Ben sağ olduğum sürece Benî Kuray­za’dan bir tek kişi bile aramızdaki anlaşmayı ihlâl edemez.” diye onu reddetmiş. Hem İbn Übeyy, daha önce müttefiki olan Benî Kaynukâ’ya da benzeri vaadlerde bulunmamış mıydı ki onlar da gidip O’nunla aralarındaki anlaşmayı bozup savaştılar! Peki sonra? Kalelerine girip kendilerini koruma altına aldılar ve ardından da İbn Übeyy’in yardımını beklemeye başladılar! Hâlbuki o, evinde oturuyordu! Çok geçmeden Muhammed geldi ve onları kuşatıverdi! Tâ ki, O’nun hükmüne boyun eğip teslime mecbur oldular. Anlayacağın, İbn Übeyy asla müttefiklerine yardım etmez. Daha önce de biz, bu olağanüstü durum nihâyet buluncaya kadar bütün savaşlarında Evslilerle birlikte olup hep ona karşı mücadele veriyorduk. Ne zaman ki Muhammed geldi ve aralarına girdi, bu durumdan biz de ancak o zaman kurtulabildik. İbn Übeyy’e gelince o, ne Yahudi milletinden, ne Muhammed’in dininden, ne de kendi kavminin inançlarından bir anlayışa sahiptir. Peki, biz ona nasıl güvenebileceğiz ki?

Huyey’in fikri sabitti ve Sellâm’ın ifadeleri onun üzerinde herhangi bir tesir bırakmamıştı. Şöyle mukabelede bulundu:

– Benim nefsim, sadece Muhammed’le savaşıp O’nunla vuruşmayı talep ediyor!

Buna mukabil Sellâm, son bir kez daha ileri atılıp olacakları hatırlatmakla yetindi:

– O zaman vallahi de sonuç, yurdumuzdan sürülme şeklinde tecelli edecek; sonunda da mal ve şerefimiz elimizden gidecek ve savaşçılarımız ölüp giderken çoluk çocuğumuz da esir olacak!

Huyey İbn Ahtab, bütün ısrarlara rağmen savaştan başka bir seçeneğe kapalı durunca, yanlarında bulunan ve mecnun olarak bilinen Sâmûk İbn Ebi’l-Hukayk ileri atılarak şunları söyledi:

– Ey Huyey! Sen ne uğursuz bir adamsın! Neredeyse Benî Nadîr’i helâk edeceksin.

– Şu mecnuna varıncaya kadar bütün Benî Nadîr, benimle konuşup itiraz etmekte anlaştılar mı, diye sinirli bir şekilde tepki verdi Huyey İbn Ahtab. Ortam, hiç olmadığı kadar gerilmişti. Bunun üzerine Sâmûk’un kardeşleri onu dövmeye başladılar. Bir taraftan da, Huyey’e dönüp:

– Bizim hepimiz de Senin sözünden çıkmaz ve asla sana muhalefet etmeyiz, diyorlardı.

Bütün bunlardan sonra Huyey, kardeşi Cüdeyy İbn Ahtab’ı yanına çağırıp Efendimiz’e gitmesini ve O’na:

– Biz, yurdumuzu ve mallarımızı bırakıp da bir yere gitmiyoruz; elinden geleni ardına koyma, diye bildirmesini söyledi. Ayrıca kardeşine, Abdullah İbn Übeyy’e de gitmesini ve sonuçtan onu da haberdar ederek vadettiği desteğini bir an önce göndermesini istedi.

Cüdeyy gelip de Huyey’in mesajını ulaştırınca, ashâbı arasında oturmakta olan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) yüksek sesle tekbir getirmeye başladı. O’nun tekbirini duyan diğer Müslümanlar da tekbir getiriyorlardı. Ardından:

– Yahudiler savaşı tercih etti; harp ilan etmişler, buyurdu. Anlaşılmıştı; günlerdir bir karara bağlanması için beklenilen meselede Yahudiler, zor olanı tercih etmiş ve sonlarını kendi elleriyle hazırlamışlardı.

Resûlullah’a ağabeyi Huyey’in mesajını ulaştırır ulaştırmaz Cüdeyy, soluğu Abdullah İbn Übeyy’in yanında almıştı. Münafıkların reisi, bir grup dostuyla birlikte evde oturuyordu. Tam içeri girip konuşmaya başlamıştı ki, sokakta yükselen bir münadinin sesiyle irkildi; Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbını Benî Nadîr’e karşı savaşa çağırıyordu.

Daha söze başlayıp maksadını ifade etmeye yeni başlamıştı ki, İbn Übeyy’in kapısının şiddetle açıldığı ve içeriye onun oğlu Abdullah’ın koşarak girdiği görüldü. Resûlullah’ın münadisini duyar duymaz oğul Abdullah, bir çırpıda gelmişti ve zırhıyla kılıcını kaptığı gibi davet edildiği yere doğru koşturuyordu.

Münafıkların başını çeken bir evde bile, Resûlullah’ın emrine bu kadar sadık birisinin varlığı Cüdeyy’i ciddi ciddi endişelendirmişti. Babası bir kenarda oturuyor ve oğlunun bu çıkışına ‘dur’ bile diyemiyordu! Aslında bu, İbn Übeyy’den fayda gelmeyeceğinin müşahhas bir göstergesiydi. Gözü iyice korkmuş olarak hızlı adımlarla yeniden Benî Nadîr yurduna yöneldi.

Onun heyecanla gelişini görünce Huyey’i de heyecan basmıştı ve hemen sordu:

– Ne oldu? Ne haberler getirdin?

– Haberler kötü, diye mukabelede bulundu Cüdeyy. Ardından da:

– Gönderdiğin mesajı iletir iletmez Muhammed, tekbir getirdi ve ardından da, “Yahudiler savaş ilan etmişler.” diye seslenmeye başladı. Ardından hemen İbn Übeyy’e gittim ve durumu ona da haber verdim; ancak bu sırada, Benî Nadîr’e karşı savaşmaya davet için seslenen Muhammed’in münadisinin sesi duyulmaya başlamıştı bile.

– Peki, İbn Übeyy’in cevabı ne oldu, diye merakla sordu Huyey.

– Ondan bir hayır geleceğini sanmıyorum, dedi kardeş Cüdeyy. Tavırlarıyla, sözünde durmayacağını ifade etmişti zira. Bir de İbn Übeyy’in:

– Ben, Gatafânlı dostlarıma haber salayım ki gelip sizinle birlikte kalelerinize girsin ve size yardımcı olsunlar, dediğini anlattı ona.

Mesele açıklığa kavuşmuştu; yine Sellâm haklı çıkmıştı. Yıllar geçse de karekter değişmiyordu ve İbn Übeyy de, yine kendi karekterinin gereğini sergilemiş, ümit verdiği insanları yine kendi hâllerine bırakıvermişti.

Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ isimli kitabından alınmıştır.


Dipnot:

  1. Bunlar, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Talha, Hz. Zübeyr, Hz. Sa’d İbn Muâz, Hz. Üseyd İbn Hudayr ve Sa’d İbn Ubâde idi. Bkz. Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 4/318
  2. Bkz. Mâide, 5/11
  3. Bkz. Taberî, Tarih, 2/84; Vâkıdî, Meğâzî, 1/367 Kelime karşılığı olarak, ‘Artık kalpler değişti’ manasına gelen ifadeyi biz, maksadı anlatmaya daha uygun olduğu için, “Köprünün altından çok sular aktı” şeklinde vermeyi daha uygun bulduk.
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.