Risâlet Öncesinde Hicaz ve Dünyanın Genel Durumu

1.192

O gün yeryüzü, Bizans ve Fars olmak üzere iki kutuplu bir dünyadan ibaretti. Bunlardan Bizans, ağırlıklı olarak Hristiyan, Fars ise ateşperest bir inanışa sahipti. Zaman zaman bu iki ülke arasında savaşlar, ardı arkası kesilmeyen mücadeleler sürüp giderdi.

Bu iki devletin arkasından kendini hissettiren diğer iki devlet ise, Yunan ve Hind olarak biliniyordu.

Fars imparatorluğu, içten içe çalkantılarla mefluçtu. İmparatorluk içindeki gruplar arasında derin ayrılıklar yaşanıyor ve her bir grubun içinde de, ayrı bir ahlakî çöküntü kendini hissettiriyordu. Zerdüşt ve Mezdekiyye olarak şekillenen iç yapıda devlet idaresi, ağırlıklı olarak Zerdüştlerin etkisi altındaydı. Bu iki devletin idari mânâda, konumlarında farklılık göze çarpsa da ahlakî çöküntü açısından aralarında pek fark görünmüyordu; kadını hor ve hakir görüyorlar; hatta bazıları onu, hava, su veya güneş gibi herkesin istifade etmesi gereken ortak bir emtia olarak telakki ediyordu. Bilhassa Mezdekiyye inanışında hâkim olan bu yaklaşım, özel mülkiyet açısından da farklı değildi; onlara göre özel hayat ve mahremiyetin hiçbir önemi yoktu.1

O gün, Rûmân olarak adlandırılan Bizans’a gelince onlar,tamamen güç ve kuvvetin yönlendirmesiyle hareket ediyor ve önlerine gelen beldeyi, istedikleri zaman istila ederek beldeye el koyuyorlardı. Hâkim inanış Hristiyanlık olsa da, bu din mensupları arasında da belli başlı kavgalar görülüyor, bilhassa mezhep kavgalarının yaşandığı bünye, derin fikir ayrılıklarına sahne oluyordu.

Yunanlılarda ise, felsefenin etkisiyle, kaba kuvvet yerine daha ziyade fikrî tartışmalar kendini gösteriyor, toplumla bilginler arasında büyük bir uçurum yaşanıyordu. Genellikle meclisler, pratikte bir fayda sağlamayan uzun tartışmalara sahne olur ve her bir ekol, ateşîn çıkışlarla kendi görüşünü savunmaya çalışırdı.

Hind’e gelince, tarihçilerin de ittifak ettiği gibi, onlarda da külli bir çöküş yaşanıyordu; dini hayat adına bir emare kalmamış, ahlak sükût içinde ve sosyal hayat da bunalımların pençesinde can çekişiyordu.2

Kısaca genel durum, karanlığın en koyu tonunun yaşandığı bir dönemi gösteriyordu. Bazıları itibariyle eldeki imkânlar, her ne kadar görünüşte iyi ve güzel olsa da, onu değerlendirecek beyin ve kalpten mahrum olan fertler için bu, bir şey ifade etmiyordu. Hatta denilebilir ki bu değerler, onların daha çok kötülük yapmasını netice veriyor ve bir türlü iyilik düşüncesini geliştirmeyi akıl edemiyorlardı.

Hicaz bölgesi de bu çöküşten nasibini almıştı; tamamen gücün egemen olduğu bir sosyal yapı kendini gösteriyordu. İnsanlar, ellerindeki imkân ve arkalarındaki destekçilerine göre değerlendiriliyor; kimsesizlerin yüzüne bile bakılmıyordu. Hak ve hukuk, yerini tamamen kaba kuvvete bırakmış ve güçlü olanlar ne derse, uygulama o istikamette cereyan ediyordu.

Toplum, kendi içinde sınıflara ayrılmıştı ve bu sınıflar arasında ancak, bir hizmet ilişkisi söz konusu olabiliyordu. Kölelere yapılan muamele ise yürek yakan cinstendi.

Hz. Âdem’den bu yana her peygamberin uğrak yeri olan Kâbe, putlarla doldurulmuş; Allah’a en yakın olunması gereken bu beldede, insanı Allah’tan uzaklaştırmak için adeta her şey yapılmıştı. Hz. İbrahim’den bu yana,yerine getirilmeye çalışılan hac ibadetinin şekli değişmiş ve insanlar, çıplak bir şekilde ve ellerini çırpıp alkış tutarak Kâbe’yi tavaf eder hâle gelmişlerdi. Onlara göre, içinde günah işledikleri elbise ile Kâbe’ye gelinmezdi. Bunun için, günahsız elbise ise karaborsaya düşmüş; onu alamayan insanlar için, çözüm olarak çıplak tavaf bir alternatif olmuştu.3

Kadın, horlanan bir metâ haline gelmişti. Bunlardan birisi için kız çocuğunun olması, hayat boyu üzerinde taşıyacağı bir âr olarak telakki edilir, bu âr ile yaşamayı kaldıramayanlar, kız çocuklarının hayatına son vermeyi tercih ederlerdi.4 Hatta, öfke ve kinlerine hâkim olamayan bazı insanlar işi, kız çocuklarını toprağa gömecek kadar ileri götürür ve bununla da iftihar ederlerdi.

Evlilik müessesesi, büyük oranda tahrip edilmiş, sefahete kapılar sonuna kadar açılmıştı. Fuhşun açıktan irtikap edildiği yerlerde bayraklar asılır ve böylelikle, insanlar buralara açıktan davet edilirdi. Soylu insanlardan çocuk sahibi olmak önemli bir değerdi ve bunun için bazı insanlar, hanımlarını soylu kabul ettikleri kişilere gönderir ve onlardan çocuk sahibi olmak isterlerdi. Birçok erkekle birlikte olan kadınlar hamile kaldıklarında, çocuğun babasını sadece kendileri belirlerdi. Doğurdukları çocuğun kime ait olduğunu söylerlerse bu, bir esas olarak kabul edilir ve itirazsız kabullenilmek zorunda kalınırdı.5

Bilhassa, kadın çok istismar edildiği için insanlar, çözüm olarak kendi çocuklarını daha erken yaşlarda evlendirmeye gayret gösterirler ve böylelikle sorumluluğu, damatlara yükleyerek işin içinden çıkmaya çalışırlardı. Kısaca dünya, Efendiler Efendisi’ne susamış, Allah tarafından yeniden hidayete aç hale gelmişti. Ve, karanlığın iyice koyulaştığı bu demlerde, artık zaman yaklaşmıştı. Her yönüyle dünya, O’nun gelişine hazırlanıyor, gözler ufukta, şafak gözleniyordu.

Dipnot:

  1. Bkz. Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, 2/86, 87; Bûtî,Fıkhu’s-Sîre, 44, 45
  2. Ebû’l-Hasenen-Nedvî, Mâzâ Hasira’l-Âlem Binhitâti’l-Müslimîn, 28
  3. “Ey Âdem’in evlatları! Her namaz vaktinde mescide giderken, süsünüz olan elbisenizi giyinin. Yiyin, için fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri asla sevmez.” (A’raf, 7/31) Edep yerlerini örtmek (setr-i avret) her zaman olduğu gibi, özellikle namaz, tavaf gibi ibadetlerde farzdır. Fakat israf etmemek şartı ile, her Müslüman’ın ibadet esnasında en güzel ve temiz elbisesini giymesi sünnettir. Cemaat ile olsun, camide oturuşta olsun edep, vakar,ağırbaşlılık da bu zinet ve güzel sûret cümlesindendir. Nitekim önceki ayetlerde geçen “yüzleri kıbleye döndürme” emrinde de bu intizama işaret vardır.Aynı zamanda, ayetin işaretinden şu da anlaşılır ki cami ve civarları, bir İslâm şehrinin teşkilatında, güzellik bakımından, en güzel ve merkezî noktalarda yer almalıdır. Bununla beraber mescidlerin asıl süsü, oraların ibadetle mamûr edilip şenlendirilmesi ve ibadet eden müminlerin hal ve davranışlarıdır.
  4. İlgili bir ayette konu şu ifadelerle anlatılmaktadır: “Onlardan birine bir kızının dünyaya geldiği müjdelenince, öfkesinden ve üzüntüsünden, yüzü mosmor kesilir. Müjdelendiği bu kötü haberin etkisiyle utanıp eşinden dostundan saklanmaya çalışır. Şimdi ne yapsın! Hor,hakir, itilip kakılan bir bela olarak hayatta mı bıraksın, yoksa toprağa mı gömsün, ne yapsın, diye kara kara düşünür! Dikkat ediniz, ne fena hükümlerdi verdikleri bu hükümler!” (Nahl, 16/ 58-59)
  5. Buhâri, Sahîh, 5: 1970 (4834)
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.