Korunup Kollanmada İlahî Yönlendirme

419

Ebû Tâlib, yeğeni konusunda artık daha duyarlıydı. Bugüne kadar dinlediklerinin yanında bir de Bahîra’nın anlattıklarını düşündükçe, O’nun üzerine ayrı bir hassasiyetle titriyor ve başına bir şey geleceğinin korkusuyla yatıp kalkıyordu.

Zaten yeğeni Muhammed de, gelişip boy atmış, endamıyla dikkat çeker olmuştu. Üstüne üstlük bir de, bugüne kadar insanların genel alışkanlıkları konusunda farklı düşünüyor ve toplumda uygulanagelen her hareketi, mutlaka kendi kriterlerine göre değerlendirip bir sonuca gidiyordu. Bunun için, putlarla arası hiç iyi değildi. Akranlarında olduğu gibi O’nda, kötü alışkanlıklara karşı meyil bir tarafa; onlardan olabildiğince bir uzaklaşma hakimdi. Kısaca, başkalarının pişirerek önüne koyduğu hayat tarzı yerine, tamamen kendine has bir hayat felsefesi vardı. Çünkü O, insanlığın kurtuluşu adına ilk baştan beri süzülerek seçilmişti ve her haliyle bu seçilmişliği temsil ediyordu.

Buvâne denilen yerde Kureyş’in ihtiram gösterdiği büyük bir put vardı ve senenin belli günlerinde buraya gelerek ona kurban keser, etrafında halkalanarak dilekte bulunurlardı. Bir sene yarım; diğer sene de tam günlerini yanında geçirdikleri bu putun yanında saçlarını tıraş ettirerek huzurunda uzun uzadıya temenna dururlardı.

Yine böyle bir zaman diliminde Ebû Tâlib, yanından ayırmak istemediği yeğeni Muhammed’i de alarak Buvâne’nin yanına götürmek istedi. Yanına gelip durumu anlattığında aldığı ilk tepki olumsuzdu. Nasıl gidebilirdi ki?.. O, bütün bunları ortadan kaldırmak için seçilen bir insandı. Sadece, henüz risalet vazifesi tebliğ edilmemişti, o gün de, bu risalet vazifesini eda ederken takınacağı tavrın dışına çıkmayacak ve geleneğin akıl kabul etmez anlayışlarına ‘evet’ demeyecekti.

Yeğeninden beklemediği bir tepki alan Ebû Tâlib, önce kızdı. Bu duruma sinirlenip tepki gösteren, sadece Ebû Tâlib de değildi. Efendimizin halaları da devreye girmiş:

– Yâ Muhammed! Kavminin bayram gününde onlarla birlikte olmayı reddetmekle sen ne yapmak istiyorsun? Şüphesiz bizler, ilahlarımızdan bu kadar uzaklaşmandan ve onlara yaptıklarından dolayı başına bir şeyler geleceğinden korkuyoruz, diyor ve yeğenlerini itap ediyorlardı.

Evet, onlar büyükleriydi; saygıda kusur etmemek gerekiyordu. Ancak, tekliflerinin de elle tutulur bir yanı yoktu. Hele bu kadar üstüne gelmelerini ve yanlışlarında bu kadar ısrarcı olmalarını anlamanın imkânı yoktu. O kadar ki, Habîb-i Zîşân Efendimiz, konuşulanlardan bunalmış ve meclisi terk etmek zorunda kalmıştı. Evden çıkarak bir müddet yalnız kalmayı tercih etmiş, şirk dolu böyle bir atmosferden uzaklaşarak kendini dinlemek istemişti.

Bir müddet sonra İnsanlığın Emîni, büyük bir telaş ve korkuyla geri döndü. O’nun gelişini gören halaları da korkuya kapılmış:

– Senin başına bir şey mi geldi? Ne o, neden korktun, diye teskin etmeye çalışıyorlardı.

– Başıma bir şeylerin gelmesinden korkuyorum, diye cevapladı Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem).

– Allah (celle celâluhû), seni şeytanla imtihan edecek değildir. Gördüğüm kadarıyla sende hep hayır meziyetleri var, diye de teyit etti aralarından biri. Bütün bunlara son noktayı koymaya, onların muttali olmadıkları; ama kendisinin sürekli muhatap olduğu farklılığı anlatmaya gelmişti sıra ve Efendiler Efendisi şunları paylaştı onlarla:

– Sizin putlarınızın yanına her yaklaştığımda karşıma, uzun boylu ve beyaz elbiseli bir adam çıkıyor ve:

– Sakın ona yaklaşma ve olduğun yerde kal ey Muhammed, diye sesleniyor.

Bu konuşma, konuyla ilgili son konuşmaydı ve bir daha da böyle bir konu hiç gündeme gelmeyecekti.1

Daha dünyaya gelmeden önce babasını, altı yaşında annesini ve nihayet sekiz yaşındayken de dedesini kaybeden İnsanlığın Emini, belli ki beşer takatinin üstünde bir terbiye ile büyüyor ve her şeyiyle beraber bizzat Âlemlerin Rabbi tarafından yönlendiriliyordu. Yıllar sonra bu hakikati ifade sadedinde Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) şunları söyleyecekti:

– Beni, bizzat Rabbim terbiye etti; o ne güzel bir terbiyedir!2

Henüz kendisine risalet vazifesi verilmemiş olsa da O (sallallahu aleyhi ve sellem), açıkça bir koruma altında hayatını sürdürüyor ve nezih bir hayat sürüyordu. Nerede hayır adına bir hareket varsa oraya gidiyor ve işin bir tarafından da O tutuyordu. Uzun uzadıya tefekküre dalıyor ve kulağını tırmalayıp gözünü rahatsız eden manzaralardan kurtulma adına derin derin düşünüyordu. İçki benzeri bütün kötülüklerden uzak duruyor, putlar adına kesilen hayvanlara el sürmüyordu. Her şey Hakk’ı anlatırken, insanların elleriyle yapageldikleri putlar karşısında temenna durmalarından ciddi rahatsızlık duyuyor; yanında Lât ve Uzzâ adına yemin edildiğinde bu rahatsızlığını açıktan belli ediyordu.

Her yönüyle, ilahî bir koruma altındaydı. Mekke dışında koyun güttüğü günlerden birinde, yanındaki arkadaşına rica etmiş ve şehre inmek istemişti. Arkadaşı da bunu kabul etmiş ve geri dönünceye kadar koyunlarına bakacağını söylemişti. Daha Mekke’ye girerken, bir sesin yankılandığını duymuştu. Bu bir düğün ilanıydı. Oracıkta oturup gelişmeleri takip etmek istemişti ki, kulağının üstünde büyük bir darbe hissediverdi; oracıkta bayılıp kalmıştı. Aradan bir hayli zaman geçmiş ve ancak güneşin kızgın ışıklarıyla kendine gelip ayağa kalkabilmişti. Çaresiz kalktı ve koyunlarını emanet ettiği arkadaşının yanına geri döndü.3

Kâbe’nin tamiri sırasında amcası Abbas ile birlikte Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de taş taşıyordu. Genelde omuza alınarak taşınan bu taşlar, Efendimiz’in omzunu tahriş edip acı vermeye başlamıştı. Durumu görüp de kendisine çözüm tavsiye eden amcası Abbas’ın:

– İzarının bir parçasını omzuna koy ki, taşın vereceği eziyetten seni korusun, demesi üzerine Muhammedü’l-Emîn de, bunu yapmak istemişti. Daha elini izarına uzatır uzatmaz, gözleri kaymaya başlamış ve olduğu yere yığılıvermişti. Ayılıp kendine geldiğinde, heyecanla:

– İzarım! İzarım, diye yüksek sesle haykırıyor ve üzerindeki elbisesini sımsıkı tutuyordu. Ne bundan önce ne de sonra, bedeninin yasak olan bölgelerini kimseye açıp gösterecekti.4

Nasıl olmasın ki O (sallallahu aleyhi ve sellem), ismet sıfatlarıyla mücehhez enbiya ve mürselînin en son halkasıydı. Her bir nebi, O’nun gelişini müjdelemiş ve geleceği gün için insanları hazırlamaya çalışmıştı. Kevn ü mekan ilk hareketi O’nunla aldığı gibi, varlık ağacının münteha meyvesi de O idi. O’nun davası, sadece belli bir bölgeye ve sayılı insanlara da has değildi; kıyamete kadar gelecek bütün insanlar için rehber-i ekmeldi O (sallallahu aleyhi ve sellem). Öyleyse O, sadece risaletle görevli olduğu zamanlarda değil, bu görevle serfiraz kılınmadan önce de kötülüklerden korunmalı ve hayır ve yümünden başka bir şeyle asla tanışmamalıydı. Vak’alar da bunu gösteriyordu.


Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ isimli kitabından alınmıştır.

Dipnot:

  1. Bkz. İbn Sa’d, Tabakât, 1/158; Halebî, Sîre, 1/164
  2. Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 1/91
  3. Süheylî, Ravdü’l-Ünf, 1/81
  4. Buhâri, Sahîh, 1/143 (357); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/310 (14371); İbn Seyyidinnâs, Uyûnu’l-Eser, 1/105
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.