Fetih Ordusunun Medine’den Hareketi ve Ebû Süfyan’ın Gelişi
Medine’den Hareket
Hicretin üzerinden sekiz yıl geçmişti ve nebevî davetle birlikte mü’minler akın akın Medine’ye dolmaya başlamıştı. O güne kadar Müslüman olmuş herkes, bu nebevî davete icabet etmiş, Allah Resûlü’nün davetini alır almaz silahını alıp Medine’ye koşmaya başlamıştı.
Bir çarşamba günüydü; Ramazan ayının onuncu günüydü. Tabii olarak herkes oruç tutuyordu. Resûlullah, önce cemaatine dönüp:
– Dileyen orucuna devam etsin; isteyen de orucunu bozsun, diye seslendi. Kendileri ise, orucunu bozmayıp devam edenlerdendi.
Bu arada Zübeyr İbn Avvâm başkanlığında iki yüz kişilik bir süvari birliğini öncü kuvvet olarak gönderecekti. Ardından da ashâbıyla birlikte ikindi namazını kıldıktan sonra hareket emrini verip kendisi de yola koyuldu. Etrafında, O’nunla birlikte sel olup Mekke’ye akın eden Ensâr, Muhâcir ve diğer kabilelerden oluşan tam on bin kişilik bir ordu vardı.1 Yol uzun olduğu için atları yedeklerine almış ve develerine binerek yol alıyorlardı. Hiç dinlenmeden Sulsul denilen yere kadar geldiler ve orada karşılaştıkları bir bulutu işaret ederek Efendiler Efendisi:
– Ben şu bulutun, Benî Ka’b zaferini müjdelediğini görmekteyim, buyurdu. Havalar oldukça sıcaktı ve Arc’a geldiklerinde Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bir miktar serinleyebilmek için başından su döküp yüzünü yıkadı. Aynı zamanda bu güzergâh, hicret esnasında tercih ettiği yoldu. Sonra da Talûb istikametinde ilerlemeye başladı. Yolculuk devam ederken Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbından yüz atlıyı ayırarak onları daha önden gitmeleri için görevlendirdi. Çok geçmeden bu atlılar, Hevâzinlilerden bir casusla karşılaşacak ve şahsı yakalayıp Allah Resûlü’ne geri getireceklerdi. Adamı sorgulayan Efendiler Efendisi, Hevâzinlilerin kendisine karşı asker toplamaya devam ettiklerinin haberini alınca:
– Allah bize yeter; O, ne güzel vekildir, buyurdu ve yanına Hâlid İbn Velîd’i çağırarak, gidip de haberlerini başkalarına uçurmaması için bu casusu yakın takibine almasını emretti.
Bu sırada az ileride yavrularını emziren bir köpek dikkatini çekmişti; etrafına topladığı yavrularını emziriyor ve üzerine gelen insanlardan duyduğu endişeyi de dişlerini gösterip hırlayarak gösteriyordu. Anne şefkatine nebevî şefkat mukabelede bulunacaktı ve önce, ashâbdan Cemîl İbn Sürâka’yı yanına çağırdı. Herkes geçip gidinceye kadar yavrularını emziren bu köpeğin başında beklemesini ve hem annenin hem de yavrularının herhangi bir zarar görmemesi için de insanları ondan uzaklaştırmasını emrediyordu!
Yolda ilerlerken hâlâ gelip de orduya katılmalar devam ediyordu. Bu sırada gelip de Müslüman olanlar vardı. İşin garip tarafı, ashâbın büyük çoğunluğu, hâlâ kiminle savaşa gittiklerini bilmiyorlardı. Önlerinde üç alternatif duruyordu: Kureyş, Hevâzin ve Sakîf. Önde gözüken Ka’b İbn Mâlik gibi önemli sahabîler bile gelip Allah Resûlü’nden gidilen istikameti öğrenmek için gayret gösterecek ve yarın, bu üç alternatiften hangisiyle yaka paça olacaklarını öğrenmek isteyeceklerdi.
Kudeyd’e geldiklerinde Süleym ile karşılaştılar. Buraya gelince Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), sancak ve bayrakları çıkarttırarak kabileler arasında onları dağıttırdı. Her kabile kendi sancak ve bayraklarının altında organize olmuştu ve savaşa da bu nizam içinde gireceklerdi. O kadar ki orduda, otuzun üzerinde bayrak vardı!
Cuhfe’ye geldiklerinde kendilerini bir sürpriz bekliyordu. Efendimiz’in amcası Hz. Abbâs, yükünü omuzuna vurmuş Medine’ye geliyordu. Allah Resûlü’nün yüzünde yine tebessümler belirmişti; önce Hz. Abbâs’ın yükünü Medine’ye gönderdi ve ona:
– Benim nübüvvetim, nasıl peygamberliğin sonuncusuysa, senin hicretin de ey amcacığım, hicretin sonuncusudur, diyerek iltifat etti. Bu iltifat aynı zamanda, Mekke’nin Müslümanlaşacağını ve bundan sonra da hicret kapısının kapanacağını ifade ediyordu.
Mekke yakınlarındaki Merrü’z-Zehrân denilen vadiye geldiklerinde hava kararmış, yatsı vakti olmuştu ve orduya istirahat emri verildi. Ancak burada Resûlullah’ın bir emri daha vardı; her bir mü’min gidecek ve topladığı çalı çırpıyı bir araya getirerek bulunduğu yerde bir ateş yakacaktı! Nöbetçilerin başında, yine Hz. Ömer vardı.
Bu sırada ashâbdan bazıları, erâk adı verilen misvak ağacının meyvelerinden toplamaya başlamıştı. Onları bu hâlde gören Resûl-ü Kibriyâ Hazretleri:
– Size onların, kararmış olanlarını tavsiye ederim; çünkü en tatlı olanları, kararmış olanlarıdır, diyecekti. Bunun üzerine ashâb:
– Yâ Resûlallah, diyorlardı. “Bu yemişin iyisiyle kötüsünü ancak çobanlar bilir; siz de hiç koyun güttünüz mü?”
– Evet, dedi Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem). “Her peygamber mutlaka koyun gütmüştür; Ben de Ecyâd’da ev halkımın koyunlarını otlatırdım!”
Ebû Süfyân’ın Gelişi
Olup bitenlerden Kureyş’in hâlâ haberi yoktu; yaptıklarının kendilerinden hesabının sorulacağını tahmin ediyorlardı ama bunun nasıl ve ne zaman olacağı konusunda herhangi bir fikre sahip değillerdi. Bu sebeple uzun zamandır Medine’den haber alamıyor olmaları, onları iyice tedirgin ediyordu. Nihâyet etraftan haberler toplamak üzere Ebû Süfyân’la birlikte Hakîm İbn Hizâm’ı Medine istikametine gönderme kararı aldılar:
– Şâyet Muhammed’le karşılaşırsan, bizim adımıza O’ndan emân al, diyorlardı. İki arkadaş yola çıkınca ilk olarak yine Büdeyl İbn Verkâ ile karşılaşacaklardı. Onun da kendileriyle birlikte gelmesini istiyorlardı. Nihâyet üçü yola düşüp Medine istikametinde ilerlemeye başladılar. Gecenin karanlığında Merrü’z-Zehrân’da bulunan Erâk mevkiine geldiklerinde büyük bir şok yaşayacaklardı; zira karşılarında deniz gibi bir ordu, çadırlar ve bu çadırların önünde dumanı yükselen ateşler duruyordu! Bilhassa at kişnemeleriyle deve böğürmelerini duyduklarında büyük bir korkuya kapıldılar; artık yolun sonuna gelmişlerdi!
Beri tarafta ise Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), yine ashâbından bazılarını yanına çağırmış ve şu anda Erâk bölgesinde olduğunu haber verdiği Ebû Süfyân’ı yakalayıp huzuruna getirmelerini emretmişti. Arkalarından kendilerine yaklaştıklarında Ebû Süfyân ve iki yoldaşı, karşılarında duran dehşetli manzarayı seyredip yorum yapmakla meşguldüler.
Hiç beklemedikleri bir anda kuşatılıverdiler ve nöbetçilerin başındaki Hz. Ömer’in yanına getirildiler. Hz. Ömer sevincinden Efendimiz’in yanına koşturuyordu. Onun bu hâlini gören Hz. Abbâs da yola düşmüş, Hz. Ömer’den önce huzura ulaşabilmek için son sürat yol alıyordu. Maksadı, Hz. Ömer’in işi kolaydan hâlletme taleplerine karşılık Mekke’de yaşadığı yıllardan bu yana yakın arkadaşı olan Ebû Süfyân’a emân vermek ve onun da iman etmesi için yolları yürünür hâle getirmekti. Sonuç da öyle olacaktı; Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashâbın gücünü, imamlarına karşı ortaya koydukları itaatteki hassasiyeti ve ibadet ü taatte gösterdikleri temsili görünce Ebû Süfyân’da beklenen değişim başlayacak ve o ândan itibaren bambaşka bir Ebû Süfyân olacaktı. Zira onun için bütün yollar çıkmaza dayanmıştı; başka bir çaresi kalmamıştı ve Mekke’nin dirâyetli reisi Ebû Süfyân, artık yeni bir döneme adım atıyordu. Uzun muhavereler sonunda titreyen dudaklarından şu kelimeler dökülecekti:
– Ben şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur ve yine ben şehadet ederim ki Muhammed de Allah’ın resûlüdür!
Bu sırada onunla birlikte yola çıkan Hakîm İbn Hizâm da Müslüman olmuş, hep birlikte Resûlullah’tan, insanlara güvence vermesini talep ediyorlardı. Hz. Abbâs gibi bir feraset yine devreye girecek ve Ebû Süfyân gibi bir lidere yapılabilecek özel bir iltifatın öneminden bahsedecekti. Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem):
– Ebû Süfyân’ın evine giren emniyettedir, buyurdu. Talepler üzerine bu iltifatın alanını da genişletecek ve Hakîm İbn Hizâm’ın evine sığınanlarla evinin kapısını üzerine kapatıp Kâbe’ye gidip sığınanların da emniyette olduğunu ilan edecekti.
İşte tam bu sırada şeytan gelmiş, Ebû Süfyân’a vesvese vermeye çalışıyordu; bir aralık, etraftaki kabileleri de dolaşarak son kez büyük bir ordu toplayıp da Allah Resûlü’nün üzerine yürümeyi geçirdi içinden. Ancak daha o bu hülyalar içindeyken omzuna bir el dokundu:
– O zaman da Allah seni rezil ü rüsva eder ve bizler yeniden galip geliriz, diyordu. İrkilerek elin sahibine baktığında O’nun, Allah Resûlü’nden başkası olmadığını gördü! Utanmıştı:
– Ben şehadet ederim ki Sen, Resûlullah’sın, dedi önce. Çünkü bu, sadece kendisinin bildiği bir husustu; kimseye açmamış ve sesli de düşünmemişti! Bunu ancak, Allâmü’l-Guyûb olan Allah bilebilir ve O’nun Resûlü haber verebilirdi. Sonra da şunları söyledi:
– Allah’tan, tevbemin kabulünü diliyor ve içine düştüğüm şu hâlden dolayı da O’na istiğfar ediyorum! Şu âna kadar Senin, Allah’ın Resûlü olduğun konusunda bazı şüphelerim vardı ve kendi kendime öyle söylenip duruyordum; artık hepsi de zâil olup gitti! Allah’a yemin olsun ki, beni böyle düşünmeye sevk eden şey de, nefsimin ümniyelerinden başkası değildi!2
Ardı ardına öylesine sürprizler yaşamışlardı ki, Mekkelilere anlatacakları çok şey vardı ve oradan ayrılıp da Mekke’ye geri dönmek için Hakîm İbn Hizâm’la birlikte izin istediler. Ancak Hz. Abbâs’ın Allah Resûlü’ne bir teklifi daha vardı:
– Yâ Resûlallah, diyordu. “Ben, Ebû Süfyân’ın yeniden gerisin geriye dönmeyeceğinden emin değilim; onları bir süre daha yanında tutsan da Seninle birlikte askerleri görüp biraz daha meseleyi kavrasalar!”
Hz. Ebû Bekir de aynı kanaatteydi ve bunun üzerine Efendiler Efendisi, Mekke’ye doğru yol almakta olan Ebû Süfyân’a yetişip de onu geri getirmelerini talep etti. Arkadan koşup da yetişen yine Hz. Abbâs’tı; onu görür görmez:
– Yoksa bu, bir nevi hıyanet mi ey Hâşimoğulları, diye endişesini dile getirdi Ebû Süfyân. Hz. Abbâs’ın cevabı gecikmedi; şunları söylüyordu:
– Şunu bil ki, peygamberin arkasında saf bağlayanlar, asla hıyanet etmez; bizler de sana gadredecek değiliz! Fakat senin, sabaha kadar bekleyip de Allah’ın askerlerini ve yine Allah’ın müşrikler için hazırladığı sürprizleri müşahede etmeni istiyoruz!
Yazar: Dr. Reşit Haylamaz/EFENDİMİZ kitabından alınmıştır.
Dipnot:
- Yolda katılacaklarla birlikte bu rakamın on iki bini bulduğu ifade edilmektedir. Bkz. Kurtubî, el-Câmi’ li ahkâmi’l-Kur’ân, 8/97; İbn Kayyım, Zâdu’l-Meâd, 3/411; İbn Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, 1/335; Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 5/266
- Konuyla ilgili dört farklı rivâyet birleştirilerek verilmiştir. Bkz. Sâlihî, Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd, 5/214 vd.; el-Akk, Abdurrahmân, Mevsû’atü Uzamâi Havle’r-Resûl, 2/1044