Okçular Tepesi Çetin Yokuş

1.349

Sahabe Mir’ât-ı Mücellâ’ya tam bir mâkes oldular ve O’nu tam mânâsıyla temsil ettiler. İmamlar İmamı’na tavizsiz ittiba ile imamlarının sinesinde kaynayan o hakikat buhurdanlığını alıp ruhlarında yaşadılar, yaşattılar ve insanlığı -Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla- aydınlığa boğdular.

Makaleye serlevha olan başlık, Uhud savaşı ile ilgili tarihî bir yazı kaleme alacağım intibaını uyandırmamalı.. Aksine benim bu makalede üzerinde durmak istediğim asıl husus, çağrışımlarıyla okçular tepesinin günümüze bakan yönleri üzerinde olacaktır.

Uhud gazvesi… Bütün Müslümanlara unutulmayacak dersler ve nice ibretler ihtiva eden gazve… Müslümanlar, bu gazâda -muvakkaten dahi olsa- yenilginin acı tadını tatmış ve hezimetten bazı esintilere maruz kalmışlardır. İşte o zaman yakinen idrak ettiler ki, Allah’ın, Müslümanları muvaffak kılması her zaman, zemin ve durumda geçerli olan vükûu muhakkak bir husus olmadığını.. Çünkü İlahî nusrete ehliyet kazanmak için esbab dairesinde şart-ı âdî planında üzerlerine düşeni yerine getirmeleri ve gerekli hazırlıkları yapmaları gerekir. Evet, iradelerinin hakkını verdikleri ve Allah’la muâhadenin kendilerine bakan yönünü yerine getirdikleri zaman, Allah da onlara nusret ve galebe çalma lütuflarıyla tecelli edecek ve vaadini gerçekleştirecektir. Aksi takdirde tek taraflı muahadeyi bozacak olurlarsa, “İlahî nusret lütufları”na mazhariyet liyakatlerini kaybedecek, neticede bozguna uğrayacak ve yenilgiyi acı acı yudumlayacaklardır. Bu hakikatin ana muhtevasını şu âyet-i kerimede bulmak mümkündür:

“Al­lah’ın vaad et­ti­ği mü­kâ­fat, ne si­zin ümniye ve te­men­ni­le­ri­niz, ne de Ehl-i ki­ta­bın kuruntuları ile el­de edil­mez. Kim üzerine düşeni yapmazsa, bedelini öder.”1

Uhud savaşındaki “okçular tepesi”de, İslam düşünce tarihine yansıyan pek çok işaret ve mesajlar vardır. Bu alamet ve işaretleri görebilme adına isterseniz Okçular Tepesi’nin Uhud Harbi’ndeki yerini kısaca hatırlayalım: Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) isabetli/kusursuz planı ve İlahî yönlendirmeyle şekillenen taktiği sayesinde, okçuların tepeye konuşlanmasını emir buyurmuş, her türlü durumda ve savaşın gidişatının lehte veya aleyhte olmasına bakmaksızın orayı terk etmemeleri konusunda onlara sıkı sıkıya tenbihte bulunmuştur. Emre imtisalin bereketiyle savaşın bidâyetinde Müslümanlar üstün geldiler. Böylece çetin kumandan Halid İbn-i Velid komutasındaki müşrik süvarileri, mücahid mü’min birliklerine arkadan baskın yapma fırsatını elde edemedi. Dolayısıyla da meydandaki Kureyş ordusu dağıldı ve ardına bakmadan kaçmaya başladı.

Ancak bu zorlu saatlerde, özellikle meydandaki Müslüman askerler ganimetleri toplamaya ve kazançları paylaşmaya başlamasıyla, bir anda her şey değişti.. O anda Müslüman bazı okçuların tepeyi terk etmeye ve meydandaki kardeşlerinin sevincine ortak olmaya yeltendikleri görüldü.. Aralarında yine bir okçu olan büyük sahabi Abdullah İbn-i Cübeyr hazretleri (radıyallâhu anh), yerinden ayrılmaya başlayanlara Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) tenbihlerini hatırlatıyordu..
Ancak tepeyi terk etmeye niyetlenen Müslüman okçular, bu tasarruflarının, Efendimizin kesin beyanına karşı gelme olarak telakki edilemeyeceğini, bu kesin beyanın savaşın sonuna şâmil olmadığı, aksine savaşın kızıştığı vakitle sınırlı olduğuna yorumladılar ve nöbet vaktinin bitişi ânını ve terhis olma zamanını belirleme ictihad hatasına düştüler. Dolayısıyla Efendimiz’in, kendilerini yerleştirdiği konumu terkettiler ve Müslümanların sırtı mesabesindeki okçular tepesini korumasız bıraktılar.. Böylece fırsat kollayan Halid bin Velid’e ve onun komutasındaki müşrik süvari birliğine, mümin kardeşlerini kendi elleriyle sunmuş oldular. Derken bir anda ibre müşriklerin lehine döndü.. Allah’ın hıfz ve kelâeti olmamış olsaydı, müşrikler kimbilir hayali bile türleri ürperten daha ne kötülükler yapacaklardı..

Başta da belirttiğim üzere, bu makalede Uhud savaşını anlatmayı hedeflemiyorum. Okçular tepesinin günümüzdeki yansıması üzerinde durmak istiyorum. Bunu gerçekleştirmek için öncelikle şu sorulara cevap bulmaya çalışalım: Uhud savaşındaki stratejik konumuyla “okçular tepesi”nin günümüzdeki izdüşümü neresidir? Bu tepeyi tutması gerekli olan ve her şeye rağmen aktif bir sabırla yerini terketmemesi gereken “okçular” kimlerdir? Bu okçuların, bazı gelişmeler üzerine başlarının dönmemesi ve bakışlarının bulanmaması, böylece yerlerini terketmemeleri için, dikkat etmeleri gereken öncelikli hususlar nelerdir?

Fikrî muhassalamla vardığım ve gönlümde duyduğum bir hakikat neticesinde bugünün “okçular tepesi”ni; adanmışlık duygusuyla ve yaşamayı yaşatmada bulma düşüncesiyle başkalarının elinden tutma faaliyetleri olarak görüyorum.

okcular tepesi

Bende bu bakış açısını oluşturan unsurlar nelerdir, ifade etmeye çalışayım: Öncelikle, bu tepede kalmanın “maddî hiç bir kazancı” yoktur. Bu hayatî yeri tutanlar, “dışıyla mukassî ve pasif, içiyle muallâ / fevvâre değil, girdap gibi muammâ” olan müberrâ gönül erleridir.. Bu kimseler, bilfiil meydanda görünmediklerinden dolayı, siyâsilere, iktisatçılara veya her kesim ve alanda meşhur zevâta yapılan muamele bunlara layık görülmeyecek, dolayısıyla onları kimse alkışlamayacak, “kahraman” diye iltifatlar yağdırmayacak ve onları bağrına basmayacaktır. Dahası, zafer tahakkuk ettiğinde bile, hiç kimse onlara bu zaferden bir pay verme düşüncesi içine girmeyecek, bu başarıda onların da bir dahlinin olduğu, kimsenin aklının ucuna dahi gelmeyecektir. Bunun da ötesinde çoğu kimse tarafından, onların âdeta “taş atıp da kolları yorulmadığı” ve yerlerinden bile kımıldamadıklarından dolayı zafer sevincine ortak olmalarını onlara çok görecek, hatta bu yanlış düşüncelerini dillendirmekten çekinmeyeceklerdir. Neticede bu gibi kimselerin haklarının gasbedilmesi, durumlarının gerçek mahiyetiyle idrak edilmemesi, dahası her biri hakkında ileri-geri konuşulması kuvvetle muhtemeldir.

Hem sonra “okçular tepesi”nde her türlü gelişmeye rağmen dişini sıkıp sabretmek, çetinlerden çetin bir durum ve tırmanması zor sarp bir yokuştur. Onu ancak “er oğlu erler” başarabilir ve mukarrebîn seviyesindeki mânâ erleri bu amansız akabeyi aşabilir. Bunun da ötesinde, otağını kurduğu o zirvede varlığını sürdürebilmeyi Allah tarafından bir güçle desteklenmiş “müeyyed min indillah” kimseler, ilhama mazhar olmuş gönül erleri ve ruh mimarı Rabbaniler ancak bunu gerçekleştirebilir. “Ben”lik cihetiyle ölen/fenâ bulan ve o latifesini vahyin emrine veren; beri taraftan “topluluk”ta eriyip, sabır ve aşk u şevk cihetiyle yeniden hayat bulan, “kolektif şuur”u kendine yol ve meslek belleyip ona sıkı sıkıya bağlanan, her söz ve davranışı sadece ve sadece sohbet-i Cânân (celle celâluhu)etrafında dönen ve her dem Mahbûb-u Ezelîyi işaret eden mânâ erleri.. Evet, her işin zimâmı O’nun elinde, âlem-i mülkün Efendisi O, eşya ve hâdiseleri yaratıp sevkeden yine O’dur.. Her şey ama her şey, sadece O’nun (celle celâluhu)hükmüyle ve hikmetine muvafık olarak varlığa yol buluverir.

Günümüz “okçular tepesi”ni, özü-sözü bir “sâdık” muallimler, yaşatma idealiyle kavrulan hizmet ehli ve Allah’ın her mahlûkatına yardımcı olmayı kendine vazife edinen Muhammedî ruhlar tutacaktır. Makam-mansıp ehliyle karşılaştırıldıklarında, sayıları az gelebilir.. Doğru, çarşı-pazarda kâr güden kimselere oranla onlar, bir avuç görünümdedirler.. Bütün himmetini dünyaya teksif etmiş kimselerin nazarında onlar “değersiz ve yok hükmünde”dirler.. Ancak bu kudsîler, Allah katından, arzlı mahlukata inecek semâvî her bereketin kaynağını teşkil ederler.. Bu gerçeği körler görmese, hasetleri imanlarının önüne geçmiş şartlanmışlar inkâra yeltense de, netice değişmeyecektir.

Hiçbir karşılık beklemeden ve dünyevî-uhrevî menfaat gütmeden sadece ve sadece Allah’ın rızasına gönül vererek, O’nun kullarına yararlı olma ve onlara gönülden hizmet etme, herkese nasib olmayan bir pâyedir.. İmanlarının gereği olarak bu çetinlerden çetin “insanlara hizmet yolu”nu seçen “gönüllüler hareketi”, aklımızın erdiği ve idrak ufkumuzun kavradığı kadarıyla “okçular tepesi”ni tutmaktadır. Zira eğitim ve öğretim faaliyetleriyle “cehalet”i gidermeye gayret etme ve izalesini hedefleme; iyiliğin her türlüsünü ve hayrın her çeşidini, din, dil, ırk, renk ve coğrafya ayırımına gitmeden yeryüzünün dört bir yanına yayma azm u gayretini sergileme; dünyanın hangi bölgesinde olursa olsun, âdemoğlu olan her yaratılmışın gönlüne silm ve esenlik üfleme; hangi ırk ve renkten olursa olsun, horlanmış ve itilip kakılmış her insanoğlunun elinden tutma ve mazlumiyetinin son bulmasının yollarını gösterme.. bu güzide ruhların hedefledikleri hususlardan sadece birkaçıdır.

Bütün bu peygamberâne hedefleri gerçekleştirmeye çalışırken onlar, hiçbir karşılık beklemeksizin, gösterişten uzak ve isimlerinin anılmasını bile arzu etmeyecek kadar diğergâm ve ücrette gerilerin gerisindedirler. Aksine bırakın ücret beklemeyi, bütün bu çetin işlere mübâşeret ederken tam inanmış bir “gönül” ile Allah’la sımsıkı irtibatı sayesinde itmi’nâna ermiş bir “kalp” ile kendini tezkiye etmemek ve sürekli doyma bilmeyen bir marifet yolculuğuyla müzekkâ bir “ruh” ile başlarına ne gelirse gelsin bunu yolun gereklerinden bilip Allah’a tam itimad ederek, O’nun kendilerinden hoşnut olmasını bir peyk gibi kullanmak suretiyle onlar da O’ndan razı oldukları bir “nefs-i marziyye” ile.. bu yola baş koymuşlardır. Her durumda ve her lahzada bu babayiğitlerin dudaklarında şu sözlerin döküldüğü görülür: “Fedâkarlık yâ Hû”.. “Edeb yâ Hû”.. “İman yâ Hû”.. “Yakîn yâ Hû”.. “Kabul yâ Hû”..

Bu karasevdalılar ve onların izinde giden babayiğitler, müntesip olduğu topluluğa, yaşadığı coğrafî bölgeye, toplumdaki statüsüne ve soy-sopuna bakılmaksızın yeryüzündeki bütün Müslümanların “okçular”ı mesabesindedirler. Onlar hakkındaki düşüncelerimiz ve hüsnüzannımız, onların, tuttukları hayatî mevkileri ne pahasına olursa olsun -Allah’ın izni ve inayetiyle- terk etmeyecekleri yönündedir. Her türlü zorluk karşısında dişini sıkıp aktif bir bekleyiş ile sabredecek bu güzide topluluk sayesinde, O’nun nâmı her yanda duyulacak, rahmeti her yanı bütün ihtişamıyla bir kere daha kuşatacaktır. Bundan şüpheniz olmasın.. Zira

“Bu, Allah’ın bir vaadidir.. Allah’ın vaadettiği bir şey, mutlaka gerçekleşir.. (Allah ile kul arasındaki bu vaat, tek taraflı olarak kul tarafından bozulmadıkça), Allah, asla hulfu’l-vaat etmez, sö­zün­den cay­maz”2


Yazar: Prof. Dr. Muhammed Babaammi, Yeni Ümit Dergisi, Sayı: 103 Ocak-Şubat-Mart – 2014

Dipnot:

  1. Nisâ Sûresi 4/123
  2. Ra’d Sûresi, 13/31
Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.