Huzura Koşuş Devam Ediyor
Bu arada, Âmir İbn Rabîa, Utbe İbn Rabîa’nın oğlu Ebû Huzeyfe, Ebû Ubeyde İbn Cerrâh, Osman İbn Maz’ûn ve iki kardeşi Kudâme ve Abdullah, Esmâ Binti Ümeys, Ümmü Eymen, Efendimiz’in amcası Hz. Abbas’ın hanımı Ümmü’l-Fadl ve Hz. Ali’nin ağabeyi Ca’fer İbn Ebî Tâlib de gelmiş ve Müslüman olmuşlardı.[1] Fazilet aşığı insanların arasında bu din, hızla yayılıyor ve insanca yaşama arzusuyla yanıp tutuşan herkes bu kaynağa koşuyordu. Üç yıl sürecek bir dönemdi bu.
Henüz tebliğ dar alanda gerçekleşiyor ve daha çok da, münferit gayretler semere veriyordu. Bir taraftan yeni yeni ayetler geliyor; Allah Resûlü de bu ayetleri, etrafındaki bu ilk halka ile paylaşıyordu. Ancak bunun için, genellikle tenha yerler seçiliyor; çoğu zaman bu sohbetler için hane-i saadetleri tercih ediliyor ve böylelikle Kureyş’in tepkisi çekilmemeye çalışılıyordu. Dönem, iman adına kıvama erme dönemiydi ve bu dönemde inen ayetlerin genel temasını da bu husus oluşturuyordu. Çünkü sancağı omuzlarda uzun soluklu taşıyıp dalgalandırabilmek için güçlü ve sarsılmaz bir imana sahip olmak gerekiyordu.
Bu süreçte Kureyş, genellikle gelişmelere seyirci kalmayı tercih ediyordu. Zannediyorlardı ki; bu yeni gelişme, daha önceleri Zeyd İbn Amr, Kuss İbn Sâide ve Ümeyye İbn Ebî Salt gibi insanların anlayış seyrinde yürüyecek ve münferit bir hadise olarak sadece Muhammedü’l-Emîn ile sınırlı kalacaktı. Ancak durum, hiç de zannettikleri istikamette gelişmiyordu. Kendilerini açıktan zorlayan bir gayret göze çarpmasa da, en yakınlarından birer ikişer kopan insanlar, gidip Muhammed’in huzurunda diz çöküyor; yollarını değiştirip bambaşka birer insan oluveriyorlardı.
Çok geçmeden Bilâl-i Habeşî, Ebû Seleme,[2] Erkam İbn Ebi’l-Erkam, Ubeyde İbn Hâris, Hz. Ebû Bekir’in iki kızı Esmâ ve Âişe, Habbâb İbn Erett, Umeyr İbn Ebî Vakkas, Mes’ûd İbnü’l-Kâriyy, Selît İbn Amr, Ayyâş İbn Ebî Rabîa ve hanımı Esmâ Binti Selâme, Huneys İbn Huzâfe, Âmir İbn Rabîa, Abdullah İbn Cahş ve kardeşi Ebû Ahmed, Hâtıb İbn Hâris ve hanımı Fâtıma Binti Mücellel ile Hâtıb’ın kardeşi Hattâb ve onun hanımı Fükeyhe Binti Yesâr, Ma’mar İbn Hâris, Osman İbn Maz’ûn’un oğlu Sâib, Muttalib İbn Ezher ve hanımı Ramle Binti Ebî Avf, Nuaym İbn Abdullah, Âmir İbn Füheyre[3] ile Hâlid İbn Saîd İbni’l-Âs ve hanımı Ümeyne Binti Halef de bu nura koşanlar arasındaydı.
Hâlid İbn Saîd, rüyasında kendisini cehennem benzeri bir ateşin kenarında ve onun içine doğru sürüklenirken görmüştü; babası arkasında durmuş, kendini ateşe doğru itiyordu. Tam alevlerin arasına düşeceği sırada Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) imdadına koşmuş ve belinden kavrayarak onu kenara çıkarıp, cehennemde yanmaktan kurtarmıştı. Ürpertiyle uykusundan fırladı ve uzun bir düşünme sürecinden sonra, etkisi hâlâ devam eden bu rüyanın hak ve doğru olduğu konusunda tereddüdü kalmamıştı. Kendi kendine, “Cehennemden kurtulmanın tek yolu, Resûlullah’la birlikte hareket etmektir.” diyordu. Önce gidip Hz. Ebû Bekir’le istişare etti; o da farklı düşünmüyordu ve:
– Bununla ben, senin hakkında hayır murad edildiğini düşünüyorum. İşte, Resûlullah orada duruyor; git ve tâbi ol O’na! Çünkü, seni cehennemden kurtaracak odur. Ne yazık ki, babanın durumu pek iç açıcı değil, dedi. Vakit kaybetmeden huzura gelen Hâlid İbn Saîd, Efendimiz’i Ecyâd denilen yerde bulmuş ve:
– Yâ Muhammed! Senin davetin nedir, diye sesleniyordu.
– Ben, sadece Allah’a davet ediyorum; O’na hiçbir şeyi eş ve ortak koşmayacak, Muhammed’in de O’nun kulu ve Resûlü olduğunu kabulleneceksin. Aynı zamanda, işitip görmeyen, kendine bile fayda veya zararı dokunmayan, hatta kimin kendisine kullukta bulunduğunu kimin de önünde temenna durmadığını bile bilmeyen şu taşlara kulluktan vazgeçip sadece O’na ibadet edeceksin, diyordu Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem). Hiç tereddüt etmedi Hz. Hâlid ve:
– Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enneke Resûlüllah, diyerek hemen oracıkta Müslüman oluverdi.[4]
Hâlid İbn Saîd, hür iradesiyle gelip teslim olmuştu; ama inatçı mı inatçı bir babası vardı. Oğlunun gidip Müslüman olduğu haberini alır almaz hemen onu bulacak ve:
– Atalarının gelenekleri ve ilahlarını ayıplayıp yerdiği ve senin anlayışına muhalif olduğu halde sen, nasıl olur da Muhammed’e tâbi olursun, diye sıkıştıracak ve eline geçirdiği bir odunla başını yarıp kanlar içinde bırakacaktı. Babaya itaat farz olsa da, Allah’a isyan konusunda gözü kapalı tehditlerine ‘evet’ denemezdi ve Hâlid de:
– Allah’a yemin olsun ki ben, O’na tâbi oldum ve bir daha da asla dönmem, diyecekti. Babasının tepkisi yine çok sertti. Önce, ağza alınmayacak kötü sözler sarfetti ve ardından da:
– İstediğin yere git! Yemin olsun ki, artık ben sana zırnık koklatmam, dedi. O’nu bulan neyi kaybederdi ki! O’nun huzurundayken dünyalar zaten onun oluyordu. Bu sebeple de:
– Beni her şeyden mahrum etsen de ben, bu yoldan dönmeyeceğim. Şüphesiz Allah (celle celâluhû), yaşadığım sürece benim rızkımı da verir, diyen Hz. Hâlid, kimin yanında yer alması gerektiğini net bir şekilde ortaya koyacaktı. Ancak öfkeli baba, burada duracak gibi gözükmüyordu; kendisi gibi düşünen diğer çocuklarını da bir araya toplayacak ve hiçbirisinin Hz. Hâlid ile konuşmaması gerektiğini söyleyecekti. Çaresiz Hz. Hâlid, Allah Resûlü’nün yanına gelecek ve bir daha da bu kapıdan asla ayrılmayacaktı.[5]
Çok geçmeden Hâtıb İbn Amr, Vâkıd İbn Abdullah, Bükeyr İbn Abdiyâleyl’in dört oğlu Hâlid, Âmir, Âkıl[6] ve İyâs da gelip huzur-u risâlette kelime-i tevhidi söyleyip imana teslim oldular.
O gün için Mekke’de fazilete âşık ne kadar insan varsa, toplanıvermişti Allah Resûlü’nun yanında. Artık namaz kılarken, yanında sadece Ali yoktu; bundan böyle namazlar, güçlü omuzların destek verdiği bir cemaatle birlikte kılınıyordu.[7]
Ancak, bu kadarı bile Mekkelileri çileden çıkarmaya yetmişti. Otorite, kendi iradesinin dışında bir başka yapıyı kaldırmıyor ve yeni gelişmelere tepkiyle karşılık veriyordu. Sa’d İbn Ebî Vakkâs ve arkadaşları yine beraberce bir kenara çekilmiş, Mekke dışında bir yerde namaz kılıyorlardı. Olacak ya, Kureyş’ten bir grup insanın yolu da o gün, namaza durdukları yerden geçiyordu. Onları bu halde görünce garipsemiş ve alaylı tavırlarla laf atmaya başlamışlardı. İşi o kadar ileri götürdüler ki, artık mesele, sadece sözle sınırlı kalmamış ve Müslümanların üzerine saldırmışlar, kısa bir müddet de olsa aralarında bir arbede yaşanıvermişti. Bu ne tahammülsüzlüktü ki, insanların kendi başlarına ibadet etmelerine bile müsamaha gösterilmiyor ve engel olmak için de şiddet kullanılıyordu.[8]
Dipnotlar:
[1] Ca’fer İbn Ebî Tâlib, ahlak ve sîret itibariyle Efendimiz’e en çok benzeyen insandı. Bkz. Taberî, Tarih, 1/539
[2] Asıl adı, Abdullah İbn Abdilesed olan Ebû Seleme, Efendimiz’in halası Berre Binti Abdulmuttalib’in oğluydu. Aynı zamanda Hz. Hamza ile birlikte Efendimiz’in süt kardeşi oluyordu. Bkz. İbnü’l-Esîr, Üsüdü’l-Ğâbe, 2/567
[3] Âmir İbn Füheyre, Hz. Âişe validemizle anne bir kardeş idi. Bkz. İbnü’l-Esîr, Üsüdü’l-Ğâbe, 2/254
[4] İbn Sa’d, Tabakât, 4/94; İbn Hacer, İsâbe, 1/406
[5] Bkz. İbnü’l-Esîr, Üsüdü’l-Ğâbe, 2/87; İbn Sa’d, Tabakât, 4/95; Halebî, Sîre, 2/421
[6] Âkıl İbn Bükeyr’in adı, Gâfil idi. Efendimiz’in huzuruna gelip de adını söyleyince Allah Resûlü (s.a.s.), onun adını Âkıl olarak değiştirmişti. Bkz. İbn Hacer, İsâbe, 3/575
[7] İbn Hişâm, Sîre, 2/98
[8]Bu hengâmede Sa’d İbn Ebî Vakkâs, kendini ve arkadaşlarını koruma adına eline geçirdiği bir deve çene kemiğini, müşriklerden birisinin kafasına indirmiş ve bu darbeyle adamın kafasını kanatmıştı. Yeryüzünde bir Müslüman’ın akıttığı ilk kan da bu idi. Bkz İbn Hişâm, Sîre, 2/98.